“Sizler,
ey şair anaları! Sizler, tanrıların sevgili kulları! Bütün bu duyulmamış
şeyler, sizlerin kucaklarında kararlaştırılmış olacak. Sizler, gebeliğinizin en
derinliklerinde sesler mi işittiniz; yoksa tanrılar aralarında yalnızca
işaretlerler mi anlaştı?” Rilke
BACHMANN
VE ÜTOPYA
Bachmann,
Malina romanındaki ütopya üzerine şunları söyler: “Kimi zaman bana neden içinde
her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı
tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde
tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler,
günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin
ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim
toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan
yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte
inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini
çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep
yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum
geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)
Malina
romanı 1971’de yayınlanır, Bachmann 1973’te “uzun yıllar yaşadığı Roma’daki
odasında fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı
yangında aldığı yaralar sonunda” ölmeden önce başladığı Todesarten [Ölüm
Biçimleri] ana başlığı altında yazmayı planladığı bir dizi romanın başlangıcı
olarak. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayınlanmaya başlar. Bachmann’ın şiir
açısından verimli olduğu yıllarda Ernst Jandl “Laut und Luise” (sessiz-ce,
1966) kitabı ile şiir yayınlamaya tekrar başlıyordu. Bu bilgiyi özellikle not
ediyoruz çünkü yazımızın amacı da Bachmann şiirinin ütopyacı tarafına bakabilmek.
Adorno
“Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” isimli yazısında (1956) “geçmiş, ancak geçmiş
olanın nedenleri, ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir” diye yazar ve
şunları ekler: “Geçmişten kurtulunmak isteniyor; haklı olarak çünkü onun
gölgesinde yaşamak imkansızdır ve suç ve zorbalık yine sürekli suç ve
zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü hep kaçıp
kurtulmak istenilen geçmiş hala capcanlıdır.” Ve yazının ana eksenini oluşturan
Almanya’da Tarih’in öğretilmesi ile ilgili olarak şu saptamalarda bulunur:
“Kuşkusuz, geçmişle ilişkilerde bir hayli nevrotik olgu var: saldırı olmayan
yerlerde savunma davranışları, halkı çıkaracak somut nedenler olmayan
durumlarda güçlü duygusal tepkiler; son kerte ciddi olunması gerektiğinde duygusal
tepki yetersizliği, çoğu zaman da bilinen ya da yarı bilinenin düpedüz
bastırılması.”
Sözü
Bachmann’ın Malina’sına bağlarsak, hiç tamamlanmamış olan “Ölüm Biçimleri”
serisi o derin Alman suçu ile ilgilenmekte belki de: “Faşizm, insanlar
arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...ve ben
hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”
Günlük
yaşamın içine akmış, onda içkinleştirilmiş, onun ayrılmaz bir parçası olan ve
insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahseder Bachmann. Ona göre
“boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli,
bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”
Malina’da
zaman bugündür ve Bachmann şöyle açıklar bugünün işlenmesini, romanın başında:
“Bugün olup bitenler üzerinde ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor
ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir;
tıpkı bugün yazılmış ve yerine Bugünde varamayacak mektupların, bu neden ötürü
yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi yollanmaması gibi..”
Daha çok
şiirleri üzerine yazacağım için Malina’dan sadece ufak bir alıntı ile
bozulmamış, hiç-bozulmamış geçmişle ilgili kısa bir alıntı yapmak istiyorum
burada; Malina’nın bir yerinde, romanın anlatıcısı antikacılardan birinde 15.
yüzyıldan kalma bir yazı kürsüsü bulur. Ve bu yazı masasını almak istemesinin
sebebini şöyle anlatır:
“...çünkü
o zaman artık bulunmayan eski, dayanıklı bir parşömen üzerine bir şeyler
yazabilirim, artık bulunmayan hakiki bir tüy kalemin ve yine artık bulunamayan
bir mürekkep kullanarak. Kürsünün başında, ayakta durarak, 15. yüzyılda basılan
türden bir kitap kaleme almak isterdim, çünkü bugün, İvan’ı sevdiğimden bu yana
bir yıl üç ay ve otuz bir gün geçmiş oluyor, ama ben bir de gösterişli bir Latince
yıl sayısı yazmak istiyorum. ANNO DOMINI MDXXLI, kimsenin bir şey anlamayacağı
bir sayı. Sonra, büyük harflerin içine kırmızı mürekkeple kırmızı zambaklar
çizebilirdim ve hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine
saklanabilirdim.”
Ve o
parşömene, o tüyle Kagran Prensesi’nin Sırları isimli bir masal yazmayı
düşünür. “hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine” saklanabileceğini
bilerek.
Neredeyse
sıfır noktasında, bundan “yirmi yüzyıl” öncesinden anlatılan bu masal bizim
için en azından Bachmann’ın “ütopya olarak yazın” isimli konuşmasında geçen
bazı kavramları ve düşünceleri anlamak için uygun olacaktır.
Bachmann
konuşmasında “hazır bulduğumuz ve artık geçmişte kalan şeylerin biriktiği bir
parça bohçası olmasına karşın ve böyle bir bohça olduğu için, kendi özlem
birikimimize göre donattığımız bir umudu ve dileği dile getirir her
zaman-bilinmeyen sınırlarla ileri yönelik bir ülkedir” der yazın için. Ona göre
bu özlem “bugün değin dil sayesinde oluşmuş olan her şeyin, henüz dile
getirilmemiş olan şeylere de katılmasını sağlar.” Özünde Bachmann’ın söylediği,
yazının ütopik yapısı, dile getirilmiş olanlarla, dile getirilecek olanları hep
birlikte barındırmasıdır. Yani “susku”, “sessizlik” “yazılmamış olanlar” “metin
olamayanlar” hep eski metinlerin içinde yeni metinleri oluşturmak için
durmaktadır. Bu yüzden yazına bilimsel bir nesnellikle değil ancak “canlı bir
yargıyla” varılabilir.
Ona göre
oralarından buralarından kesip alıntıladığımız metinler ya da bir şekilde
elediğimiz yazarlar, bir yazın tarihinin ne kadar eksik olabileceğini ifade
eder. “Ama tamamlanmamış bir şeydir yazın, eskisi olduğu gibi yenisi de öyledir
(...) Çünkü geçmişin tüm ağırlığı ile günümüzü zorlar.” Ve bu durumu yapıtların
bu durumunu Bachmann “ütopik” olarak değerlendirir.
Kelime
Nasılsa
yalnız
Başka
kelimeleri çağıracaktır
Cümle de
cümleyi
Böylece
dünya,
Kesin bir
tutumla
Zorla,
ister ki,
Artık
söylenmiş olsun.
Söylemeyin”
(Siz Kelimeler)Bachmann’ın Şiirlerinde Anımsama ve Ütopya
Adorno
“Sanat yapıtlarında varolmayanın gerçekliğini amaçlayan özlem, anımsama
biçimini alır.” demekte. Bu alıntı Huyssen’in “Ütopya Anıları” isimli metninin
başında durmakta. Bachmann hakkında yazarken, bu kısa yazıya bu tür bir
perspektif kazandırmayı gerekli gördüm çünkü Huyssen ve Adorno, Bachmann’ın
gördüğü ya da “Bugün” olarak ürktüğü şeyin iki ucunda duruyorlar, hem düşünsel
hem de zamansal olarak. Bachmann’ın şiirlerinde –ki yazının amacı bu şiirlere
bakmaktır- serpilip duran bu zamansızlık ya da “bugün-süzlük” bir anımsama
biçimi olarak metne, dizelere nufüz ediyor:
“Bir
ölüyüm ben dolaşıp duran
Artık
hiçbir yerde kaydım yok
Bilinmiyorum
mülki amirim görev yerinde
Sayı
fazlasıyım altın kentlerde
Ve yeşeren
taşra yörelerinde
Vazgeçilmişim
çoktan
Ve hiçbir
şeyle anımsanmamışım
Yalnızca
rüzgarla ve zamanla ve sesle
Ben
insanların arasında yaşayamayan
Ben
Almanca diliyle
Çevremde
kendime mesken
Edindiğim
bu bulutla
Bütün
dillerde sürüklenmekteyim” (Sürgün)
Huysens’in
ütopya kavramına bakışı çok kapsayıcı olmasına rağmen bizim ilgilendiğimiz
kısım, Alman dili/sanatı açısından özellikle 60’lardan sonra belirlediği üç
ütopya projesi tanımlamasıdır:
sanatı
yaşamda içererek yadsıma
radikal
metinsellik
estetik
aşkınlık
Birinci
şık kapitalizm sonrasında, metaların sanat eserinin yerini ve sanat eserinin
metaların yerini alması ile hepten tükenmiş olabilir şeklinde açıklar Huyssen
özetle.
İkinci
şık, “orta sınıfın estetik zevklerini aşma” olarak nitelendiriliyor yazar
tarafından ve bu tür biçimci denemelerin etkisinin zayıfladığını, yeni bir
avandgarde hareketin pek mümkün olmaması ile malûl olduğunu belirtiyor. Ve
özetle iki ütopik projenin tükenişini geniş ölçüde “siyasetin sanatın
devrelerine fazla” yüklenmesinden kaynaklandığını söylüyor.
Huyssen,
üçüncü ütopik proje olarak “estetik aşkınlık ütopya”sından bahseder. Bu tür ne
birincideki gibi sanat eserini ortadan kaldırır, ne de onu ikincideki gibi
siyasanın eline verir. Sanat eserine yaşanılan zaman içinde ütopyanın “ete
kemiğe bürünmüş” zamansallığını sağlar. “bu projenin temelinde, modernist
epifani sanatı, yani zamanın bildik akışı dışında ve yalnızca estetik deneyim
olarak ulaşılabilir olan zamansal deneyim vardır” diye açıklar.
Sanat
eserinin son yirmi yıldaki gerilemesini bellek yitimi çağında, geçmişten, onun
baskıcı biçimlerinden, adetlerinden, örgütlenmelerine bağlar Huyssen ve
modernist projeyi güçlendirmesine rağmen, sanat eserinin modernist projenin
yarattığı öteki yaşamın ürünü olduğunu da söyler. Ona göre ‘sanat yapıtı’ eş
zamanlı görüntülerin, televizyonun etkisi ile zayıflamıştır. Anlık olan
sanatsal, estetik deneyim, ancak geçmişin “arzusunu” (nostalji) taşımaktadır
diye düşünebiliriz..
Huyssen
şunu belirtir: “Bu tür edebiyat söz konusu ütopya/gerçeklik sorunsalını sinik
olarak gerçekleştirmek yerine onun içinden çalışarak bu tür edebiyat gerçekten
kurmaca ile gerçeklik, estetik temsil ile tarih arasındaki gerilimi korumaya
yardımcı olabilir.”
Bachmann’ın
şiirlerini yayınladığı yıllarda ütopyacı projeleri değerlendiren Huyssen
açısından baktığımızda Jandl ile Bachmann iki ayrı bakış açısını, iki ayrı
projeyi temsil etmekte. Çünkü Jandl’ın “radikal metinsel”liği Bachmann’ın
yönünün tam tersi gibidir:
“Almanca
konuşan ülkelere Nazi egemenliğinden miras olarak ‘müptezel bir dil’ kalmıştır.
Rejimin elinde Almanca, sadece Jandl için değil, savaş sonrasında yazmaya
başlayan birçok Alman yazarı için –Orwell’in 1984’te anlattığından geri
kalmayan- bir kirlenme geçmiştir. Bu durumda en iyisi, sadece “yöntemlere,
tekniklere” değil, cümlelere, kelimelere bile “topyekün kaybolmuş” gözüyle
bakmak olacaktır. Yeni şiirin nasıl olacağını deneyerek bulmaktan başka çare
“çıkar yol” yoktur.” (Tevfik Turan, Ernst Jandl Seçme Şiirler için Sonsöz)
“...şimdiye
kadar hep söyleyecek bir şeyi olasıymış ve hep
bilesiymiş, bunun şöyle, şöyle, şöyle, söylenebileceğini o yüzden
de hiç uğraşması gerekmeyeseymiş ne söyleyeceği
konusunda;
tabii bu söyleyişin hangi yoldan olacağını tartasıymış. Çünkü
insanın ne söylemek istediği bakımından seçeneği olmayasaymış;
ama bunu hangi yoldan söyleyeceği
bakımından
bir sürü belirsiz olasılık olasıymış, her bir şeyi söyleyen
hem de hep aynı yoldan söyleyen şairler de olasıymış.
Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü nihayet
söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar tekrar ve
her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş.” (Jandl, Daha İyisi Saksafon,
Seçme Şiirler)
“Böylesi
hiç çekmeyeseymiş; çünkü nihayet
söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve
her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş”. demekte Jandl. Bachmann Frankfurt
Dersleri’nde şöyle der:
“Arkamızda
bıraktığımız yazın, yürek çeperlerinden koparılmış sözcükler, ağıtsal bir
suskunluk, konuşa konuşa yorulan sözcüklerden işlenemeyen tarlalar ve kötü
kokulu ürkek suskunlukların oluşturduğu bataklar değil mi; her zaman her şeyin,
her iki anlamıyla dilin ve suskunun yer aldığı.
Sürekli
çağırıyor bizi ve kendine çekmeye çalışıyor her ikisi de hep yanlışlıklara
eğilimi ve katkısı olan bizlerin yeni bir gerçeğe katkısı nerede başlayacak?
Konu şiir olduğuna göre, şiirin bu gerçekliğe katkısı nerede başlıyor:
KURTLARIN
KUZULARA KARŞI
SAVUNMASI
Unutma
beni mi yesin akbabalar?
Çakalın
deri değiştirip,
Kurtluktan
sıyrılması mı isteğiniz?
Dişlerini
kendi mi söküp atsın?
Politruks
ve papadan
Neden
hoşlanmazsınız ki?
Neden
bakarsınız bön bön
Şu yalan
söyleyen ekrana?
Kim
parçalar besili horozu tefecinin önünde?
Kim asar
tenekeden haç’ı
Zil çalan
karnına? Kim
Alır
bahşişi? Gümüşten sikkeyi,
Sus
payını? Pek çok
Soyguna
uğramış, var oysa hırsız az.
Kim
alkışlar ki onları? Kim” (Enzensberger)
Bachmann
konuşmanın devamında “yeni biçimler”e dair söyleyememesinin açıklamasını
yapıyor. Ve yenilik tutkusunun, modernin yenilik tutkusunun dibinde yatan
eski’nin biçimlerine büründüğünü anlatan ve ispat eden Gustav René Hocke’nin
iki kitabından bahsediyor. Ve özellikle “Yazında Manierizm” isimli yapıta
kısaca değiniyor. Kitabın tezlerinden bahsederken şunları söylüyor: “Önemli
bulgularıyla birçok konuya ışık tutan bu ilginç kitap, o denli ilginç sonuçlar
doğurdu. Bu kitapta söylenenler, ister 1600 ister 1910 yılında olsun, hep
birilerinin daha önce davranmış olmaları nedeniyle yeni dil denemeleri, sözcük
çekirdeğini parçalama, yeni imgeler yaratmayla uğraşanları düş kırıklığına
uğrattı.” Kitabın ortaya koyduğu görüşler, III. Yüzyılda bile bugünün
modernlerinin denediklerini kendi çerçeveleri içinde deneyenlerin olduğu.
“Meğer” diyor “he rşey her zaman varmış, en sonunda anlayabiliyoruz; her şeyi
anlamak her şeyi bağışlamak demek zaten.”
Bachmann,
bu tür yeni denemelere, özellikle biçimsel denemelere sıcak bakmıyor bu
Manierizm yüzünden. Bunu da açıkça ifade ediyor. Ama bu yeni biçimcileri
suçlamasının da altında pek haklı sebep olmamasından dolayı –sonuçta şairin
‘ahlaksal’ ya da ‘anlıksal’ üretimi/tutumu tamamen onun vicdanına ve ispat
edilemeyen bazı bağlantılara kalmışsa- bu temellendirme pek işe yaramayacaktır.
Kendi zamanının şairlerini eleştirirken, onlardaki bazı olumlu yönleri de
buluyor bu yüzden, kısaca onları “bağışlıyor” diyebilirim. “Şiirler (sayıca çok
ve birbirlerinden farklı olmalarına karşın) artık tad alınabilecek bir
nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu
dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece;
amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura.”
Bachmann
için biçimsel sorunlar geri planda. En erken şiirlerinden, en olgun şiirlerini
barındıran “Büyük Ayı’ya Çağrı”ya ve son şiirlerine kadar çok daha bozulmamış
bir sessizliği ifade etme yönündedir. Kelime seçimleri, okurun gözlerinin önüne
serdiği “ön” dışında bir de “arka” planı oluştururken izlediği yol, okuru
sadece kağıt üzerine karalanmış “harflerle” baş başa bırakmaz. Eğer kelimeler
okurun kafasında birleştikçe “bilgi yüklü iletiler” olarak iş göreceklerse,
daha sarsıcı ve sahici bir deneyimi ortaya koymayı amaçlar. Okurken şairin
sesinin onca “ben” zamirine rağmen aradan kalktığını ve okurun “ben”i haline
geldiğini hissedebilir insan..
Bu yüzden
Jandl’ın bildirisi “eski de olsa yeni bir yolla söylemek” fikri Bachmann’a pek
iç açıcı gelmemiştir. Ona göre “geçmişin işlenmesi, geçmişin zorbalıklarının
ortadan kaldırılması” ile mümkündür, Adorno’nun işaret ettiği gibi. Geçmişle
yüzleşme ya da susmanın gerçekten bir “kabullenmeden” öte –büyük Alman suçu ve
Faşizm düşünüldüğünde- gerçekten yaratıcı bir susku olması için, kelimelerin
biraz “rahatsız” edilmeleri gerekiyor. “siz, tek kelime etmeyin! Kelimeler”
vurgusu, işte eski şeylere yeni kılıflar uydurmaktan değil, yeni şeylere, eski ama
eskide pek görünmeyen taraflar eklemekle mümkündür belki de..
Bachmann’ın
gündelik olanla, gündelik konuşma dili ile, gündelik hayatın şeyleri ile
tanışması, genellikle son şiirlerine denk geliyor. Onun dışında daha fazla
çağrışımları aha “anıtsal” gibi görünen bir dil içinde karıyor kelimelerini.
Daha ekonomik değil, dil kullanımı ama daha arındırılmış, gündelik olanın
hayhuyundan arındırılmış bir yanı var. “Büyük Ayı’ya Çağrı” bir sal yapma
çağrısı ile başlar, Mercan’lar, dağlar, gece, yıldız, rüzgar, yaprak vs.
Şiirlerinde Bachmann’ı ya da okuru “bugün” içinde konumlandırabilecek, çok az
ipucu vardır bana göre.
Daha önce
de belirttim, Malina “bugün” ile başlar, Bachmann için en temel sorun olarak.
Ve Zaman, zamanın bilinci her şeye yakın olmanın bu zorunlu durumu bir sürü
şeyi yapmaktan alıkoyar bizi
“Bunca
yaşamda ve ölüme bunca yakın,
o yüzden
hesaplaşamıyorum kimseyle,
koparıp
alıyorum yeryüzünden kendi payımı;
saplıyorum
yeşil hançeri yüreğinin ortasına
Atlas
Okyanusunun, kendi sularımda boğuluyorum.
Tarçın
kokusu yükseliyor çatıdaki kuşlarla!
Katilim
olan zamanla yalnız başımayım.
Esrikliklere
ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.”
Fakat bu
zamandır ki –katilimiz olan Zaman- geçmiş ile gelecek arasında bugünü de var
eder. O yüzden ancak Zaman’ın yanında onunla birlikte sığınılabilir
maviliklere. Geçmiş olanın da dili zamanda gizlidir.
“ben
almanca diliyle
çevremde
kendime mesken
edindiğim
bu bulutla
bütün
dillerde sürüklenmekteyim.”
Ve sanki,
çelimsizce ve haddi olmayarak aldığı bu sözü, yine suskunluğa ulaşmak için
zaman içinde kullanacak, eskitecektir.
“söz bende
şimdi, onu
hüznün
elinden aldım,
layık
olmaksızın, çünkü ben
nasıl da
layık olabilirim
bir
başkasından – ben ki,
kendim gökten
düşüp
içimize
yayılan o korkunç
ve
yabancı, bu dünyanın
bütün
güzelliklerine ve
kötülüklerine
katılan bulut
için, bir
kaptan başka
bir şey
değilim.” (Budala, Prens Mişkin’in bir monologu)
Bir söz
bulutundan bahsediyor Bachmann. Belki de her sözün, geçmişe ait her sözün
etrafını saran bir söylem bulutundan, ağır ve kasvetli bir buluttan, bir yan
okumalar cehenneminden ve bir kurgular, örgüler ağından da bahsediyor. Öyle ya,
eğer geçmişi örneğin Faşizmi ortaya çıkaran da bu sözler olabilir pekala. Ya da
bu sözlerin içinde, söylenmemişler..gizlenmişler ya da görünememiş olanlar. Bu
yüzden Bachmann’ın “söz bulutu” tam anlamı ile bir “söylem bulutu”dur bana
göre.
Belki de
dil, ya da şiirdeki dil, işte bu bulutun ağırlığını ne kadar hafifletebilirse,
onun toplumsal ama baskıcı yanını ne kadar törpüleyebilirse, okur ile hem tek
tek hem de büyük ölçeklerde bağlantı kurabilecektir. Ne yazık ki bu şairi,
şiirinden soyutlayan, onu kelimeleri seçen birine indirgeyen bir düşünce.
Bachmann’ın Türkçe’ye çevrilmiş şiirleri bile bu tür bir boyunduruktan
kurtaramaz okuyucu. Sonuçta arkalarında illa da hesaplaşılması gereken bir
“geçmiş”in kelime izlerini bırakırlar. Kelimelerini değil, izlerini sadece..
O yüzden
örneğin Bachmann’ın birey olarak içine girdiği “dil” deneyimi asla ve asla,
sadece Ingeborg Bachmann’ın kişisel tasarrufu değil, daha başka büyük
sistemlerin dillerinin çarpışmasıdır. (Fatih Altuğ, Mizan Sayı 9, “Yazı
Antropolojik Savaş Aleti”). Bu yüzden belki de “o sözleri ödünç aldığını” ya da
“layık olmadığını” ve sadece bir “kap” olduğunu söyletecektir Mişkin’e.
Elbette
sadece bu değildir, ama Bachmann’ın şiir eleştirilerini daha çok bilimsel,
nesnel değil, “canlı bir yargıya” dayandıran ve ancak öyle
anlaşılabileceklerini söylediği “canlılık” da bu karşılaşmadan, antropolojik
karşılaşmadan nasibini alacaktır. Bachmann hiçbir zaman dil’in boyunduruğundan
kurtulamamıştır sonuçta..o yüzden “tek kelime etmeyin/siz/kelimeler” der.
Kelimeler de geçmişin, bugün üzerine kurduğu tahakkümün araçlarıdır..
Bu kalıpları
sadece estetik kalıplar olarak görüp, onlardan kurtulmayı göze alan Jandl’ın
yanında biyografisini gözden çıkararak bunun daha içsel bir deneyim olduğunu
bize gösteren Bachmann arasındaki fark, Bachmann’ın yapıcılığı ile Jandl’ın ve
diğer radikal metincilerin, avangardların, “Edebiyat Öldü” sayısı ile Kursbuch
dergisinin, Kaspar oyunu ile Hendke’nin, ya da tamamen kendi kişisel
varoluşunun edebiyatını, en karamsar biçimde yapan Thomas Bernhard’ın içkin
yıkıcılığının yanında daha üstte değildir. Bu belki de bize Avrupalı Modern
estetiğin ilmek ilmek çözüldüğünü gösteren işaretlerdir. Alman dili ve çevresi
için gecikmiş bir modernliğin sorunsal olarak edebiyata yansıması, sanatçının,
Bachmann’ın şiirlerindeki gibi “toplumsal alanda belleğe dayanma, öznelliğin
sınırlanmasına ve toplumsal tutarlılığın çözülmesine direnme arzusunu” gösterir
(Huyssen). Fakat bunun ötesinde, Bachmann’ın şiirleri üzerinden söylemek
gerekirse:
“ne varsa
bırakıp git, ey düşünce!
Acılarımızdan
başka bir şey olmasın hamurunda.
Bütünüyle
tercüman ol bize!”
Onarımcılıktan
öte, geçmişin onarılmasından öte bir işlev de görmeyecektir “söz” ve sanatçıyı
da geçmişin içinde bir yerde konumlayıp, söz bulutunun içinde boğup,
öldürecektir. Kaldı ki “geçmişin” kurgulanmasını ve meşrulaşmasını sağlayan,
onu herkes, her dil için örgütleyip, hizaya sokan da yazının kendisinden
başkası değildir...o “kap” metindir/gövdedir, ve ancak sözü taşırdıkca işe
yaramaktadır..
Kaynaklar:
Alacakaranlık
Anıları – Andreas Huyssen (metis)
Ingeborg
Bachman – Toplu Şiirler YKY
Bu
Tufandan Sonra – Bachmann Seçkileri (metis)
Frankfurt
Dersleri – Bağlam Yayınları
Geçmişim
İşlenmesi Ne Demektir? – Adorno, Defter sayı 38
En İyisi
Saksafon - Ernst Jandl, YKY
Sanayileşme
– Edebiyat İlişkileri Açısından Alman Naturalizmi – Dr. Sevim Acar (işaret)
Malina –
Bachmann (B/F/S Yayınları)
No comments:
Post a Comment