Gün Zileli,
Türkiye’de sol siyasetin ilginç isimlerinden biri. Hatıraları, mücadeleci
kişiliği ve siyasi polemikleriyle hatırlanıyor. “Mevsimler” onun yeni romanı.
Ellili yılların sonundan 12 Eylül’e varan aşağı yukarı çeyrek asırlık bir
dönemi, mevsimler metaforunu kullanarak bölümlendirmiş. Dönemin gençlerini ve
değişen siyasetini, devrimcileri ve örgütleri anlatıyor. Dinamik, derinlikli ve
oldukça renkli bir roman Mevsimler. Zileli ile romanı ve dolayısıyla o günlerin
romandaki yansımalarını konuştuk.
Roman,
Camus’dan bir epigrafla başlıyor. Mevsimler ve kahramanlarını katarak soruyorum.
Nedir “hiç kimse olamamaya çalışmak”?
Camus’un bu
sözünü romana başladığım ilk günlerde benimsemiş ve roman yazımının başına
koymuştum. Öylece de kaldı. Belki roman ilk başladığı noktadan başka yerlere
doğru yol aldı ama Camus’un bu sözünün orada kalmasını istedim. Bu söz,
varoluşçuluğu, yabancılaşmaya karşı var olmayı çok iyi anlatıyor ki, bence
romanın başkahramanlarından Gediz’in bocalamalarına ve trajedisine oldukça
uygun. 1960’ların ilk yarısının dönem ruhuna da.
Türkiye’de
pek dikkat edilmiyor ama 27 Mayıs ertesi ve 1968 öncesi bir dönem var.
Bütünüyle tanımlamak için söylüyorum bohem bir devre sanki. Ve sanki ilk
devrimciler o bohemlerden çıktılar. Romanda böyle bir değişim görülüyor.
Hemen
ardından bu sorunun gelmesi iyi oldu. Yukarda tam da buna giriş yapmıştım
aslında. Evet, kesinlikle böyle bir dönem var. Gösterilmek istenmeyen ya da
unutturulmak istenen bir dönem. Her şey 1968’le başlamış gibi gösteriliyor.
Oysa 1968 başlangıç değil, sonuçtur, hatta bir anlamda da sözünü ettiğimiz dönemden
bir kopuştur. Üstelik bir yönüyle olumsuz bir kopuş.
Bu dönem
elbette bohemliği içerir ama sadece ondan ibaret değildir. Daha doğrusu içeriği
zengin bir bohemliktir bu –bohemlik biraz amaçsızlıkla karıştırıldığı için
söylüyorum -. 1968’in öncelidir, onu hazırlayan dönemdir bu. O dönemde
klasikleri de okurduk, Dmitir Dimov’un Tütün’ünü de okurduk ama Camus’nun
Yabancı’sını ve Kafka’nın Dava ve Şato’sunu daha çok okurduk. Potemkin
Zırhlısı’nı izlerdik ama bir yandan da Avant-Garde filmleri, örneğin Godard’ın
Serseri Aşıklar’ının ve Resnais’in Hiroşima Mon amour’unun hayranıydık. Mahmut
Makal’ı da okurduk, Ferit Edgü ve Demir Özlü’yü de. Mevsimler de gözlerden
saklanan bu dönemi anlatıyor. Ve tabii ardından gelen 1968 fırtınası her şeyi
dağıtıyor. Olumlu ve olumsuz yönleriyle. En büyük devrimci dönüştürücü olan
edebiyat ve sanatın yerini, siyaset ve salt iktidarın ele geçirilmesi anlamında
“devrim” alıyor, hatta artık sanat ve edebiyat küçümsenmeye başlıyor. SBF
kantinini anlatan sahnede atmosferin değiştiği hemen algılanıyor zaten.
Bohemleri
konuşmuşken…Atok ilginç bir karakter. İlk kazanan ve ilk kaybedeni romanın.
Siyasetin her şeyden daha önemli olduğu günlerde değer kaybediyor, tutunamıyor.
Roman için neye denk düşüyor Atok.
1960’ların
rüzgârına ulaşamayan “asi gençleri” temsil ediyor. Yani ilk gençliklerini
1960’larda değil de 1950’lerde yaşayan kuşağı. Bu gençler, James Dean’le
Nathalie Wood’un oynadığı Asi Gençlik filminde anlatıldığı gibi başına buyruk
ve maceracıydı. Kendilerinden sonra gelecek olan, ideallere sıkı sıkıya bağlı
1960 gençliğinden kesinlikle farklıydılar. Bireyci ve delibozuktular, elbette
Atok gibi en belirgin temsilcilerinden söz ediyorum. Bu yüzden de duvara çarpıp
parçalandılar. Bu kuşak da pek bilinmez. Belki de 1960 gençliğinin
habercisiydiler ama onlardan hiç söz edilmez. Mevsimler’de bu gizli tarihe de
girilmiş olunuyor Atok aracılığıyla.
Rü. için dört
mevsimden söz edebilir miyiz?
Tabii ki.
Herkesin kendi mevsimleri var. Rü.’nün mevsimleri sınıfsal döngülerle ortaya
çıkıyor. Burjuva eğitimi almış kolejli bir kız ne işlere giriyor, ne işlerin
altından kalkıyor ve sonra nasıl başladığı yere geri dönüyor…
Suat nasıl
yükseliyor ve nasıl yalnızlaşıyor. Örgüt mü büyüyor, örgüt mü küçülüyor. Yoksa
devrimci siyaset mi başkalaşıyor.
Suat,
zekâsıyla, atılganlığıyla ve entelektüel yetenekleriyle tipik bir öncü.
Dolayısıyla bir öncünün yaşayabileceği her türlü coşkuyu ve hayal kırıklığını
yaşıyor. Örgüt mü? Örgütler süreklidir ama aslında hiçbir şeydir. Cansız
nesnelerdir. Kartondan şatolardır. Yapılır yapılır yıkılırlar. Yıkıntının
altında kim kalıyor, esas önemli olan budur. Bu önemsenmez. Mevsimler
yıkıntının altına ışık tutuyor.
Son soru
özel, bir okur olarak, sahiden iyi yazılmış, çok canlı, edebi tatları olan
hatıralarınız vardı. Ama doğrusu sizin edebiyata dahil olmanız sürpriz oldu.
Devam edecek misiniz?
Belki pek
bilinmez ama elli yıldır edebiyatın içindeyim. İlk öykülerim 1966-1968 yıllarında,
Hüseyin Cöntürk’ün Yordam dergisinde ve Halil İbrahim Bahar’ın Soyut dergisinde
yayınlandı. Bu öykülerim ve başkaları, bundan birkaç yıl önce Yaba
yayınlarından, Yüreğe Yağan Kar adıyla yayınlandı. Ayrıca daha önce yayınlanmış
üç romanım daha var: Deniz Orada (Sel, 1995); Bahar ve Tipi (Telos, 1997);
Komün (Yaba; 2007).
Toplumsal
hareketin dalgaları beni edebiyatın kıyılarından alıp alıp sürükledi ama ben
her seferinde yeniden o kıyıya doğru yüzmeye çalıştım. Aceleci ve atılgan
karakterimdi beni edebiyattan koparıp toplumsal mücadelenin dalgalarına atan.
Şimdi düşünüyorum da, aslında bir bakıma böyle karmaşık bir süreç yaşamam iyi
de olmuş. Toplumsal mücadelelerin içinde yoğrulmasam Mevsimler gibi bir roman
yazamazdım.
Söyleşi:
Serap Uysal – edebiyathaber.net (12 Eylül 2014)
No comments:
Post a Comment