Friday, 12 September 2014

Şükrü Argın: “Edebiyat 12 Eylül’ü Kalben Destekledi”

Osman Akınhay’ın Mesele dergisinin Eylül 2007 sayısında gerçekleştirdiği söyleşi:

“Son yıllarda tartışılageldiği üzere, 12 Mart döneminin kendi edebiyatını yarattığı söylenirken, 12 Eylül dönemi açısından aynı saptama pek yapılamadı. Hatta, 1980’lerin ikinci yarısında Belge Yayınları’nın yayınladığı seri kitaplardan hareketle, yeren bir dille ‘hapishane edebiyatı’ndan söz edildi. Sence böyle bir ikilik kurulabilir mi, ya da bu, iki ana dönemin edebiyata yansımaları açısından anlamlı bir çerçeve oluşturulabilir mi?

Şüphesiz 12 Mart’ın ‘kendi edebiyatını yarattığı’ iddiası tartışma götürür; zira bu, nicelikten çok nitelikle ilgili bir iddiadır. Ancak 12 Mart’ın edebiyata 12 Eylül’den daha çok yansımış olduğu şüphe götürmez bir gerçek. 12 Eylül’le ilgili, özellikle de 12 Eylül hapishanelerinde yaşananları konu edinen kitap sayısı belki de 12 Mart’ınkinden çok daha fazladır, bilemiyorum. Fakat bunların çoğu bizzat bu olayları yaşamış insanların kaleme aldığı ve doğallıkla, edebiyatın kaldıramayacağı dozda gerçeklik içeren metinlerdir. Yani, edebi değerlerinden çok, tarihsel anlamları sebebiyle yayınlanmış kitaplardır. ‘Hapishane edebiyatı’ diye nitelenmeleri ve bu şekilde edebiyatın anayurdundan sürülmeleri büyük ölçüde buna bağlı olmalı. Oysa 12 Mart’ta durum böyle değildi. 12 Mart kendine edebiyatın odağında yer bulmuş bir olaydı. Dolayısıyla, 12 Eylül’ün -bu anlamda- edebiyatın aynasında pek yansımadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, edebiyatımız 12 Eylül karşısında, içinde yer aldığı toplumun genel sükûtunu pek bozmamış; sanki böyle bir felaket yaşanmamış gibi davranmayı seçmişe benzer.

Bu sükûtun temel sebebi, Nurdan Gürbilek’in Mesele’nin 4. sayısında dile getirdiği bir saptamada aranabilir, diye düşünüyorum. Gürbilek burada, 12 Mart’ta ‘ateş topu’nun 12 Eylül’e göre edebiyatın çok daha yakınına düşmüş olduğunu; edebiyatçıların 12 Mart mağdurlarını, 12 Eylül mağdurlarına göre kendilerine çok daha yakın bulduklarını söylemişti. Şüphesiz bu açıklayıcı olmaktan çok, betimleyici bir saptamadır. Ama buradan ilerleyebileceğimizi düşünüyorum.

Öyleyse şu soruyu sorabiliriz: 12 Eylül’de ‘ateş topu’ neden edebiyatın uzağına düşmüştür? Ya da şöyle soralım: 12 Eylül neden edebiyatın canını fazla yakmamıştır?

Tabii ki, 12 Mart’a göre, diye ekleyerek soruyoruz bu soruları. 12 Mart’la mukayeseli biçimde yaklaşıyoruz 12 Eylül’e. Burada biri sübjektif, diğeri objektif nitelik taşıyan başlıca iki sebepten söz edebileceğimizi düşünüyorum. Sübjektif sebep, 12 Mart’a ve 12 Eylül’e giden süreçler içinde Sol’un genelde düşünce, özelde de edebiyatla ilişkisiyle ilgilidir. 12 Mart’a giden süreçte, şimdilerde 68’liler ya da 47’liler olarak adlandırdığımız kuşağın düşünce, dolayısıyla edebiyatla ilişkileri, 78’liler ya da 57’liler olarak adlandırdığımız kuşağınkine oranla daha sıkıydı, diyebiliriz sanırım. Başka yerlerdekilerle karşılaştırıldığında bizim 68’lilerimizin teorik üretiminin nicelik ve -özellikle de- nitelik olarak hayli zayıf kaldığı söylenebilir elbette; ancak -hiç şüphesiz- kendinden sonraki kuşağın verimiyle karşılaştırıldığında durum hiç de böyle değildir.

78’lilerin daha çok ‘pratik’le meşgul oldukları; farklı düşüncelerle temas kurmayı bir yana bırakalım, kendi düşüncelerini inşa etme, geliştirme ve genişletme konusunda bile pek kafa yormadıkları, belki de -içinde bulundukları şartlar sebebiyle- yoramadıkları bence aşikar. Şüphesiz bunda 60’lardan 70’lere hareketin giderek ‘kitleselleşme’sinin ciddi bir payı var. Yani, radikal hareketlerin evrensel trajedisi bizde de yaşandı. Hareket, kitleselleştikçe teorik ihtiyaçlarını pratiğin ihtiraslarına feda etmek zorunda kaldı ve doğallıkla inceliklerini yitirip ‘düzleşti’.

12 Eylül’de ‘ateş topu’nun edebiyatın görece uzağına düşmesini sübjektif olarak bu ‘düzleşme’ye; hareketin genelde düşünce,  özelde edebiyatla ilişkisinin giderek gevşemesine bağlayabileceğimizi düşünüyorum. Kısacası: 12 Eylül’de edebiyatın bir bakıma menzil dışında kalmasında, Sol’un edebiyatla dirsek temasını büyük ölçüde yitirmesinin, hatta süreç içinde kendini edebiyattan uzak tutmasının, edebiyatı kendisinden uzaklaştırmasının da payı var.

Objektif sebepten kastın ne?..

Bu da bence, kapitalizmin -sadece muhalif radikal hareketleri değil, aynı zamanda edebiyatı da krize sokan- küresel düzeydeki zaferiyle ilgilidir. Deyim yerindeyse, bir tür ‘pan-kapitalizm’ çağına girdik ve bu çağda kapitalizm, sadece muhalif radikal hareketleri değil, genelde sanatı, özelde edebiyatı da mecalsiz bıraktı. ‘Pan-kapitalizm’ çağında -bana öyle geliyor ki- radikal politika ile has sanat aynı ruh hali içinde kıvranıyor: beyhude olma hissi.

Şeylerin oldukları şeyden başka bir şey olabilecekleri inancı yıkılmıştır bir kere. Kapitalizm sadece rakiplerinin değil, Tarih’in de markajından kurtulmuş ve kendisini doğallaştırmıştır. ‘Başka bir dünya’nın mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir radikalizm nasıl mecalsiz kalırsa, ‘başka bir hayat’tan söz etmenin  mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir edebiyat da mecalsiz kalır. Dünya ya da hayat… Önemli olan sözcük bunlar değil. Önemli olan ‘başka’ sözcüğü. Radikal politika ile has edebiyatı aynı krizde buluşturan, yaşadığımız dünyada ve hayatta ‘başka’ sözcüğünün anlamını yitirmesidir. Şimdi ve burada olup biten şeylere bambaşka bir açıdan bakabileceğimiz bir noktaya yerleşememek… Bugünün meselesi bence bu.

Oysa, has edebiyatçılar geleceğe seslenen insanlardır. Onların okurları bile başkadır; hatta, namevcutturlar. Olsa olsa müstakbel okurlarından söz edilebilir. Çoğu günümüz yazarı gibi, hazır ve nazır bir okur kitleleri yoktur. Sözlerini önceden belirlenmiş okur profillerine isabet ettirmeye çalışmazlar. Daha açıkçası, Piyasa’ları yoktur; Tarih’e, yani belirsizliğe, boşluğa seslenirler. Kulakları bugünden değil, daha çok yarından gelecek yankılardadır.

12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan süreçte, edebiyatın içinde yer aldığı sosyo-kültürel atmosfer esaslı biçimde değişime uğramıştır açıkçası. Edebiyat, ‘geleneksel’ diyebileceğimiz bir atmosferden çıkıp hızla muvakkaten ‘modern’ diyebileceğimiz bir atmosfer altına girdi. Türkiye şartlarında esas olarak ‘solcu’ entelektüel şahsiyetlerin ve bu türden şahsiyetleri bir araya getiren ‘cemaatler’in hegemonyası altındaki ‘geleneksel’ kültürel atmosfer hızla çözüldü ve yerini ‘piyasa’nın belirleyici olduğu yepyeni bir kültürel atmosfere bıraktı.

Bu dönüşümün en açık göstergesi, yayıncılığın bir sektör haline gelişidir. Caddelere bakan küçük kitabevlerinin yerini alışveriş merkezleri içine kapanmış büyük ‘bookstore’ların alması bu sürecin oldukça manidar göstergelerinden biri olarak alınabilir. Eskiden bir nevi ‘kanaat önderi’ gibi iş gören kitapçının yerini ‘tezgâhtar’a, ya da daha yerinde bir ifadeyle ‘satış  elemanı’na bırakması basit bir dönüşüm değildi. Yayıncılığın, dolayısıyla edebiyatın üzerine nasıl bir ‘alev topu’nun düştüğünü görmek için, herhangi bir ‘bookstore’a uğrayıp oradaki raf dizaynına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir. ‘Çok satanlar’, ‘yeni çıkanlar’ ve ‘diğerleri’… Bu üç temel kategori ‘eleştiri’ denen kurumun da çöküşüne işaret eder; şimdi belirleyici olan, edebiyatın ‘muhafız birlikleri’ değil, Piyasa’nın ‘taarruz birlikleri’dir.

Bu dönüşümün, yani piyasanın egemenliğinin bizi burada ilgilendiren en ciddi sonucu, ‘kamunun kategorizasyonu’dur, diyebiliriz. Geleneksel dilde ‘halk’ denen şeyi parçalayıp ondan kısmi müşteri profilleri oluşturmak ve dolayısıyla, ‘kamusal bilinç’ diyebileceğimiz şeyi hızla aşındırmak, giderek yok etmek, bence piyasanın en zararlı etkilerinden biri oldu. Geleneksel dönemde kamunun ‘bilinci’ değilse de ‘vicdan’ı durumda olan ve büyük ölçüde bu bilinçle hareket eden edebiyatın üstüne düşen asıl ‘ateş topu’ buydu. Yani, edebiyatın ‘kamusal vicdan’ olmaktan çıkmasıydı; daha doğrusu, söz konusu ‘vicdan’ı mümkün ve gerekli kılan ‘kamu’nun parçalanmasıydı asıl felaket; 12 Eylül’ün ‘ateş topu’nun edebiyatın uzağına düşmesini de açıklayabilecek türden çok daha genel bir felaket…

Ateş topu azgın alevi içine aldıklarını yakarken, hatta uzakta kalanları da ateşinin etkisiyle dağıtırken, yine de yazmanın imkânları ve vasıtaları içerisinde bir ‘boşluk’, bir ‘zemin’ kalmış olmalıdır. Aksi takdirde, bütün gericilik ve faşizm dönemleri yaşanırken ortaya tek bir eser konmamış olması gerekirdi. Oysa, Mehmet Eroğlu’nun ‘80’li yıllardaki romanları bir yana, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk dahil olmak üzere, Türkiye’nin yakın tarihinden antik mazisine kadar uzanıldığı, hatta ‘90 sonrası döneme de eğilindiği (örneğin, Pamuk’un Kar romanı), fakat 1980 onyılının ısrarla es geçildiği görülüyor. Nasıl bir kara delik bu?

Yazmayı imkânsızlaştıran bir felaketten söz etmiyoruz ki. Belki çok kötü bir tabir ama, edebiyat zaten esasen felaketlerden beslenen bir faaliyettir. Burada sorun, edebiyatın felaketin menzili dışında kalmasıydı. Daha da kötüsü, edebiyatın kendini felaketin dışında hissetmesiydi. Felaketi hissetmemesiydi, yani. Asıl açıklanması gereken bu; dolayısıyla, edebiyatın duyargalarının körelmesinin sebepleri üzerinde durmamız gerek.

Öyleyse, soruyu tekrarlamak durumundayız: 12 Eylül’de ‘ateş topu’ neden edebiyatın uzağına düşmüştür? 12 Mart’a göre tabii… Yukarıda ‘odak değişimi’nden söz etmiştim. Belki bunun yerine ‘odağın parçalanması’ndan söz etmek daha uygun olacak. 12 Mart’ta edebiyatın gözlerini felaketten kaçırmak gibi bir lüksü yoktu pek. Olup bitene bakmak zorundaydı. Zira o zamanlar edebiyat ‘sorunun içinde’ydi. Bazı yazarlar zaten olayın bizzat içindeydiler; önemli bir kısmı da, olayın olmasa da -Murat Belge’nin bir yerde 12 Mart romanlarını değerlendirirken söylemiş olduğu gibi- ‘sorun’un içindeydi. Başka bir deyişle, 12 Mart şu ya da bu şekilde edebiyatın odağındaydı.

12 Eylül’de böyle bir ‘mecburiyet’i kalmadı edebiyatın. Burada ‘mecburiyet’i yerine ‘yetisi’de diyebiliriz elbette. Sorumluluğu vardı da yerine getirmedi, demek istemiyorum; bu nedenle, ‘mecburiyet’ yerine ‘yeti’den söz etmek çok daha yerinde olur. Edebiyat 12 Eylül’e baksa bile göremezdi; zira görme, o biçimde görme yetisini yitirmişti. Bunun sebebi bence, yukarıda değinmiş olduğumuz süreçtir: ‘kamu’nun parçalanması. Daha önce politika üzerindeki yıkıcı etkilerinden söz ettiğimiz bu parçalanma sürecinin, edebiyat üzerinde de benzer etkiler gösterdiğinden söz edebileceğimizi düşünüyorum.

12 Eylül, edebiyatın odağında kendine yer bulamadı; çünkü edebiyatın artık odağı yok. Şimdi daha çok bir ‘kaleideskop’u andırıyor edebiyatın merceği. Parça parça, kırık dökük görüntüler dışında ele avuca gelir bir şeyler düşmüyor artık oraya. Kısacası, ‘kamu’ ile birlikte onun ‘vicdan’ı olan edebiyat da parçalandı.

12 Mart’ta yaşananlar o zaman anlatılabilir türden şeylerdi; anlattıklarınıza kulak verecek bir ‘kamu’ vardı her şeyden önce. Oysa 12 Eylül aynı şekilde anlatılabilir bir olay değil. 12 Eylül’de yaşananları kim, kime, nasıl ve neden anlatacak ki! Yanlış anlaşılmasın, ‘anlatılabilir olmama’yla, olayın vahametine; yaşananların dile getirilemeyecek türden olaylar oluşuna işaret etmek istemiyorum sadece. Bu da var tabii; ancak, sorun çok daha başka bence.

12 Eylül, 12 Mart’a göre birçok bakımdan çok daha geniş kapsamlı bir darbe olmasına rağmen, onun açmış olduğu yara -tuhaf bir şekilde- toplumsal vicdanda diğerinin açmış olduğundan çok daha az yer kapladı. Ya da belki yukarıda söylemiş olduklarımla tutarlı biçimde şöyle demek daha doğru: 12 Eylül’ün ‘ateş topu’, tam da ‘toplumsal vicdan’ denen şey üzerine düştü; öncelikle onu parçaladı. Dolayısıyla, 12 Mart’takine göre -miktar olarak olmasa da oran olarak- çok daha geniş bir kesimin vicdanen menzil dışında kalmasına imkân verdi. 12 Eylül’ün toplumun geniş kesiminde bir tür ‘ferahlama’ yaratması; hatta bazı kesimlerde bir tür ‘özgürleşme’ hissine vesile olması gerçeğini başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Sanırım şu gerçeği görmek bile yeterli: 12 Eylül’ün fiili zulmüne doğrudan muhatap olmuş insanların 12 Eylül’e ilişkin algıları ve yaşantıları ile onların bizzat kendi ailelerinin 12 Eylül’e ilişkin algıları ve yaşantıları arasında bile ciddi mesafe vardı. Ailelerin büyük çoğunluğu elbette süreç boyunca çocuklarının ‘yanında’ yer aldı; ancak bu doğal ‘yandaşlığı’ siyasal bir 12 Eylül karşıtlığı olarak görmek de pek doğru olmaz sanırım. Çocukları o an içeride olan birçok ailenin 12 Eylül darbesiyle tuhaf ancak açık bir ferahlama yaşadıklarını hatırlıyorum. Şüphesiz bu ‘ferahlama’yı politik bir 12 Eylül yandaşlığı olarak görmemek de yerinde olmaz. Ortada, kelimenin bu topraklarda kazanmış olduğu özel anlamla birebir örtüşen türden ‘politik’ bir tavır var: Son derece doğal sebeplerle politik olan her şeyi askıya alma ve doğal korunma refleksleriyle idare etme… 12 Eylül’ü anlamaya çalışırken, sanırım, en çok bu ‘şizofrenik’ hal üzerinde durmak gerek.

Kafka’nın Dönüşüm’ünde beni derinden sarsan bir sahne var. Hani, Samsa böceğe dönüşmüş de ailesi ona nasıl davranacağını bilemez haldedir ya… Annesi, babası, kız kardeşi ona hâlâ ailenin üyesi bir insan olarak mı, yoksa artık evdeki herhangi bir böcek olarak mı davranacakları konusunda bocalamaktadırlar. Bu sahne bana insanlık tarihindeki en derin yarılmaya işaret edermiş gibi görünür. Hele, Samsa’nın içlenip ağladığı, fakat kız kardeşinin, onun gözlerinden akan sümüksü sıvıdan iğrendiği sahne var ya, işte bu sahne bana söz konusu yarılmanın en sarsıcı anıymış gibi görünür. 12 Eylül’ün bizim tarihimizde işte bu türden bir yarık açtığını düşünüyorum. Üzerinden ancak unutuşun ipine tutunarak atlayabileceğimiz bir yarık…

Hiç kimseyi suçlamaya gerek yok; şu ya da bu şekilde unutmamış, yani şu ya da bu şekilde ‘üzerinden atlamamış’ olsak, hiçbirimizin şimdi bu tarafta olamayacağı bir yarık bu. 12 Eylül mağdurları ile sadece edebiyat değil, bir bütün olarak Türk toplumu arasında, Samsa ile kız kardeşi arasındakini aratmayacak türden tarifi imkânsız bir mesafe olduğunu ve bu mesafenin hâlâ kat edilememiş halde orada öylece durduğunu ve Türk toplumunun geri dönüp -şu ya da bu şekilde- bu mesafeyi kat etmeden hiçbir yere gidemeyeceğini düşünüyorum.

Felakete, belki de onun tam ortasında yaşamış gerçek evlatlarından bile daha yakın olan aileler eğer bu durumdaysa, eğer onların kendi evlatlarıyla aralarında böyle soğuk bir mesafe varsa, içeridekileri doğası gereği ancak ‘mecazen’ evlatları olarak görebilecek olan edebiyatın içine düşeceği durumu siz düşünün. Aslında pek düşünmeye de gerek yok. Senin de vurgulamış olduğun gibi, edebiyat -elbette genelde- aslında 12 Eylül’de felaketin tam ortasında yaşayanları mecazen bile ‘evlad’ı olarak görmedi, göremedi. Zira tıpkı bizim gibi, tıpkı analarımız, babalarımız, kız kardeşlerimiz gibi edebiyat da aslında 12 Eylül’ü -elbette aklen ve lafzen olmasa da- kalben destekledi. Şüphesiz ‘kalben destekleme’yi -edebiyatın ruhuna uygun biçimde- mecazen kullanıyorum. Ancak böyle olması ‘desteğin’ gerçekten olmadığı anlamına da gelmiyor tabii. Zira, sükûtun ikrardan geldiğini hepimiz biliyoruz. Söz söyleme sanatı olarak edebiyatın sükûtu ise -söylemeye bile gerek yok- iki kere ikrardır.

12 Eylül’ün çıplak şiddeti, solun bariz yenilgisi ve toplumun ‘maraz yaratan demokrasi’nin tasfiye edilmesini gönülden desteklemesi – edebiyatın, arabayı kendi elleriyle ittirerek vicdanı giyotine göndermesi… Yukarıda dikkat çektiğin ‘şizofreni’den daha öte, daha şuurlu bir ‘kasti cürüm’e işaret ediyor denebilir mi buna?..

Toplumun ‘demokrasinin  tasfiye edilmesini  gönülden desteklemesi’ yerine ‘kerhen’ desteklemesinden söz etmemizin daha doğru olacağını düşünüyorum. Neden daha doğru olacağını temellendirmeye kalkışmayacağım bile. Zira eğer dediğin doğruysa, bizim burada ayaklarımızı basabileceğimiz bir karış güvenilir toprak bile yok demektir. Öyle ya, eğer toplum 12 Eylül’ü topyekûn ve koşulsuz desteklediyse, bizim bu toplumda işimiz ne? Dahası ‘biz’ kimiz? Bu nedenle, ‘şizofreni’den söz etmekte ısrar ediyorum. Dolayısıyla, “şuurlu bir ‘kasti cürüm’e” işaret etmek bana pek isabetli bir saptama değilmiş gibi görünüyor. Öyle olsaydı, 12 Eylül’ü anlamak kolay; ancak, artık burada yaşamak pek zor olurdu. Ben şahsen, 12 Eylül söz konusu olduğunda, tam tersine şuursuz, ancak bir o kadar hayati reflekslere dikkat sarf etmek durumunda olduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla, sanırım şunu söyleyebiliriz: 12 Eylül’ü -özellikle de toplumun ona karşı sergilediği refleksleri de hesaba katarak- anlamak epeyce güç bir iş; ancak, hâlâ burada yaşayabilmek için üstesinden gelmek zorunda olduğumuz bir güçlük bu.

Aynı şey edebiyat için de geçerli. Edebiyatın, 12 Eylül’ü bilinçli bir şekilde desteklediğini söyleyebileceğimizi pek sanmıyorum. Üstelik, bunu söylemek -bence- işi hafife almak olurdu. Ben, edebiyatımızın 12 Eylül’e yönelik körlüğünün altında bilinçli tavırlardan çok -deyiş yerindeyse- ‘bilinçaltı’ndan kaynaklanan tepkilerin yattığını düşünüyorum. Ya da şöyle ifade edeyim: 12 Eylül, edebiyatımızın bakmadığı değil, bakamadığı bir olaydır. Başka bir deyişle, edebiyatın gözlerini kaçırdığı değil, gözlerini üzerine çeviremediği bir olaydır 12 Eylül. Baksa, bakabilse, tıpkı içinde yer aldığı toplum gibi, kendi felaketini görecektir çünkü.

Yani edebiyat, tarihin vicdanı olmaya değil, konjonktürel dalganın üstüne oturmaya yöneldi, diyebilir miyiz? Oysa bütün büyük edebiyatlar bize hep tam tersinin iyi ve kalıcı olduğunu gösterdi. Belki de 12 Eylül sonrası edebiyatın ‘iktidarsızlık’tan kurtulamamasını burada aramalıyız, bu ‘kaçış’ta ve hatta ‘görmezden geliş’te?..

Eğer bu cümleyi sanki ‘edebiyat’ diye bir özne varmış da, o iradi bir biçimde bunu seçmiş gibi anlamazsak, evet. Öyleyse şöyle ifade etmek daha uygun olur: Edebiyat ‘dalganın üstüne oturmaya yönelmedi’, tam tersine o dalganın üzerinde buldu kendini. Dolayısıyla, 12 Eylül sonrası edebiyatı ‘kaçış’la suçlayamayız. Sadece dalgayla birlikte sağa sola savruluşunu anlamaya çalışabiliriz onun, o kadar. Üstelik artık ‘büyük’ diyebileceğimiz bir edebiyat da kalmadı ortalıkta ve zaten asıl sorun da bu. Dolayısıyla, masumiyetini sorgulayabileceğimiz bir edebiyat gövdesi yok artık önümüzde; daha çok, paramparça olmuş, ‘piyasa’ denen dalga üzerinde bir o yana bir bu yana savrulan, dolayısıyla her şeyden önce kendi masuniyetini ve masumiyetini yitirmiş yüzer gezer çeşitli edebiyat organları var karşımızda.

Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin ‘katı olan her şeyi buharlaştıran’, ‘kutsal olan her şeyi dünyevileştiren’ yıkıcı gücünden söz etmişti, övgüyle. Doktorun, filozofun, teologun, şairin kafasının üstündeki halenin alaşağı edilişini alkışlamıştı. Şimdi biz, Marx’ın yaşadığı günlerden bugünlere giderek yayılan, dallanıp budaklanan aynı sürecin içindeyiz; ancak tam tersine kaygıyla bakıyoruz bu sürece. Hatta korkuyla… Zira edebiyatın ‘halesiz’ hali hiç de iç açıcı değil. Marx, yazarın nihayetinde işçi haline gelişini, belki sosyalizmin hanesine bir artı olarak yazdığı için bu kadar soğukkanlı bir biçimde, hatta coşkuyla bakabiliyordu bu sürece; ancak -bana öyle geliyor ki- o, yazarın eserinin bir metaya indirgenişinin anlamı üzerinde pek düşünmedi. Yazarın değil de bizatihi edebiyatın halesini yitirmesinin anlamı üzerinde durmadı pek. Çünkü emeğin, proletaryanın kuşandığı hale yeterince parıltılıydı o zamanlar. Oysa biz bugün, özellikle emeğin ve proletaryanın halesinin de hızla alaşağı edildiği bir çağda yaşıyor ve doğallıkla, kapitalizmin söz konusu gücünün yıkıcılığını ve bu yıkıcılıktaki şeytani yanı çok daha bariz biçimde görebiliyoruz. ‘Dünyevileşme’ denen sürecin sadece ‘öte dünya’ inancını değil, aynı zamanda ‘başka bir dünya’ arzusunu da yıkabileceğini idrak edebiliyoruz en azından. ‘İyi’ ve ‘güzel’ dediğimiz şeylerin kapitalizmin sadece ötesinde değil, aynı zamanda berisinde kalmış olabileceğini de hesaba katıyoruz artık.

Bu ‘dünyevileşme’ dediğin olguyu -belli ki yeni çağın ayırt edici özelliklerinden birini meydana getiren bu dönüşümü- biraz daha açar mısın?

Burası gerçekten de son derece kritik nokta. Bir kere, has radikalizm ile has muhafazakârlığın -tuhaf bir şekilde ya da hadi şöyle diyelim, tarihin garip bir cilvesiyle- aynı melankolik ruh haline sıkışıp kaldıkları bir noktadayız. Bugünü ‘dün’ adına veya ‘yarın’ adına yargılayanlar, şimdi aynı ruh halini paylaşmaya mahkûmlar. Bu paylaşmayı ‘melankolik’ kılan şeyse, elbette her şeyden önce ‘mahkûmiyet’tir; şimdi ‘dün’ ve ‘yarın’ kategorilerinin de ‘bugün’ tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Muhafazakârlığı da, radikalliği de beyhude kılan bir bugün tarafından… Benim, ‘dünyevileşme’ kavramına başvurmamın sebebi, bu mahkûmiyet halidir. 12 Eylül’ün ‘demir kafes’inden çok daha insafsız bir kafestir bu. Ufku değil -zira ufuk, tuhaf şekilde, geleceği çağrıştırıyor hep-, ufukları -yani, sadece önündeki değil, ardındaki ihtimalleri de- kararmış bir şimdiye mahkûmiyet… Bu söyleşinin başında değinmiş olduğumuz ‘başkasızlık’ hali…

Şimdilerde 12 Eylül’le doğrudan ilgili ya da onu da içine alan metinler/romanlar yazılmaya çalışıldığında, ki tek tük örnekler çıkmıyor değil, bu sefer de okuduğumuz hemen hiçbir metinde o donemin havasını soluyamıyoruz; bir başka gerçekdışılığa düşmüş gibi bir anakronizm girdabı desek, mübalağa olmaz. Demek ki, kopan bir şey var. Bunun sebebi ne olabilir, bir; ikincisi, 60’lardan 80’e süreklilik arz eden siyasal hareketin 12 Eylül’le ciddi bir kesintiye uğraması ve kendisini daha sonraki bir kuşağa taşıyamaması olabilir mi bunun siyasal düzlemdeki açıklaması?

Kafka’nın Dönüşüm’üne işaret etmemin; Samsa’nın böceğe dönüştükten sonra yaşadıkları ile bizim -elbette bu zamir burada esas olarak solculara işaret ediyor- 12 Eylül’den sonra yaşadıklarımız arasında bir benzerlik kurmamın sebebi de bu zaten. Kafka’nın hikâyesindeki atmosferi ‘Kafkaeks’ kılan şey, bir ‘hakikat rejimi’nden başka bir ‘hakikat rejimi’ne geçiş değildir. Böyle bir durum her şeye rağmen anlaşılabilir; dolayısıyla anlatılabilir bir durum olurdu. Zira böyle bir dönüşüm halinde geçmiş ile bugün arasında bir ilişki kurma imkânı, en azından ihtimali vardır. Oysa Kafka, bu öyküsünde sanki çok daha başka bir duruma; ‘paralel’ olarak niteleyebileceğimiz evrenler arasındaki ilişkisizliğe; iki farklı ‘hakikat rejimi’ arasındaki temassızlığa dokunmak istemiş gibidir. Samsa’nın artık bir böcek olduğunu kabullenen, dolayısıyla onun iyiliği için odasına çekidüzen vermeye, ona rahatça hareket edebileceği bir mekân açmaya çalışan aile üyeleri ile onun hâlâ bir insan olduğunu unutamayan, dolayısıyla ona bir böcekmiş gibi davranmanın onu üzeceğini düşünen aile üyeleri arasındaki gerilime bakın. İki ‘paralel evren’, iki farklı ‘hakikat rejimi’ arasındaki anaforda ‘İyilik’, ‘Adalet’, ‘Hakkaniyet’, ‘Bilinç’, ‘Hafıza’, ‘Kardeşlik’, ‘Dayanışma’ ve buna benzer bir yığın başka temel kavram nasıl muazzam bir transformasyona uğruyor…

Sanırım Kafka’nın bize anlatmak istediği asıl hikâye bu transformasyondu. İşte, 12 Eylül sonrasında yaşadığımız dönüşüm de bir bakıma buna benziyor bence. 12 Eylül’le -ki artık bunun bizim için bir takvim yaprağından daha fazlasına işaret ettiğini söylememe gerek yok sanırım- bir ‘hakikat rejimi’nden başka, bambaşka bir ‘hakikat rejimi’ne geçmedik. Böyle olsaydı işimiz bir ölçüde kolay olurdu. Uyum gösterir; 12 Eylül’ü alaşağı edemesek de hazmederdik. Oysa hazmedemedik. Hâlâ acısı içimizde; öyle taş gibi hareketsiz de olsa bütün ağırlığıyla orada duruyor. ‘Acı’dan, ‘hareketsizlik’ten ve ‘ağırlık’tan söz etmemin sebebiyse, büyük ölçüde, 12 Eylül’den sonra bir tür ‘paralel evren’ler içinde; farklı ‘hakikat rejimleri’nin atmosferi altında yaşamaya başlamamızdır. “12 Eylül’de yaşananları kim, kime, nasıl ve neden anlatacak ki!” diye öfkeli bir edayla efkârlanmamın sebebi bu zaten.

Edebiyatçılar anlatsa ‘gerçekçi’ bulmayanlar çıkıyor; gerçekten yaşayanlar anlatsa ‘edebi’ bulmayanlar çıkıyor! Kısacası, bir bakıma ‘ağlasam, dokunabilir misiniz gözyaşlarıma’ durumu. Kimse dokunamıyor; çünkü -tıpkı Samsa’nın kız kardeşi gibi- tuhaf bir ‘tiksinme’ hissi giriyor araya. Zira farklı dünyalarda yaşıyoruz artık. Farklı ‘hakikat rejimleri’ne tabiiyiz. Aynı yerin sakini ya da aynı yurdun yurttaşı değiliz sanki. Bence 12 Eylül’ün zulmünün mümkün kıldığı değil, tam tersine 12 Eylül’ün zulmünü mümkün kılan bir ‘yarılma’dır bu. ‘Kamu’nun parçalanmasıyla kastım bu zaten. ‘Komşuluk’ hissinin kaybolması, daha kötüsü, yerini tuhaf bir ‘yabancılık’ hissine, daha doğrusu, korkusuna bırakması… Bizim işte tam da bu his, bu korku üzerine yürümemiz, şu birbirimizden ‘tiksinme’ -hadi biraz daha temiz bir sözcük seçelim- ‘imtina’ etme hali üzerinde durmamız; birbirimizin derdiyle -özellikle bugünlerde- bir türlü hemhal olamama hali üzerine düşünmemiz gerek; uzun uzun, tiksinmeden ve imtina etmeden… Edebiyatımızın da, politikamızın da ‘iyileşmesi’ buna bağlı.

Sorumun ikinci bölümü hâlâ duruyor ortada…

Evet, onu cevaplamamaya özen gösterdiğimin farkındasın. Böyle davranmamın sebebi, onu önemsiz bulmam değil kesinlikle. Tam tersine, önemsediğim için şimdilik öteliyorum. Açıkçası, sorunun bu bölümünü tartışmaya başlamadan önce, yukarıdaki konu üzerinde biraz daha oyalanmamız gerektiği; dahası, “60’lardan 80’e bir sürelilik arz eden siyasal hareketin 12 Eylül’le ciddi bir kesintiye uğraması” saptaman üzerinde biraz daha düşünmemiz gerektiği kanısındayım; zira, bana öyle geliyor ki, ‘solun yenilgisi’ dediğimiz şey 12 Eylül’ün ertesine değil, büyük ölçüde öncesine ait bir olgudur ve bu nedenle 12 Eylül dediğimiz şey, solun yenilgisinin sebebi olmaktan ziyade, bu yenilgiden sebeplenmiş olan bir olaydır.

Bir süre önce Pınar Kür epeyce tartışılan bir laf etti: “12 Mart niye verdi bu ilhamı söyleyeyim. Bir kere yaşım daha yakındı onlara. Bir de onlar gerçekten çok idealist ve çok masumdular. O masumiyetleri insanın içini yakar. Bir tek adam öldürülmedi 12 Mart’ta. Yani devlet öldürdü de.. Bir tek insan öldürmeden asıldı bu çocuklar, bombalandılar. Sinan, Deniz, Hüseyin, Yusuf, Mahir… Bunlar benim içimi yakan olaylardır. 12 Eylül’de kimse benim içimi yakmadı. Orada da gençler öldü ama onlar biraz yırtıcı geldi bana. 12 Mart’ta olan o masumiyet yoktu onlarda.” 12 Eylül sonrası edebiyatın genel karakteristik özelliklerini yansıtmada anahtar öneme sahip geliyor bu demeç bana. Şimdilerde elli yaşlarına gelmiş o dönemin bir sürü devrimcisinde de çok yaygın bir şekilde rastlandığı için özellikle sormak istiyorum: Bizi ‘masumiyet’ mi bir araya getiriyordu ki, iyiliği kötülüğü o düzlemde arayalım? Hiç mi kitap okumadık, hiç mi teori tartışmadık, hiç mi siyasal öngörüde bulunmadık ve devlet ya da sivil faşist güçler bizi ‘masum’uz diye mi kurşunlayıp katletmeye yöneldiler? Devrimcilerde bu ‘masumiyet’ arayışı ile ‘siyasal bilinç’, daha doğrusu ‘siyasal devrimci bilinç’ arasındaki alakasızlık değil midir bugünkü ‘genel garabet’e de ışık tutabilecek olan şey?

Bu ‘masumiyet’ tutkusunda, acaba zalimliğin kendisiyle gerçekten yüzleşmemek gibi bir niyet, yüzleşememek gibi bir zafiyet söz konusu olabilir mi? Bu soruyu, Pınar Kür’ü ya da senin sözünü ettiğin şu ‘şimdilerde elli yaşlarına gelmiş o dönemin bir sürü devrimcisi’ni değil, öncelikle kendimi muhatap alarak soruyorum. Diğerlerininkini bilemem, ancak benim bu soruya cevabım, evet. ‘Niyet’e göre ‘zafiyet’ daha masum; bu nedenle, ikincisini seçiyorum. Ancak durum pek değişmiyor. Zira ‘masumiyet’ tutkusu ya da arzusu, özellikle de bunun geçmişe yönelik olanları, yani hiçbir müdahalenizin olmadığı, olamayacağı hallerle ilgili olanları, bana öyle geliyor ki, geçmişin ‘temizliği’nden çok bugünün ‘kirliliği’yle ilgili bir şey. Yani, geçmişi pür-i pak ederek aslında biz kendi ellerimizi yıkamaya çalışıyoruz.

Pınar Kür’ün sözlerinde vücut bulan, ancak -ısrarla altını çizelim ki- aslında hepimize ait olan asıl zalimlik şu: Zulmün, işkencenin ‘hak edilen’ bir şey olduğunu düşünmek. ‘Düşünmek’ ağır bir fiil, hadi ‘ima etmek’ diyelim… Ama böyle bir şeyi uluorta ‘ima etmek’ ‘düşünmek’ten de ağır bir fiil, bunu da kabul edelim. ‘Biz’i, ‘sıradan’ denen insanları bir tarafa bırakalım, insanların ‘edebiyatçı’ denenlerine hiç, ama hiç yakışmayacak bir tavırdır bu. Çünkü edebiyat, ‘kamu’ya konuşmak, hatta ‘kamu’nun bu yönde hiçbir talebi yokken, belki de ‘kamu’ diye bir şey hiç ama hiç ortalıkta yokken bunu yapmak; en azından ‘müstakbel’ bir kamuya seslenmek, yani ‘kamu’ denen şeyin bizatihi kendisinde vücut bulmasına vesile olmayı göze almak demektir, diyeceğim ama; sorunda burada zaten. Zira edebiyat böyle bir bilince sahip görünmüyor artık.

Türk edebiyatı söz konusu olduğunda yukarıdaki cümledeki ‘artık’ bile yersiz bulunabilir. Edebiyatımızın ‘henüz’ bu aşamaya gelmediğini söylemek belki çok daha doğru olur. Zira yazarlarımız henüz -ve ne yazık ki hâlâ- kendilerinin ‘birey oluşları’ bilincine meftun haldeler, ağızlarından ya da kalemlerinden çıkan sözlerin döküldüğü kamusal mecradan habersiz gibiler. Daha da kötüsü, sözlerinin döküldüğü bu kamusal mecraya aldırış etmemeyi, kendi bireyselliklerinin gereği gibi sunmayı tercih eder gibidirler.

Sanırım şöyle bir yoruma hakkımız var: Pınar Kür’ün bu sözleri, yukarıda, özellikle de Gürbilek’in saptamasına dayanarak söylemiş olduklarımızı net biçimde örnekleyen bir söz. Biri genel, ‘kültürel’, diğeri daha dar, ‘sınıfsal’ diyebileceğimiz iki farklı bakış açısıyla irdeleyebiliriz bunu. Kültürel açıdan baktığımızda; edebiyatçılarımızın, özellikle de ‘romancı’larımızın, romanların değil de hâlâ destanların zamanı ve uzamı içinden konuşmaya meyilli olduğunu gösteriyor bu söz. ‘Kahramanlar’dan söz etmeyi seven, onların hikâyesini anlatmaya değer bulan; bu nedenle, destanların diline meftun bir edebiyat. ‘Saf kötülük’ün karşısına ‘saf iyililik’i çıkaran; kısacası, masalların diyarında dolaşmayı tercih eden bir edebiyat… 12 Mart’ta yaşananlar Pınar Kür tarzında edebiyatçılara ‘ilham vermiş’tir; çünkü, o dönemin devrimcilerinden kırpıp kırpıp ‘kahraman’ yaratmak mümkündü. Tam da Pınar Kür’ün söylediği gibi, bu, onların yaptıklarından çok yapmadıklarından, yapamayacak olduklarından, yani ‘masumiyet’lerinden ve ‘idealler’inden hareketle yapılabilir bir şeydi.

Şüphesiz o zamanlar sadece edebiyata değil; neredeyse toplumun tamamına ait bir bakış açısıydı bu. ‘Kültürel’ dememim sebebi de bu zaten. 12 Mart, toplumun kültürel olarak destanlara meftun, en azından aşina olduğu bir dönemdi. İnsanların, birinin bir şeyler anlattığını gördüğünde hemencecik onun etrafına toplandığı; anlatılanları ortak görülen bir düşünün hayali yurduna, yani, dış dünyanın ürpertici gerçekliğinden uzak, korunaklı mekânına damıtabildiği bir zamandı.

Başlıca dertleri tarihi ele geçirmek, hiç olmazsa tarihe geçmek olan insanların hikâyelerini ‘ebedileştirmek’, ‘destanlaştırmak’, aslında öncelikle o hikâyelerin ‘kahramanları’nın kendi niyetlerine aldırmamaktı. Ancak  edebiyat da, o edebiyatın seslendiği, hatta seslenemediği insanlar da devrimcileri, onların kendi niyet ve arzularına rağmen birer kahraman olarak gördüler. Tıpkı Bertolt Brecht’in Me-Ti Özdeyişler Kitabı’nda anlattığı Stalin’in, ‘Yoldaşlar!’ diye hitap ettiği Rus köylülerince fiiliyatta Yeni Çar olarak dinlenmesi, öyle algılanmasında olduğu gibi, 12 Mart’ı yaşayan devrimcilerin de bizim insanımızca bir tür ‘İnce Memed’ olarak algılandığını söyleyebiliriz sanıyorum. Şüphesiz bu, zoraki bir kahramanlık haline olduğu kadar, marazi bir kahramanlık ihtiyacına da denk düşüyor. Biraz Keşanlı Ali durumu.

Zira destan kahramanları, büyük ölçüde o kahramanlara tapınan toplumların, insanların muhayyilelerinin ürünüdür; fakat, hiç şüphesiz, bu muhayyile de büyük ölçüde o toplumların, o insanların kolektif ve şahsi zaaflarından beslenir. Kısacası, ‘kahraman’ dediğimiz şey, aslında hiç olmayan bir şey, ya da şöyle diyelim, bizim olamadığımız her şeydir. Yani, ellerimizi yıkadığımız hayali sulardır onlar. Durgun, masum yüzlerinde, biraz dikkatli baksak, ancak kendi kirli suretlerimizi görebiliriz.

Şimdi 12 Eylül, her şeyden önce destanların sonuna geldiğimiz bir döneme denk düşer. Artık kahramanlar yoktur. Zira kahramanlara ihtiyaç duyan bir toplum yoktur. Üstelik bu hayra alamet bir durum değildir. Toplumun olgunlaşmasına, en azından kahramanların peşine düşmek yerine kendi zaaflarının üzerine yürüme cesareti göstermeye başlamasına değil; bambaşka bir duruma, içinde yaşadığımız sosyal kütlenin -muvakkaten sırtlandığı- ‘toplum’ olma vasfını hızla yitirmeye başlamasına delalet eder. Burası, tam da meseleye ‘sınıfsal’ açıdan bakmamız gereken noktadır. Tabii ki, aynı zamanda en karmaşık, en çetrefilli nokta burasıdır. Zira burada, paradoksal biçimde, sınıflardan söz etmenin, toplumu sınıfsal kategoriler aracılığıyla analiz etmenin artık anlamını yitirmeye başlamasının sınıfsal sebepleri üzerinde durmamız gerekecek.

Bu konu dallanıp budaklanmaya pek müsait, edebiyata odaklanırsak…

Evet, işte bu noktada, genelde sanatın, özelde de edebiyatın bir ‘küçük burjuva’ işi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, sanıyorum. Öyleyse 12 Mart’tan 12 Eylül’e ve sonrasına, ‘küçük burjuvazi’ denen sınıfın başına neler geldiğine, söz konusu sınıfın nasıl bir süreçten geçtiğine bir bakmakta fayda var. Burada ayrıntılarına girme şansımız pek yok elbette; ama ben bunun, kısaca, ‘küçük burjuvazi’ denen sosyal kesimin bir ‘ara sınıf’ olmaktan çıkıp hızla ‘orta sınıf’ın asli bir parçası haline gelme süreci olarak görülebileceğini düşünüyorum. ‘12 Mart Romanı’ başlığı altında kategorize edilen romanlara, sevgili Sevgi Soysal’ın o harika romanlarına bakın. Orada küçük burjuvalar, dönemin ruhuna uygun bir biçimde, iki temel sosyal sınıfın, yani burjuvazi ile proletaryanın ayakları altında tedirgin ve mütereddit ruhlar olarak dolaşıp dururlar.

İşgal ettikleri toplumsal konum -ki aslında bir konumsuzluk haline işaret eder- dünyevi bir ‘Araf’ı andırır. Tek kelimeyle yokturlar; bir ‘hiç’tirler. Güvenebilecekleri esaslı bir ‘öz’leri yoktur. Ancak kendilerini inkâr ederek var olabilirler. Ara sıra silkinip ayağa kalkmaya yeltenmişlerdir elbette. Bu yeltenişlerine, en azından Selim İleri’nin romanlarında vücut da bulmuşlardır. Ancak hâlâ Türkiye’nin ‘Bodrum’undadırlar ve Bodrum henüz Türkiye’nin ‘vitrini’ haline gelmemiştir. Bodrum hâlâ bir ‘ada’dır ve bu hayali adadakiler hâlâ bir ‘ara sınıf’tır.

12 Eylül’e doğru ve sonrasında işte bu kesim, üzerindeki ezici ‘küçük’ sıfatından kurtulmuş halde ‘orta’larda arzı endam etmeye başladı. Artık sınıfların ‘ara’sında değil toplumun ‘orta’sında yer aldığını düşünmeye koyuldu ve süreç içinde, deyim yerindeyse, ‘kendinde bir sınıf’ olmaktan çıkıp bir tür ‘kendisi için’ sınıf haline geldi. Özgüvene kavuştu. Pınar Kür’ün, “12 Eylül’de kimse benim içimi yakmadı” sözündeki bariz açık yürekliliği bu özgüvenin bir emaresi olarak da okuyabiliriz. Sadece Kür’e ait değil, sık rastlanan, ‘tipik’ diyebileceğimiz bir tavırdı.

‘Orta sınıf’ın ezici çoğunluğu -ki sanatçıların, edebiyatçıların çoğu buna dahildir- 12 Eylül mağdurlarının ‘masum’ olmadığını; dolayısıyla, 12 Eylül’ün onlara reva gördüğü her şeyi olmasa da birçok şeyi hak ettiklerini düşündü. Pınar Kür kadar açık yüreklilikle bunu ulu orta ifade etmeseler de, paylaştıkları hissiyat buydu; işkencenin, zulmün ‘hak edilmiş’ bir şey olabileceğini düşünebilen, artık her nasılsa böyle bir hissiyat işte… Yabancıların ‘politik olarak şık değil’ dedikleri hal var ya, ben edebiyatçılarımızın çoğunun 12 Eylül karşısında -ne yazık ki- bu ‘şık’ı bile ıskaladığını düşünüyorum.

‘Küçük burjuvazi’ye ya da ‘orta sınıflar’a biraz fazla yüklendiğimin farkındayım. Bu nedenle, şimdi demiri biraz tersine büküp sanırım şunu eklemek gerek: Türkiye’de sol, burjuvazinin büyüğünden çok küçüğüyle uğraşmıştır. Özellikle 70’li yıllarda, yani solun -elbette siyasal olarak değil ama- kültürel olarak ‘iktidar’da olduğu; daha doğrusu, kültürel alanda hegemonik bir güç olduğu yıllarda, küçük burjuvaziye ve özellikle de onun sanat-edebiyatla ilgilenen kesimlerine reva gördüğü muamele de, kabul edelim ki epeyce kötüydü. Dolayısıyla, ‘orta sınıf’ın bugünkü özgüveninin bir ölçüde dün kendisine sol tarafından reva görülen aşağılamaya bir tepki olarak görülebileceğini de hesaba katmak gerekir. 12 Eylül’ün sola indirdiği son darbenin, özellikle sanat ve edebiyat alanında bazı insanların önünü açmış; böylece onları ferahlatmış olduğunu düşünmek bile mümkün, ki toplumun oldukça geniş bir kesiminde yaratmış olduğu ‘ferahlama’nın sebebini anlamadan, 12 Eylül’ü anlamanın mümkün olamayacağını daha önce de vurgulamıştım.

Burada bir parantez açıp belki şunları eklemek gerek: Bu ‘ferahlama’ sadece 12 Eylül’ün, öncesindeki ‘terör ortamı’na son vermesinden kaynaklanmıyordu. 12 Eylül’ün kendini meşrulaştırmasında ‘12 Eylül öncesi’ şüphesiz önemli bir retorik araç olarak kullanıldı. Ancak 12 Eylül, bambaşka bir dönüşümden de sebeplendi. ‘Modern’den ‘postmodern’e geçişi kastediyorum. 80’li yılların özellikle sonlarına doğru neredeyse bütün dünyada egemen hale gelen ‘postmodern söylem’, ‘modern söylem’e karşı topyekûn bir isyanı temsil eder. ‘Evrensel’e karşı ‘yerel’in, ‘makro’ya karşı ‘mikro’nun, ‘tümel’e karşı ‘tikel’in isyanı… Bu isyan, ‘modern’in ‘ciddiyet’i ile ‘postmodern’in ‘oyunculluğu’nun karşı karşıya geldiği bir ‘karnaval’ı andırır ki, 12 Eylül işte bu ‘karnaval’dan da nasiplenmiştir. ‘Postmodern söylem’in egemenliği, başka yerlerde, özellikle de gelişmiş ülkelerde, birçok hayırlara vesile olmuş olabilir; ancak bizde -inkâr etmeyelim, hayırları da oldu ama- bambaşka bir şeye vesile oldu: 12 Eylül’ün işlediği suçları bir bakıma ‘zaman aşımı’na uğrattı.

Bu yerli ‘karnaval’ın en derli toplu tasvirinin Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak adlı kitabında yapıldığını düşünüyorum. Gürbilek bu kitabında, Türk toplumunun 12 Eylül sonrasında yaşadığı ‘ferahlama’nın değişik veçheleri ardındaki dehşete işaret etmişti. ‘Dehşet’ ve ‘ferahlama’… 12 Eylül’ü anlamak için, birlikte düşünülmeleri imkânsızmış gibi görünen bu iki sözcük üzerinde ısrarla durmamız gerektiği kanısındayım.

Şöyle sorabilir miyiz; 12 Eylül’ün getirdiği bu ‘ferahlama’yla birlikte, kendilerince ‘saf edebiyat’ yapmak isteyenler soldan tamamen uzak bir dil tutturdular; hatta, Ahmet Altan’in Sudaki İz romanı ve Sinan Çetin’in Prenses filmi gibi sola saldırmayı bir sıçrama tahtası yapmayı öngördüler. Bunu, Yalçın Küçük’ün yaydığı Eylülistlik bağlamında söylemiyorum, öyle yadsıyıcı ve sıfırlayıcı bir bakışım yok, ancak o dönem bu kitapların, yani kitlesel bir kalkışma ile toplu bir yenilginin ardından yara sarma ihtiyacının ön planda olduğu bir devirde ‘tekme atma’ tavrının başka ve kasti/bilinçli bir öbür kutba gitme tercihine işaret ettiğini düşünebilir miyiz? Adli/sivil cezaevlerinde 12 Eylül’le birlikte ‘siyasi’ mahkûmların hegemonyasının yıkılmasının bir şansının ve fırsatının yakalanması gibi, ya da amiyane tabirle, hastanın yatakta ‘tepelenmesi’ gibi…

Belki sen de hatırlarsın, çocukluğumuzun mahallelerinde tuhaf bir ‘adalet’ uygulaması vardı. Hani, birisi kendinden ufak ya da güçsüz birini biraz hırpaladığında, ‘abiler’ hemen yetişir, hırpalayanı kıskıvrak yakalayıp diğerine, “Hadi şimdi sen de ona vur!” derlerdi ya, işte sözünü ettiğin durum da sanki biraz bunu andırıyor. Yani, düşene bir tekme de ben atayım, şeklinde değil de; daha çok hazır elleri kolları bağlıyken aradan birkaç yumruk da ben savurayım şeklinde -çocuksu- bir şey. Bir tür rövanş, ama işte nihayetinde şikeli bir rövanş. Dolayısıyla, nihayetinde beyhude bir şey; bir tür ‘gölge boksu’. Bir tür ferahlama, ama ardında dehşet var. Biri “Hadi şimdi sen de ona vur!” demiş, ne kadar vursan da vuran asla sen olamayacaksın. Yalçın Küçük’ün başlattığı tarzdan karşı eleştiriyse biraz şuna benziyor: Sizi kıskıvrak yakalamış olan ‘abiler’in elinden bir an sıyrılıp o ‘zavallı’yı yeniden altınıza alıveriyor ve tekrar kuşatılıncaya dek onu şöyle iyice benzetiyorsunuz. Ben bunu da, tıpkı diğeri gibi, ucuz  bir kabadayılık olarak görüyorum. Zira her iki durumda da asıl hesaplaşılması gerekenler başkalarıdır.

Demem o ki, ‘saf edebiyat’ yapmak isteyenlere ya da Ahmet Altan’ın Sudaki İz’i veya Sinan Çetin’inPrenses’i gibi eserlere bu türden Küçükvari hücumlar düzenlemenin hiçbir anlamı yok. Dahası, kötü bir anlamı var: Kendi çapınızda ve kendi meşrebinizce, bir tür ‘Eylül Fırtınası’ da siz estirmiş oluyorsunuz, o kadar. Biri çıkıp ben solu böyle görüyorum, derse; bizim solcu olarak, yapabileceğimiz, yapmamız gereken tek şey, sadece onun bizi böyle görüşünün sebeplerini anlamaya çalışmak olabilir, olmalıdır. Şöyle diyemeyiz: Sen bizi böyle göremezsin! Ne demek kardeşim, adam böyle görüyor işte! Seni öyle görmesini neden yasaklıyorsun ki! Bu hakkı nereden alıyorsun? Dikkat edin, Ahmet Altan gibi ‘Eylülist’ ya da ‘küfür romanları’ yazarı olarak nitelenen insanların eserlerine yöneltilen hücumlar ruhen hep şu minvaldeydi: Solcuları böyle gösteremezsin! Sebep? Solcular öyle değil çünkü. Bir tür kısır döngü değil mi bu? Böyle bir tavır, solculuk denen şeye, Altan’ın ya da Çetin’in verebileceğinden kat be kat daha fazla zarar verecektir.

Üstelik: Sinan Çetin’in Prenses’ini ilk izlediğimde, bu film bana sanki ‘sosyalist gerçekçiliğin’ bir tür negatifi gibi gelmişti. Onun Sol’a bakışı, birçok bakımdan Sol’un kendi dışındaki dünyaya bakışına benziyordu. Oldukça kibirli, oldukça yukarıdan, bir o kadar da yüzeysel bir bakış. Öfkelenmiştim elbette, ancak filmin fırlattığı oklardan şu ya da bu şekilde isabet aldığım için değil. Tam tersine, böyle bir şey olmadığı için. Keşke gerçek bir ‘liberal’ yönetmen olsa da, benim -bir solcu olarak, bir Marksist olarak- tam can evime isabet eden oklar fırlatsa, nerde? Ben fırlatılan okların ‘vurma’yı hesapladığı yerde değilim ki. Benzeri isabetsiz okları ben de zaman zaman sağa sola fırlatmışım zaten.

Türkiye’de acilen solu ihya etmek gibi bir ihtiyacımız yok. Acilen ihtiyacımız olan şey, özgürlüktür. Sadece kendimiz için değil, öncelikle başkaları için… Özellikle bizden olmayanlar için… Özellikle de yanı başımızdaki bize şüpheyle bakanlar için… ‘Komşular’ için, yani… Ben Türkiye’de solun, 12 Eylül umulmadık bir anda ayak koyduğu için değil, bu ‘komşuluk’ hissini kendi ruhunda hiçbir zaman tam anlamıyla hissetmediği için tökezlediği kanısındayım. İhtiyacımız olan bu histir. Sol eğer bu ihtiyacımızın karşılanmasına katkıda bulunacaksa ayağa kalksın. Doğrulup kaldığı yerden devam etmek istiyorsa, ben açıkçası öyle bir sol içinde yer almak istemem.

‘Solu ihya etmek’ değil benim kastım; bu anlamıyla bir güzelleme olsun arzuladığım da yok. Yukarıda değindiğimiz örneklerde de tepkim, toplu bir eza döneminde ‘zaten böyleydiler’ edasıyla kaleme alınan metinler ya da çekilen filmler olmasıydı. Öte yandan, edebiyat bizde bir hayal kırıklığı uyandırırken, muhtemelen senin işaret ettiğin o halkanın yerine takılmasını arıyorduk: Bu solcular nasıl insanlardı, nasıl mücadele ettiler? Erdemleri nelerdi, hayata neyi katmak, hangi ideali hayata taşımak istiyorlardı ve bunu nasıl bir kitlesel mücadele içinde bir hikâye olarak yaşamışlardı? İşte, edebiyat ‘silindiri’, daha bunları okuyamadan hem ‘ezip geçmek’ istedi bizi, hem de yok saydı sonra, ‘kendi dalgasına’ bakmaya başladı…

İçinde yaşadığımız toplumun ‘unutkanlığı’nı; başından geçenleri hızla hafızasından silme eğilimini biliyoruz. Bu toplum birçok şeyi unuttu; daha da kötüsü, unutmuş gibi yaptı. Ancak 12 Eylül’e ilişkin hafıza kaybımız, sadece yakınlığı bakımından değil, mahiyeti bakımında da enteresan. Biz şimdi burada edebiyattan yakınıyoruz; ama ortada çok daha can alıcı bir gerçek var. 12 Eylül zulmünü bizzat yaşamış olan insanların ezici çoğunluğu da sustular. 12 Eylül’ün içinden geçmiş, o günleri yaşamış; 12 Eylül’ün hayatlarının içinden, hatta üstünden geçmiş olduğu kuşak, bırakın kamuya, kendi çocuklarına bile doğru dürüst anlatmadılar olup biteni. 80-85 doğumlu gençlerin ezici bir çoğunluğunun, 12 Eylül’ü şöyle doğru dürüst ilk kez “Çemberimde Gül Oya” gibi televizyon dizilerinden, Babam ve Oğlum gibi sinema filmlerinden işitmiş olduğunu görünce, insan şaşırıyor biraz; ama gerçek bu! Demek bu olayı çocuklarımıza anlatmayı bile unutmuşuz; dahası onlara anlatmadığımızı da unutmuşuz!

Babam ve Oğlum’u  anmışken hemen hatırlatmak isterim: Filmin ana karakteri Sadık’tan farklı olarak, eve dönmeyenler de oldu! Mücadeleyi sürdürdükleri için ölerek baba ocağına dönmeyenler oldu. Yurt dışına kaçanlar arasından bildikleri doğrulara göre örgütlü mücadeleye devam ettikleri için hayatlarını ‘aile’ etrafında kurmayanlar oldu. Az miktarda ülke içinde, aynı şekilde kişisel tarihlerini örgütlü-siyasal mücadeleye bağlamayı sürdürenler oldu. Dağa çıkanlar oldu, 1990’lı yıllarda hayli çok oldu hem; büyük şehirlerdeki üniversiteliler içindendi üstelik bunların önemli bir kısmı. Fakat 12 Eylül öncesindeki kitlesel mücadeleyi esas alırsan, hem bedenen hem ‘zihnen’ baba ocağına, ‘aile’ yuvasına sarılanlar daha çok oldu. Bir ‘siyasal kültür başlığı’ olarak 12 Eylül öncesi devrimci kuşağının çoğul hayat tasavvuru halihazırda ‘aile’yi aşamamıştı. 1960’lı ve 1970’li yılların devrimci kabarışının dipten gelen dalgayla beslenen ufku, bilfiil o dönemi ‘içinden’ yaşayan kuşaklara ‘fazla’ mı geldi ki, hâlâ ‘ev’deyiz? Sokakta ve meydanlarda ‘hangi kayıplara’ uğradık ki selameti ‘baba ocağı’na sığınmakta bulduk?

Az miktarda da olsa dava adına kendi çapında direnenler için işaret etmiş olduğun mekânlar da zaten pek iç acıcı değil ama: mezarlık, gurbet, dağ.

Ve de hapishane. Kimse kendi seçmedi ama bu yerleri…

Açıkçası, nihayetinde bunlar da, esasında sokaklarda ve meydanlarda uğramış olduğumuz kayıpların azametine işaret eden mecburi tutulmuş ‘mesken’ler. 60’lı-70’li yılların insanların önüne koymuş olduğu ufuk, “Bilfiil o dönemi ‘içinden’ yaşayan kuşaklara esasen ‘fazla’ mı geldi?” sorusuna gelince, Alain Badiou’nün ‘olay’ kavramının bu noktada bizim işimize yarayacağını; sorunu daha net bir biçimde ortaya koymamıza imkân vereceğini düşünüyorum.

Badiou ‘varlık’, ‘olay’, ‘hakikat’ ve ‘özne’ kavramları arasında mantıksal bir zincir kurar. Buna göre ‘varlık’, içinde bilkuvve çokluğu, çeşitliği, ihtimalleri barındıran bir ‘durum’a işaret eder. ‘Olay’ ise, bu ‘durum’ içindeki ihtimallerin birinin ya da birkaçının bilfiil hale gelmesine ve Badiou’nün kendi ifadesiyle, “bizi yeni bir varlık tarzına karar vermeye zorlaması”na denk düşer. Bir olaya sadakat süreci, bu sadakatin durum içinde ortaya çıkardığı şeyse ‘hakikat’tir. Mevcut ‘durum’a, o ‘durum’dan kaynaklanan ‘olay’ın açtığı perspektiften, ufuktan bakma, bunda ısrar etme kararıdır sadakat ve işte bu sadakatin taşıyıcısı olan kişileri de ‘özne’ olarak adlandırır Badiou. Buna göre, ‘özne’ ‘olay’dan önce kesinlikle mevcut değildir. ‘Özne’ dediğimiz konumu üreten ‘olay’dır. Dahası, ‘özne’ ile ‘kişi’ arasında da fark vardır. Daha doğrusu, ‘özne’, taşıyıcısı olan ‘kişi’leri aşan bir fazlalığa sahiptir.

Şimdi bu karmaşık felsefi kurguyu kendi meselemize uygulayarak şunu söyleyebiliriz: 12 Eylül, 60’lı yıllarda patlak veren ve 70’li yıllar içinde giderek kendi içine doğru çöken bir ‘olay’ın sonuna delalet eder.

Sol içi çatışmalar da bu ‘içe çökme’nin trajik sahnesi miydi?

Kesinlikle. Hatta ‘Sol içi’ bile değil… Sol’un çeşitli ‘fraksiyonlar’a bölünmesini biliyoruz. Bu fraksiyonlar arasındaki çatışmaları da biliyoruz. Ancak burada bitmedi ki. Fraksiyonlar da kendi içlerinde bölündüler ve çatışmaya başladılar, bunu da biliyoruz. Sol’un içe doğru çökmesi, bir solcunun eline ilk silah aldığı anda başladı. Bana kalsa bunu söylerim. Ancak bunun fazla çocuksu bir saptama olarak değerlendirileceğini biliyorum. Bu yüzden, hadi şöyle diyeyim: Sol’un içe doğru çöküşü, bir solcunun elindeki silahı başka bir solcuyu öldürmek için doğrulttuğu anda başladı. Yani çok daha öncesinde, öldürmek için silahını doğrulttuğu o solcunun solcu olmadığını düşündüğü anda…

Araya girip bölmüş oldum, Badiou’yü ve ‘olay’ı anlatıyordun…

Badiou, ‘olay’dan önce ‘özne’ diye bir şey yoktur demişti. Biz, ‘olay’dan sonra da yoktur, diye ekleyebiliriz. Ve diyebiliriz ki, 12 Eylül’ü izleyen hızlı, kesif bir yenilgi ve çöküş süreci sonunda, ‘olay’ içindeki ‘özne’lerin, öncelikle ‘olay’a sadakatlerini yitirişlerine ve sonra da, doğal olarak mevcut ‘durum’ içinde bir yerlere tutunmaya çalışan ‘kişi’lere dönüşmelerine tanık olduk. Kısacası, içinde yer aldığımız ‘olay’a -ki bunu kendi dilimize tercüme ederek ‘dava’ya da diyebiliriz- sadakat göstermeye gücümüz yetmediği için değil, ortada sadakat gösterilecek bir ‘olay’ ya da ‘dava’ kalmadığı için bu ‘durum’a düştük. Yani, ‘o güzel insanlar o güzel atlara binip gitmiş’ değiller, insanlar da, atlar da burada; ancak artık eskisi gibi ‘güzel’ değiller. Değiller; çünkü, onları güzel kılan zamanlar geçip gitti, yani ‘olay’ bitti.

Biz insanların ‘eve dönüşü’ne kederleniyoruz. Oysa beterin de beteri var. Yollara meftun ‘olay’ın yorgun düşüp başı sonu belli bir ‘durum’a düşmesi, dahası evcilleştirilmesi, kişilerin ‘eve dönmesi’nden çok daha vahim bir ‘eve dönüş’ hali, değil mi? Bir zamanlar gözlerimizi arzuyla ufka çevirten ‘olay’a, şimdi dönüp özlemle andığımız bir mazi olarak bakıp durmak… Bundan daha trajik bir hal olabilir mi? 68’liler ya da 78’liler gibi vakıflardan, derneklerden daha trajik bir ‘örgütlenme’ tarzı tahayyül edebilir misin? Bir tür Ölü Ozanlar Derneği… Şüphesiz döneme ilişkin toplumsal hafızayı canlı tutmak gibi görevleri, sorumlulukları küçümsemiyorum; tam tersine, böyle bir çabanın hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de, bizim 68’ler ve 78’lerin bir ‘toplumsal olay’ olarak taşıdığı anlamı unutmamak gibi derdimiz olmalı diye düşünüyorum; ‘olay’a ‘-liler’ diye yaklaşmanın zaman zaman bariz hale gelen tehlikeleri var. Maziyi unutmamak başka, maziperestlik başka bir şey çünkü.

Gecikmiş bir hikâyenin, o kısık sesin edebiyatında üretilecek parçalarla tamamlanmasını beklemeliyiz, bu durumda…

Baştan beri söylemek istediğim şey de bu aslında. O ‘kısık ses’lere bugünlerde o kadar çok ihtiyacımız var ki… ‘Kısık ses’ siyasal olarak değil ama, edebi olarak oldukça anlamlıdır. Hatta diyebilirim ki, bana göre, ‘kısık ses’ edebiyatın ana dilidir ve bir ses -mahrem bir fısıltı olarak dile gelmiş olsa da, oradan edebi olarak dökülmüşse boşluğa- doğası gereği kamusal, dolayısıyla da siyasaldır. Çünkü sonsuza dek yankılanacak, sonsuza dek çoğalacaktır.

Şöyle toparlayayım: 12 Eylül aslında solun yenilgisinden sebeplenen bir darbeydi. Zira solun, elbette özellikle de radikal solun yenilgisi, aslında 12 Eylül’den önce, büyük ölçüde bir iç patlamayla hareketin kendi üzerine çökmesi şeklinde gerçekleşti. Bu yüzden, 78’i 68’in bir devamı olarak görmek; ancak onun bir zirvesi olarak değil de -deyim yerindeyse- ‘dibe vurmuş’ hali olarak değerlendirmek gerek. Başka bir deyişle, ‘78 tam da seçmiş olduğu mücadele yöntemi, girdiği güzergâh nedeniyle giderek ‘ruh’unu yitirmiş bir ‘68’dir ve bu nedenle de, kendi sınırlarına 12 Eylül’den önce gelip dayanmış bir dönemdir. Tanıl Bora’nın da Birgün’deki bir yazısında belirtmiş olduğu gibi, 12 Eylül’ün yaptığı, bu yenilgiyi ‘mühürlemek’ oldu sadece. Bana öyle geliyor ki, 12 Eylül’ün ‘sebebi’ değil de ‘bahanesi’ olmak 78’in ‘toplumsal kalkışma’sının en hazin yanıdır. 12 Eylül felaketinin yaraları hâlâ sarılmış değil, bu nedenle, söylediğim biraz insafsız bir talepmiş gibi görülebilir, biliyorum; ancak, solun bu yenilginin acılı değil de hüzünlü yanına dikkat kesilerek daha fazla şey öğrenebileceğini düşünüyorum. Zira yenilgiden bir şey öğrenebilmenin ilk koşulu, yenilginin gerçek sebepleriyle yüzleşmeyi göze alabilmektir, diye düşünüyorum.

Şöyle mi diyelim: Acılı hal, üstümüze kapanarak, bizden hâlâ kendi dramını yaşamamızı istiyor; oysa hüzün, geçmişe melankolik bir bakışın yanı sıra, yeni bir büyük hayal görmek için bizi serbest bırakacak mesafeyi de koyar araya?      

Elbette. Tanıl Bora’nın  yukarıda değindiğimiz yazıdaki bir saptamasını anayım: Bu dönemin “kapanmış, bitmiş olması acıdır, bitmemişmiş gibi davranmak ise acıklı olur”. Şüphesiz bu bir unutma, üzerine sünger çekme çağrısı değildir; tam tersine, o dönemi hafızanın ve bilincin içinde soğukkanlı bir biçimde dolaşabileceği bir mekân kılma önerisidir. Yani, o dönem kapanmıştır, derken kastedilen, sanırım o defteri bir daha açmayalım, mealinde bir şey değil. Sadece şu demek: Ufkumuzu, ya da senin sözcüklerini kullanırsak ‘yeni büyük hayal’imizi artık o dönemin ufkuyla ya da hayaliyle sınırlayamayız. Bize şimdi lazım olan, yeni bir ‘ufuk’tur. Bugüne ve yarına dünün penceresinden bakıp durmak yerine, sadece bugünü ve yarını değil, dünü de -o zamanlar algılamış olduğumuzdan- farklı biçimde görmemize imkân verebilecek türden yepyeni bir ‘ufuk’…

Az önce dedin ki, “12 Eylül zulmünü bizzat yaşamış olanların ezici çoğunluğu da sustular. …kendi çocuklarına bile doğru dürüst anlatmadılar olup biteni.” Kaç travma örtüyor bu suskunluğun üstünü –genç yaşta ‘yirmi dört saatini bir büyük ideale adamak’, aynı yaş diliminde ülkenin en acımasız ‘faşist darbesi’ne birebir maruz kalmak, ve dahası, sonraki yirmi yılda, yozlaşıp parçalanan bütün ‘zihin dünyası’nın günah keçisi kılınmak ve o rolde mütemadiyen bir savunma, kendini aklama halinde debelenmek?

En önemli ‘travma’ sanırım ‘dava’nın bitmesiydi. Senin ifade ettiğin gibi, birçok kişinin darbeye aslında ‘bire bir maruz kalma’sıydı. Örgütlerin insanlardan önce çözülmelerinden söz etmiyorum. İnsanların ‘inanç’larını yitirmesi de değildi söz konusu olan. İnancın bizatihi kendisinin ortadan kalkmasıydı asıl travma. Ya da: İnancın öznesi değil, nesnesiydi tükenen. Dolayısıyla, sanırım şunu söyleyebiliriz: Yaşanan, Kafka’nın Dava’sının farklı bir versiyonuydu. Neden içeri alındığınızı, niçin işkenceden geçirildiğinizi biliyordunuz elbette; ancak neden direnmeniz gerektiği meselesine gelince, durum gerçekten ‘Kafkaesk’ bir hale bürünüyordu.

Edebiyat, özellikle de roman, eğer esas olarak ‘kahraman’ın değil de ‘birey’in serüveniyle ilgiliyse, 12 Eylül 12 Mart’a göre edebi açıdan çok daha ‘verimli’ olmalıydı; ama olmadı. Neden? Benim bu soruyu cevaplamak için ortaya atmak istediğim şöyle bir başka soru var: 12 Mart’ın edebi verimi ile 12 Eylül’ün edebi çoraklığının sebebi aynı olabilir mi?

Edebiyat, her şeyden önce anlatma isteğiyle ilgili. İnsanın şahsi hikâyesini başkalarıyla paylaşma arzusu; kendi hikâyesinde başkalarına anlatmaya değer bir şeyler bulma ya da en azından anlatmasa ‘sanki çıldıracakmış gibi hissettiği’ bir şeyler olduğu hissine kapılma; dolayısıyla, her halükârda kendi tikel serüveninde evrensel bir şeyler bulma haliyle ilgili bir şey. Oysa bizde buna benzer bir hissi edebiyattan çok politika veriyor. Sadece siyasal olarak anlamlıysa, anlattıklarımızın başkalarını ilgilendireceğini düşünüyoruz. Ya da şöyle söyleyeyim: Başkalarına seslenme fiilini sadece siyasal olarak ciddiye alıyoruz. Bu fiilin bizatihi kendisinin siyasal bir şey olduğunu düşünmüyoruz pek. Estetik, hadi onu geçelim, etik bir duruşun; böyle bir duruştan hareketle başkalarına seslenmenin bizatihi kendisinin siyasal bir fiil olduğunu görmeyi başarabildiğimizi pek söyleyemeyiz. Edebiyatımızın da, politikamızın da en önemli zaafı bu bence.

Şimdi 12 Mart hiç şüphesiz siyasal bir yenilgiye denk düşer. Elbette sol açısından. Ancak yine hiç şüphesiz, bu -özellikle de olayların bizzat içinde olan insanlar tarafından- sadece ‘konjonktürel’, yani bu sözcüğün bizde kazandığı özel anlama göre ‘geçici’ bir yenilgi olarak algılanmıştı. 12 Mart ve olayların sonraki seyri de bu algıyı destekliyor ve besliyordu. 12 Mart’ın vesile olduğu edebi verimin buraya bağlanabileceğini düşünüyorum. 12 Mart, edebiyatın aynasına yansıdı; çünkü, bu yansımanın ‘siyasal’ anlamı vardı. Şahsen yaşamış olsan da olmasan da, ‘dava’ adına anlatabilecek bir şeyler bulabilirdin. Yani, ortada bir ‘dava’ vardı. Oysa 12 Eylül, solun hem evrensel hem de yerel, hatta öncelikle evrensel düzeyde ‘kesin’ bir yenilgiye uğradığı -elbette sol açısından- oldukça ‘karanlık’ bir döneme denk düşer. Gerçekten ‘karanlık’tır; çünkü, 12 Eylül’ün şiddetini birçok insan şahsen -kelimenin gerçek anlamında şahsen- göğüslemek zorunda kalmıştır. 12 Mart’ta birçok insanın temel sorunu ‘çözülmemek’ti; yani, ‘dava’ya ihanet edip öyle ‘tek başına’ kalmamak. Oysa 12 Eylül’de asıl sorun bütün her şeyi tek başına göğüslemekti; bir ‘dava’ adına değil; şahsen, ‘kendim’ dediğin, diyebildiğin şey adına, birey ya da özne dediğimiz şeyin en yalın, en çıplak hali adına…

Ben şahsen yaşamadım; ancak yaşayan birçok arkadaşım oldu. İçeriye bir ‘dava’nın adamı ya da kadını, yani bir örgütün üyesi olarak girip de, artık o ‘dava’nın bittiğini, o örgütün aslında hiç de örgütlü olmadığını anlayan; dahası, artık o ‘örgüt’te de, hatta o ‘dava’ya da inanmayan, dolayısıyla ‘çözülmemeye’ değil ama, inatla -artık işte hangi sebeple ve her nasılsa- yıkılmamaya, direnmeye çalışan birçok arkadaşım oldu. Acı çektiler. Görünürde hiçbir ‘rasyonel’ sebep yokken konuşmadılar, sustular ve hâlâ susuyorlar. Yaşadıklarını, değil başkalarına, çocuklarına bile anlatmadılar. Bana kalırsa, 12 Eylül’de neler olup bittiğini asıl onlar anlatmadan asla tam olarak bilemeyeceğiz.

Açıkçası şunu söylemek istiyorum: 12 Eylül’ü, o Eylül’ü yaşamamış, sadece dışarıdan izlemiş edebiyatçıların anlatmasını beklemek boşuna. Bütün bunları bizzat yaşamış olan insanların yaşadıklarını anlatmaya ‘gönül indirmeleri’ni; bizi, yaşadıklarını anlatmaya değer bulmalarını beklemekten başka çaremiz yok gibi. Kısacası, hâlâ 12 Eylül’ün kendi edebiyatçısını çıkarmasını beklemek durumunda olduğumuzu düşünüyorum. O edebiyatçının çıkmasını ve müstakbel okurunu yaratmasını beklemekten başka seçeneğimiz yok gibi görünüyor.”

12 Eylül 2014



No comments:

Post a Comment