"...Düşünceler,
tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle
ilişkiye girer, etkide bulunurlar... Platon düşüncelerle yaşam arasındaki
uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini düşünmüştü - kendisince, geçmiş olayların
yüzeysel bir anlatımı olan yazılı söyleşiyle değil değişik ortamlardan gelen
kişiler arasında gerçek, sözlü bir alışverişle. Söyleşinin denemeden daha
esinleyici olduğuna ben de katılıyorum. Savlar, uslamlamalar üretebilir.
Savların, uslamlamaların işin içinde olmayanlar ya da başka bir okuldan
uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir, bir denemenin ya da kitabın
gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en önemlisi yaşamımızın en sağlam
olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu tanıtlayabilir. Sakıncalı yanı,
bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki eylemlerinde değil,
kâğıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe katılmaya
çağrılıyoruz, başka sözler kullanırsak, yine yalnızca düşünmeye çağrılıyoruz.
Yine, 'salt' bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı gerçekten biçimleyen
düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız..." – Paul
Feyerabend
(Arka
Kapak)
*
Sonsöz, s.
183-87
Ortalıkta
söylenene bakılırsa, düşünceleri ya da düşünce dizgelerini gevşekçe,
mektuplarda, telefon konuşmalarında, yemekte söyleşirken ele almak olanaklıysa
da biçimlerini, sonuçlarını, benimsenme nedenlerini açıklamanın upuygun biçimi
bir yazı ya da kitaptır. Yazıda (kitapta) bir baş, orta, son vardır. Bir serim,
gelişim, bir sonuç vardır. Bundan sonra düşünce (dizge) bir derleyicinin
kutusundaki ölü kelebekler ölçüsünde açık, iyice tanımlanmış olur.
Oysa
düşünceler, tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka
düşüncelerle ilişkiye girer, etkide bulunurlar. Bütün fizik tarihi, ilkin
Parmenides'in dile getirdiği, değişimin kimi nesneleri etkilemediği varsayımına
bağlıdır. Sayıltı hemencecik dönüştürülmüştür: eşitliğin korunumu Varlığın
korunumundan alabildiğine uzaktır. Bir yazının ya da kitabın sonu, sonmuş gibi
dilegetirilse de gerçekten bir son değil, aşırı ağırlık kazanmış bir geçiş
noktasıdır öyleyse. Klasik bir ağlatı gibi, engellerin olmadığı yere bir engel
diker.
Çağcıl
tarihçiler (gerek bilimi gerek başka alanları konu edinenleri) başka yanılgılar
da saptamıştır. Bir bilim yazısındaki betimleme düzeninin bulgulama düzeniyle
ilgisi pek azdır; tek tek öğelerin kimileriyse düpedüz uyduruktur. Bu
yazarların yalan söylediği anlamına gelmez. Özel bir örüntüye zorlanınca,
bellekleri değişip gerekli (ama uydurma) öğreniyi sağlar.
Artık
denemenin, araştırma yazısının, özellikle de ders kitabının eski ağırlığını
bayağı yitirdiği alanlar var. Bunun nedeni, araştırmacı sayısının yüksekliğiyle
araştırma sonuçları selinin, değişim oranını çoğu kez bir yazının daha
basılmadan eskimesine yol açacak ölçüde artırmasıdır. Araştırmanın öncülüğü
toplantılarla, yayıncıya gönderilen mektuplarla (Physical Review Letters'a
bakınız), fakslarla belirlenmektedir. Yazılarla ders kitapları, arkadan sallana
sallana gelmeleri bir yana, ara sıra basbayağı biçimsizleşen bu söylem biçimi
olmaksızın anlaşılamaz bile.
Felsefeciler
en aşırı karmaşaların ardında açık seçik ilkeler bulabilmekle övünürler.
"Yunan sağduyusunun dünyası" (böyle tek bir dünya vardıysa)
Parmenides yazdığı sıralarda oldukça karmaşıktı. Bu onu gerçekliğin başka,
yalın, düşünceyle kavranabilir olduğu koyutunu ortaya koymaktan, üstelik
kanıtlamaktan alıkoymadı. Çağcıl felsefe, bu bakımdan daha güvençsiz olmakla
birlikte yine de karmaşık olayların ardında açık yapılar bulunduğu düşüncesini
korur. Birtakım felsefeciler (ama toplumbilimciler, ozanlar bile) metinlere
buna uygun biçimde yaklaşır; mantıkça onaylanabilir bir yapının parçası
durumuna sokulabilecek bileşenler arayıp bu yapıyı geri kalanları yargılamakta
kullanırlar.
Bu girişim
başarısızlığa yazgılıdır. İlkin, bilgiye önemli katkılarda bulunan bilimlerde
karşılığı bulunmamasından ötürü. İkincileyin, "yaşam"da karşılığı
olmamasından ötürü. Yaşam, sıradanlığını sürdürdükçe, diyeceğim insanlar işine
gücüne baktıkça, metinleri birörnek okudukça, köklü bir biçimde zorlanmadıkça
oldukça açıktır. Sıradanlık bozulunca açıklık çözülür, tuhaf düşünceler,
algılar, duygular baş gösterir. Tarihçiler, ozanlar, sinemacılar bu gibi
olayları betimlemiştir. Bir örnek: Pirandello. Bu yapıtlarla
karşılaştırıldıkta, mantık güdümlü denemeler bir Barbara Cartland romanının
gerçekdışılığını paylaşır. Yapıntıdırlar ama açılımlar getirmeyen türden bir
yapıntı.
Platon düşüncelerle
yaşam arasındaki uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini düşünmüştü – kendisince,
geçmiş olayların yüzeysel bir anlatımı olan yazılı söyleşiyle değil değişik
ortamlardan gelen kişiler arasında gerçek, sözlü bir alışverişle. Söyleşinin
denemeden daha esinleyici olduğuna ben de katılıyorum. Savlar, uslamlamalar
üretebilir. Savların, uslamlamaların işin içinde olmayanlar ya da başka bir
okuldan uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir, bir denemenin ya da
kitabın gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en önemlisi yaşamımızın
en sağlam olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu tanıtlayabilir.
Sakıncalı yanı, bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki
eylemlerinde değil, kâğıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe katılmaya
çağrılıyoruz, başka sözler kullanırsak, yine yalnızca düşünmeye çağrılıyoruz.
Yine, "salt" bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı gerçekten
biçimleyen düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız. Yunanlıların
elinde gerekli yüzleşmeleri üreten bir kurum vardı – oyun. Platon oyunu
yadsıdı, böylece kültürümüzün bunca bölümünü etkileyen us düşkünlüğüne elinden
gelen katkıyı yaptı.
Bu
kitaptaki söyleşiler pek çok bakımdan eksiktir. Bu özellikle ikinci söyleşi
için geçerlidir. Gerçekten söyleşi değil, umarsız bir kurbana yönelik bir
yergidir. Konular (alaya aldığım) özgünlük, (karşı çıktığım) bağlanma, her
türlü bağlanımın kuyusunu kazan, terimlerin bulanıklığı ile uzmanların
bilgisizliği. Yıldız falcılığından örnekler kullanmam yanlış anlaşılmamalı.
Yıldız falı beni illet ediyor. Gelgelelim aralarında Nobel Ödülü kazananlar da
bulunan bilginlerin, uslamlamasız, yalınkat bir yetki gösterisiyle saldırısına
uğramıştır, bu bakımdan da savunulmayı haketmiştir. Hekimlik, söyleşiyi
yazdığımdan beri biraz ilerlemiştir ama başka hekimlik dizgeleriyle
karşılaştırıldıkta Batı hekimliğinin (ben kuşkuluyum ya, böyle tek bir dizge
varsa) etkileri bugün de bilinmiyor. Sınırlı alanlarda bölük pörçük belgeler
var elimizde, genel bir görünüş yok. Dolayısıyla Batı hekimliğinin ne yaptığını
söyleyebiliriz; bütün öteki hekimlik dizgelerinden üstün olduğunu söyleyemeyiz.
İlk söyleşi sanırım en iyisidir. Berkeley'deki topluçalışmalarımdaki durumu
yansıtır; Dr. Cole'un benimle pek az ilgisi var ama kişilerin kimilerini (adı
sanıyla şudur denemese de) kimi olağanüstü öğrencilerime borçluyum.
Söyleşiler
çok genel, uzmanca olmayan anlamda felsefidir. Dahası yapıbozucu bile
denebilir, ama kılavuzum Derrida değil, (Karl Kraus'un okuduğu biçimiyle)
Nestroy olmuştur. İtalyanların Repubblica gazetesi için yapılan bir görüşmede
sormuşlardı: "Doğu Avrupa'daki yeni gelişmeler konusunda ne
düşünüyorsunuz, felsefe bu konularda ne söyleyebilir?" Orada verdiğim
karşılık tutumumu biraz daha iyi açıklayacaktır sanırım. "Bu ikisi bambaşka
sorular," demiştim. "İlk soru duyguları, önyargıları, alıklıkları
olan, yaşayan, az çok uygun biçimde düşünen bir insana, diyeceğim bana
yöneliktir. İkinci soruysa varolmayan birşeye, soyut bir yaratığa, 'felsefeye'
yöneliktir. Felsefe bilim ölçüsünde bile bir bütün değildir. Ya birbirini pek
az bilen ya da birbiriyle dövüşen, birbirini küçümseyen felsefe okulları
vardır. Bu okullardan kimileri, örneğin mantıkçı deneycilik, günümüzde ortaya
çıkan sorunlarla pek de ilgilenmemiştir; üstelik gelişmelere eşlik eden dinsel
duygulardaki artıştan pek de hoşnutluk duymayacaklardır (kimi Güney Amerika
ülkelerinde din, özgürlük savaşının ön sıralarındadır). Başkalarının, örneğin
Hegelcilerin, acıklı olayları betimlemek için uzun aryaları vardır, kuşkusuz
şimdi de bu aryaları söylemeye başlayacaklardır – ne işe yarar, kimse bilmez.
Ayrıca bir kişinin felsefesiyle siyasal davranışı arasında sıkı bir bağ olduğu
seyrek görülür. Frege mantık ile matematiğin temelleri konusunda keskin bir
düşünürdü – ama günlüklerinde boy gösteren siyasa en ilkel türdendir. Sorun da
burada; bugün Doğu Avrupa'da, daha az görünür olmakla birlikte yeryüzünün başka
bölümlerinde olup biten olaylar, daha genel olarak, insanların karıştığı bütün
olaylar düşünsel kalıplara sığmaz – tek tek hepimiz, birey olarak, tepki
vermeye, belki de tutum takınmaya zorlanıyoruz. Tepkiyi veren kişi insancıl,
sevecen, bencillikten uzak biriyse, tarih, felsefe, siyasa, dahası temel fizik
(Sakharov!) bilgisi yararlı olabilir, çünkü o kişi o bilgiyi insancıllıkla uygulayabilir.
'Olabilir' diyorum – çünkü iyi kişiler çürük felsefelere kapılmış, eylemlerini
yanıltıcı, sakıncalı bir biçimde açıklamışlardır. Bir örneği Czeslaw
Milosz'tur, onu Akla Veda'da tartıştım. Çinli gök fizikçisi, yönetim karşıtı
Fang Lizhi bir başkası. Özgürlük savaşını 'ırkı, dili, dini, öteki inançları
gözönüne almayan' evrensel haklara dayanarak temellendirmeye çalışıyor.
Fiziksel evren, diyor, bir 'evrenbilim ilkesi'ne uyar – içindeki tek tek
yerlerin, tek tek yönlerin hepsi bütün öteki yerlere, yönlere eşdeğerdir;
tıpkısı, diyor, aktöre evreninde de geçerli olmalıdır.
Bu yine eski
evrenselleştirme ilkesi, nereye götürdüğünü burada çok açık biçimde görüyoruz.
Çünkü bir yüzün ırksal özelliklerini 'gözönüne almazsak', ağzından çıkan
seslerin tartımına ilgi göstermezsek, konuşmaya eşlik eden özel, kültürce
belirlenmiş devinimleri çıkarırsak, artık elimizdeki yaşayan bir insan değil
bir tuhaf yaratık olur, böyle bir yaratıksa ölüdür, özgür değildir. Ayrıca
fiziksel evrenin aktöreyle ne ilgisi var? Bilinircilere uyarak evreni bir
zindan sayalım, bu durumda aktöremizi onun zindansı özelliklerine mi
uyarlamamız gerekecek? Doğru, Bilinircilik bugün gözde değil – ama en son
buluşlar 'evrenbilim ilkesi'nin de pek yakında geçmişlere karışacağını gösteriyor.
Öyle olunca aktöremizi değiştirmemiz mi gerekecek? Sağduyulu bir felsefe, onu
insancıl bir biçimde kullanacak sağduyulu bir kişiyi binde bir bulur. Vaclav
Havel bunun bir örneği, gelişme karşısında zorlananın 'felsefe' değil, tek tek
bütün kişiler olduğunu açıkça gösteriyor. Çünkü, yinelersek, iyice tanımlanmış,
bağdaşık bir etkinlik alanı olarak 'felsefe'nin varlığı, 'bilim'in varlığından
ne daha az ne daha çok. Sözcükler var, kavramlar da var, ama insan varoluşunda
kavramların gerektirdiği sınırların izi yok."
Paul
Feyerabend
Paul Karl
Feyerabend (d. 13 Ocak 1924, Viyana - ö. 11 Şubat 1994), Avusturyalı filozof ve
bilim felsefecisi. Karl Popper'ın öğrencisidir, ancak daha sonra tamamen
Popper'a karşıt bir kuramsal konumda düşüncelerini temellendirmiştir. 20.
yüzyıl felsefesinde ve özellikle bilim felsefesi alanında Karl Popper, Thomas
Kuhn ile birlikte en önemli ücüncü isimdir. Kuhn'un görelikçi kuramına yakın
ancak bilimin hem teorik hem de toplumsal statüsüne dair radikal bir kuramsal
reddiye konumuna sahiptir. "Anarşist bilgi kuramının" en önemli
ismlerinden biridir.
Konu
başlıkları
* 1 Biyografisi
* 2 Feyerabend'in Bilim felsefesindeki yeri
* 3 Feyerabend'den Alıntılar
* 4 Kitapları
* 5 Gözat
* 6 Dış Bağlantılar
* 7 Kaynak
Biyografisi
Paul
Feyerabend, 1946 yılında Viyana'da Tarih, Sosyoloji,Fizik, Gökbilim ve
Matematik okumaya başladı. Viyana Çevresi grubuna ait filozof ve bilim
felsefecisi Victor Kraft'ın yanında felsefe doktora sınavını verdikten sonra,
British Consul'dan burs kazandı ve Londra'ya gitti. Burada, Ludwig
Wittgenstein'ın yanında asistan olarak çalışmaya başlamayı istiyordu. Bu zaman
içinde Wittgenstein'ın ölmesi sonucunda Feyerabend, Karl Popper'ın yanında
göreve başlamaya karar verdi. Feyerabend ve Popper arasındaki sevgi-nefret ilişkisi
böylece temellendi. Feyerabend'in çoğu eseri, esas bakımdan açık ya da örtük
olarak hocası Popper'ın eleştirisini içermektedir. 1955 ve 1990 yılları
arasında Berkeley, Hamburg, Auckland, Kassel, New Haven, Londra, Berlin gibi
birçok yerde bulundu, aynı zaman içinde Berkeley ve Zürih'teki Teknik
Üniversite'de profesörlük yaptı. 1990'da her ikisinden birden emekliye ayrıldı.
Feyerabend, Thomas Kuhn ile birlikte esas olarak sosyolojik bilgi yönelimli
görelikçi bilim felsefesinin savunucularından birisidir. Yalnız Kuhn'dan daha
farklı olarak Feyerabend, mantıksal tutarlılık bakımından teorik iddialarını
daha fazla sonuna kadar götürmekte ısrar eder ve bu nedenle daha fazla
tartışmalı bir konumda bulunur.
Feyerabend'in
Bilim felsefesindeki yeri
Feyerabend'in
bilim felsefesindeki düşünceleri 1968'lerden sonra farklı bir gelişim
göstermeye başlar. Feyerabend hocası Popper'ın eleştirel akılcılığını ve bu
temelde bilimi temellendirme gişimini kabul edilmez bulur. Akılcılığın bilim
felsefesinden arındırılmasına yönelir, çünkü Feyerabend'e göre rasyonalizm,
öncelikle ve esas olarak "yasa ve düzen" rasyonalizmidir. Dolayısıyla
o bilim felsefesinde görece bir bilim anlayışını savunur. Bu bakımdan
Feyerabend'in çalışması, bilim felsefesi alanında, bilinen bir Anarşizm kuramı
ya da felsefi bir Dadaizm olarak anlaşılır. Feyerabend, bilimin ortodoks
dogmatizmine karşı ya da başka bir deyişle bilimin ortodoks dogmatik tarzda
anlaşılışına karşı isyan eder.
Feyerabend,
"Akla Veda" diyen öncü isimlerden biridir. Aklı tek ve bütünsel bir
nitelik, onun yönteminin de tek bir yol izlediği fikri Feyerabend'in karşısına
aldığı bir görüştür. Bunun yanı sıra bilimsel kuramlara ve yönteme tanınan
ayrıcalığa da itiraz eder. En önemli metinlerinden birinin adı "Yönteme
Hayır"dır. Bilimsel kuramlar tarihsel olarak görelidirler ve bilgi
bakımından diğer kaynaklardan üstün ya da ayrıcalıklı bir konuma sahip
olamazlar. Feyerabend'in geç dönem yazıları, bir anlamda, Popper'in eleştirel
rasyonalizminin geçersizliğini göstermek üzerine kuruludur. Ahmet İnam,
Feyerabend'in bilime yönelik anarşist girişimini şöyle değerlendiriyor;
Bilim düşmanlığı savunulmuyor burada:
Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde yaratıcı
olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir anlamı var:
Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini görüyor.
Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi 'ti'ye alıyor, yer yer bir kara mizah
yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde
ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana
atılmayacak görüşler ileri sürmüş...
Feyerabend'in
en keskin ifadesi olan "Her şey uyar" (Anything goes) sözü, onun
bilimi, din ya da sanat ile aynı noktada ya da onlarla birlikte, mümkün olan
bilgi olanaklarından biri olarak ele almasının bir sonucu şeklinde ortaya
çıkar. Bilim, din, sanat bunların her biri bilgi edinmenin farklı yollarıdır,
birbirlerinden daha üstün ya da öncelikli ya da ayrıcalıklı değillerdir.
Gerçekliğe ulaşmanın farklı yollarıdır bunlar. Birbirleriyle ölçülebilir ya da
kıyaslanabilir değillerdir. Tek bir yönteme indirgenemezler. Buradan Feyerabend
ve Kuhn "Eş-ölçülemezlik" sorununa gelirler. Bu kavram özellikle
Kuhn'a ait görünmektedir; yalnız Kuhn bu meseleyi bilim içi farklı kuramların
eş-ölcülemezliği bağlamında değerlendirirken, Feyarabend daha ileri giderek
bilimin kendisinin öteki bilgi kaynaklarıyla eş-ölçülemezliği meselesi olarak
ele almıştır.
Feyerabend'den
Alıntılar
" O zamanlar, hatta daha da
yenilerde, çağcıl bilimin yükselişiyle yirminci yüzyıldaki gözden geçirilişi
sırasında, Bayan Us, araştırmanın güzel, yardımsever ancak zaman zaman
fazlasıyla koruyucu olabilen tanrıçasıydı. Bugün onun felsefi koruyucuları (ya
da pezevenkleri mi demeliyim?) Bu tanrıçayı 'olgun', yani geveze fakat dişleri
dökülmüş bir kadına çevirdiler."
Kitapları
* Yönteme Hayır, Türkçesi: Ahmet İnam,
Paradigma yayınları,Haziran-Ağustos,1987
* Akla Veda, Ayrıntı yayınları
* Anarşizm Üzerine Tezler, Öteki yayınevi.
* Özgür Bir Toplumda Bilim, çeviren; Ahmet
Kardam, Ayrıntı yayınları, 1999.
* Bilgi Üzerine Üç Söyleşi,çeviren.Cemal
Güzel, Levent Kavas, Metis yayınları, 1997.
* Vakit Öldürmek, Nedim Çatlı, Ayrinti
yayınları, 1997.
* Bir Bilgi Anarşisti: Feyerabend, Cemal
Güzel, Bilim ve Sanat Yayınları.
No comments:
Post a Comment