Angelopoulos'un
macerası, ölümüyle beraber, bu anlamda da yarım kalmış oluyor. Sadece bir filmi
ve gelecek film umutlarını yarıda bırakarak değil, söylenecek bir söz
beklentisini de ani bir şekilde sonlandırarak.
2003
senesinde 44. Selanik Film Festivali sırasında yapılmış bir söyleşide
Angelopoulos dinleyicilerine hatırlatıyordu: "Unutmayalım, söylediğim ve
inandığım gibi, geçmiş asla geçmiş değildir, şimdidir". (1)
Aynı
konuşmada filmlerinde tekrar eden geçmiş ve şimdiki zamanın öznelerinin aynı
sahnede yer almasını açıklamak için hafızanın an be an kurulmasını vurgulayan
bu zamana dair bu yorumunu kullanıyordu; onun için zaman içsel zaman anlamına
geliyordu ve geçmiş şimdiydi.
Şimdi,
taze ölümünün yani artık geçmişin bir parçası olmasının ardından, onu anmak
için bir yazı yazarken geçmişe inanmayan ya da geçmişin hala anda aktığını
düşünen bir adamın geçmişini, ondan kalanları nasıl aktarmak gerektiği sorusu
gelip beni buluyor. Üstelik kendine has sinemasıyla bir anlamda zor da bir
yönetmen Angelopoulos.
1970'ler
de kendi ülkesine olan hayretli bakışını esirgemeyen, dünya 1980'lerin sonundan
başlayıp 1990'larda hızı artan bir değişime giderek alışadursun, bakışını
"küreselleşen" dünyaya çevirip, olan biteni masal dinleyen bir çocuk
hayretiyle seyrederken aktaran bir yönetmenden bahsediyoruz.
Benzer şekilde,
bu yeni dünyanın sildiklerini muhafazakâr bir şekilde anmanın pasifliği yerine,
geçmişi filmin geçtiği zamana taşıyarak canlı kılan; Yunan günlük hayatında
artık sıkça rastlanmamasına üzüldüğü dansı ve düğünü/şenliği filmlerinde kritik
anlara yerleştiren ya da önemini görece yitirmiş davaların insanlarını eski
yoldaşlarıyla buluşturan bir yönetmenin filmlerine bakıyoruz.
Angelopoulos'un
coğrafyasına böyle bir bakış esnasında karşılaşacaklarımız sise karışan
insanların görüntüleridir. Sınırların belirleyiciliğini yitirdiği kimliksiz bir
coğrafyada aidiyetlerini yitirmiş göçmenler toplanmışlardır. Kimin hangi
geleneğe ait olduğu insanların kendi aralarında çizdiği hayal meyal sınırlardan
ancak anlaşılır.
İki
sevgili kendilerini ayıran nehrin iki yakasında evlenirken, kumpanya oyuncuları
kendi ülkelerinde aynı oyunu tekrar tekrar oynayıp asla sonuna varamayarak
göçmenleşirler.
Yaşlı bir
adam elinde bir bavul ve kemanla gurbetten gelirken başka bir adam evinin, yeni
evlenmiş kızının ve karısının yaşamından, artık kontrol edemediği arılarıyla
göçer.
İki çocuk
yağan kara hayretle bakan polislerin arasından kaçıp babalarını aramaya
giderken kumpanya oyuncularından biriyle selamlaşır.
Kendisi de
göçmen olan bir şair, yarım kalmış şiirini hayattan uzaklaşan bir adama verir,
bir başkası ise artık seçilemeyen sınırı geçmek üzere bir ayağını atarken
durmuş, bir kadının elinde tuttuğu kayık uzaklaştıkça sökülen kazağın
zayıflattığı bağı seyreder.
Bir baba
ikiz oğullarını teselli için varolmayan bir akordeonu elleriyle çalar, bir
melek hep hayal ettiği üçüncü kanada uzanır ve bir yönetmen artık eski halinden
eser kalmamış Balkanlar'ı boydan boya geçerken yitik bir bakışa kendi bakışını
ekler.
Herkes,
göçmenler; diaspora halkları; kendi ülkesi içinde göçmen sayılanlar, beraber
durup elektrik direklerine, göğe tırmanan insanları izlemeye başlarlar,
insanlığın gidecek başka toprağı kalmamıştır.
Üstlerinde
bir vinçten sarkan kimliksiz, ülkesiz ölü havada asılı duran göçmen kadınlar
ağıt yakmaya başlar ve ablasının anlattığı öykü yarıda kesilen çocuk fısıldar:
Bu hikaye asla bitmeyecek!
Sis
Angelopoulos'un yarattığı coğrafyaların üstünü sık sık örterken, sineması ve
sinemasının kimliği adına yapılan tartışmaların da üstünde durduğu bir noktayı
gösterir.
Angelopulos
hem dünyaya mal edilmiş hem de ülkesinde, kazandığı ünden ötürü, ondan başka
sinemacı yokmuş gibi davranıldığı için eleştirilmiştir.
İlk
filmlerde Brecht etkisi
Filmlerinin
belli aidiyetlere atıfla başlayıp silinen bir kimlikle son bulması, çizdiği
coğrafyanın katı sınırlarla başlayıp hiçliğe varması ve zamanın iç içe
geçmişliği onu adı Yunan sineması içinde anılan gönüllü bir göçmen haline
getirir.
Brecht
etkisi taşıyan ilk filmleri Canlandırma (Reconstruction/Anaparastasi,
1970), '36 Günleri (Days of '36/Meres
tou '36, 1972), Kumpanya (Travelling Players/Thiasos, 1975) ve Büyük İskender
(Alexander the Great/ O Megalexandros, 1980) Yunan kimliğine, yerel öğelerine
ve tarihinin çeşitli safhalarına atıflarla doluyken vardıkları nokta kimlikle
ilgili mitlerin yıkılıp geriye göçmenliğin kalmasıdır.
Nazi
İşgali'nden İç Savaş'a kadar anlatılan bir zamanda gezinen Kumpanya'nın
oyuncuları Antik Yunan trajedilerine gönderme yapan isimleriyle -isimler
Aeschylus'un Oresteia üçlemesinden alınmıştır- Yunan tarihini antik zamanlardan
günümüze taşırken, 20. yüzyıl Yunanistan'ındaki kıyımlar arasında geçen
gezileri onları bir türlü sonuna kadar oynayamadıkları oyunlarıyla beraber
kendi topraklarına yabancılaştırır.
Büyük
İskender filminde ise Angelopoulos'un kendi nesline ve Yunanistan'ın geçirdiği
felaketlerden arta kalanlara dair hayalkırıklığı, kendini İskender'in yeniden
dünyaya gelmiş hali sanan bir haydudun hikayesi üzerinden İskender'in temsil
ettiği ütopyayı yıkmaya götürür.
Antik
Yunan mitleri birçok filminde birbirine geçmiş 20. yüzyıl manzaraları arasında
belirip eskiyi hatırlatır fakat yeni hayat ne antik geçmişin ne de
Yunanistan'ın kuruluş hayallerinin kurmayı hayal ettiği gibi değildir.
Böylece
Angelopoulos geride coğrafyayı ve kimlikleri bulandırarak tahlili yapan fakat
sonunda çözüm bulmak yerine belirsizliğin içinde yiten filmler bırakır.
Ütopyadan
çıkış
Belki,
kendisi gibi her eserine milli bir damga vurma hevesinde olmayan besteci Eleni
Karaindrou ile çalışmayı tercih etme sebeplerinden biri de bu kimlik
konusundaki ısrarsızlığıdır.
80'lerde
yaptığı filmler ütopyalardan çıkışı daha keskin bir şekilde ifade eder ve
yitiklik daha kuşakların başında belirmeye başlar. Filmlerindeki yitik baba
teması artan bir şekilde babayla başlayan kayıplık hissini genel bir kimlik
sorununa yansıtır.
Kitera'ya
Yolculuk (Voyage to Cythera/Taksidi sta Kithira, 1984) filmi Alman İşgali'ne
dair bir sahneyle başlar. Sahne bir film setinde olduğumuzu bize söyledikten az
sonra, filmin içindeki filmin zamanından bir adam gönderildiği sürgünden döner.
32 yıllık
sürgünden geri dönen partizan baba izlediğimiz sahneyi çeken yönetmenin
babasıdır. Ailesiyle buluştuğunda çocukların bulundukları dünyaya yabancılaşmış
halleri ile değişmiş bir ülkede yitmiş anılarının peşindeki babanın hali
birbiriyle çarpışır.
Film bir
ülkenin silmeye uğraştığı tarihinin sorunları ve yitik ideallerine yapılan
vurgularla giderek çıkışsız bir noktada kalır. Baba hukuki bir belirsizlikten
ötürü ne ülkesinde kalabilir ne de sınırdışı edilebilir.
Onun için
bulunan çözüm onu karaya zincirle bağlı bir sal üzerinde, bir nevi arafta
bırakmaktır.
Baba ve
ona katılan anne zinciri çözerek denizi saran sisin içinde yitmeyi seçerler.
Kitera'ya
Yolculuk'un arkasından çekilen Arıcı (Beekeper/Melissokomos, 1986) ise, diğer
filmlerine kıyasla çok daha minimal bir öykü olan "baba"nın kendi
yitiş hikayesidir.
Yaşadığı
döneme, ailesine ve geçmişine artık uyamayan arıcı artık hakim olamadığı,
kendisinden kaçan arılarıyla birlikte giderek yokolduğu bir yolculuğa çıkar.
Kimliksiz
insan manzaraları
80'lerin
sonuna gelindiğinde ise Angelopoulos dünyanın aldığı hale paralel olarak
göçmenlik ve sınırların yapaylığı temasını ülkesiyle belli bir bağı hala
koruyarak dünyaya yaymaya başlar.
Kendi
çocuksu hayretini en iyi ifade ettiği filmlerinden biri olan masalsı Puslu
Manzaralar (Landscape in the Midst/ Topio stin Omihli, 1988) iki çocuğun kendi
ülkelerindeki sıkışmışlıklarını anlatırken aynı zamanda onların kendi
gerçeklerini kurmalarına da izin verir. Filmin başında seyirciye bildirildiği
üzere çocukların babası sanıldığı gibi Almanya'da değildir, babaları olmamıştır.
Çocuklar
bu gerçeği değiştirerek sürekli trene binip trenden atılarak Almanya'ya varmaya
çalışırlar. Puslu Manzaralar, çocukların havada uçan devasa, işaret parmağı
kesik antik eli izledikleri sahnenin fısıldadığı gibi eski bir ülkünün kesik
parmağının artık nereyi işaret ettiği, hangi yola gidilip hangi idealin
benimseneceğini söyleyemediği bir dünyanın filmidir.
Bu artık
işaretlenemeyen, varolan simgelerinin de içi boşalmış dünyayı, Angelopoulos tüm
yetkinliğiyle Leyleğin Geciken Adımı (The Suspended Step of the Stork/To
Meteoro Vima tou Pelargou, 1991) filmiyle yeniden kurar.
Leyleğin
Geciken Adımı'nın sisli coğrafyasından kalan görüntüler artık önceden başlayan
bir uyuşmazlığın tepe noktasında, sınırların arasında kimliksiz kalmış
insanların manzaralarıdır.
Filmdeki
yönetmenin peşine düştüğü kayıp eski milletvekilinin bulunup bulunmaması ya da
o sanılan adamın aslında kim olduğu önemini yitirir. Çünkü adam, masal
anlattığı çocuğun tanıklığında ufuğa doğru ilerlemeyi seçmiş ve kaybolmuştur.
Suyun
ikiye böldüğü, insanları bir araya getirecek düğünün bile iki yakada yapıldığı
sınırların keskinliğinde gazeteci kararsız, bir ayağı havada sınırda durur.
Sınır
oradadır ama geçmeye yönelik tehdit ya da kalmanın güvencesi yerine, sınırın
belirlediği coğrafyaların hiçliği adımını durdurmuştur. Yer bitmiş, insanlar
için -filmde tekrar eden direklere çıkan elektrikçi çekimlerinin fısıldadığı
gibi- ancak gökte yer kalmıştır. Göçmenlerin doldurduğu sınırlar arası alanda
yerli kalmış kimse yoktur.
Bu filmden
sonra, daha da değişmiş bir dünyada çekilen ve yönetmenin kendi yönetmen
kimliğindeki bakış temasını -benzer temaya sahip Kitera'ya Yolculuk ve Leyleğin
Geciken Adımı filmlerinden- daha net işlediği Ulis'in Bakışı (Ulysses' Gaze/ To
Vlemma tou Odyssea, 1995) hem coğrafyasını daha da genişletir hem de
Odyssea'nın arayışının işaret ettiği keskin sonucu yıkar.
Lenin
heykelinin kırılan başıyla sona erdiği işaret edilen eski dünyanın halefi yeni
düzenin vaat edebileceği her şey Bosna Savaşı'nda geçen sahnelerle yıkılır.
Angelopoulos'un
tarihe yönelik hayret ve hayal kırıklığının en yetkin aktarıcısı, filmlerinin
değişmez öğesi anlık ve bütünlüklü zamandır. Yan yana varolabilen farklı
zamanların olayları ve kişileri sayesinde hem zamanlar arası bir karşılaştırma
yapma mümkün kılınır hem de zamanın getirdiklerinin tıkandığı noktalar öncül
düğümleriyle beraber anılabilirler.
Bu usta
ile çırağın aynı yaşta bulunabildikleri, karakterlerin tarihte dolaşabildiği
bir zamandır. Ulis'in Bakışı'nda filmdeki yönetmenin gezisi sadece bir
coğrafyayı değil tarihleri de aşar ve Balkan Savaşları ile İkinci Dünya
Savaşı'nı da Bosna Savaşı gibi ziyaret ederken, kendi bakışı ile Manakis
kardeşlerin kayıp bakışı birleşir.
Gerek
Kumpanya'daki gibi atlamalarla ilerleyen gerekse Kitera'ya Yolculuk'ta
görüldüğü gibi eski sahnelerin yeni zamanda tekrarına dayanan bu zamana dair
anlatılan hikayeler çözümsüzlük hissini arttırır. Buna en hakim temalardan biri
olan yol temasının izleğinin kaybolma ve çıkışsızlıkla çizilmesi eşlik eder.
Yol
yönetmeni olduğuna dair yorumlar da rahatlıkla yapılabileceği gibi (2) ,
yapılabilecek bir diğer yorum da geçmiş ile şimdinin ilişkisinde olduğu gibi,
ilerleme ile bir yerde sabit durmanın, gidilen mekanın kendine haslığı ile
kimliksizliğinin birbirine geçtiği filmlerin yönetmeni olduğudur.
Bununla
beraber yitiklik hissi ve çözümsüzlük yönetmenin son filmlerinden Sonsuzluk ve
Bir Gün (Eternity and a Day/Mia Aionotita kai Mia Mera, 1998) ve Zamanın Tozu
(The Dust of Time/ I Skoni tou Hronou, 2008) ile biçim değiştirmeye başlar.
Yarın ne
kadar sürer?
Angelopoulos'un
değişen dünyaya umutsuz bakışı kendi topraklarında yabancılaşmış bir şairle
göçmen bir çocuğun hikayesinin anlatıldığı Sonsuzluk ve Bir Gün'de yarına
beslenen umuda dair belli belirsiz bir göndermeyle hafifler.
Beraber
yola çıktıklarında adeta kaybolan çocuk ve şair yolculuklarının bir safhasında
bir otobüsün içinde kalır ve geçmiş ile şimdiki zamanla yüzleşirler.
Aşka ve
devrime dair öznelerinin hikayeleri otobüse dolduktan sonra Yunanistan'ın ilk
milli şairi, milli marşın bestecisi Solomos da otobüse biner.
Şair
Solomos'un yarım bıraktığı şiiri tamamlamadan ölmek istememektedir, bu buluşma
onları hem yakın kılar hem de şairin kimliğinden kopuşunu da vurgular.
Yunan
İhtilali'nden ilham alıp Yunanistan'a gelen ve annesinin dili olan Yunan dilini
burada öğrenen Solomos filmin içinde, insanlara öğrettikleri kelimeler için
para ödeyerek yerlileşirken kendisi ona kelimeler satan bir göçmen bir çocuğun
peşinde giderek yitmektedir.
Fakat
Angelopoulos şaire, Puslu Manzaralar'daki çocuklar tanıdığı şansı tanıyarak,
hem geçmişini değiştirme şansı verir hem de ona yarına dair bir merak vererek
yeni gelen günü karşılamasını sağlar.
Böylece
otobüste şairin korkuyla Solomos'a sorduğu "Yarın ne kadar sürer?"
sorusunun geleceğe dair endişesi hafifler.
Yarım
kalan üçleme
Bu filmden
sonra başladığı ve Angelopoulos üçleme bitmeden öldüğünden son film olmadan
bütünlüğüne kavuşması pek mümkün olmayan üçlemenin ilk filmi Ağlayan Çayır (The
Weeping Meadow/To Livadi pou Dakrizei, 2004) yine karamsar tona geri dönse de
üçlemenin ikinci ve üçleme bitmediği için Angelopoulos'un son filmi Zamanın
Tozu, içinde geleceğe yönelik merakı ve umudu barındıran bir filmdir.
Zaman
kullanımının izleyiciyi en çok zorladığı, karakterlerin çeşitli yaşlarının
sıklıkla aynı sahnede, üstelik farklı diller konuşarak geçmişi bugünde yaşadığı
film olan Zaman'ın Tozu, hem Yunanistan hem de Dünya tarihinin 20. yüzyılını
gezmekle beraber vurguyu bugüne daha çok taşıyan bir film.
Birçok
sahnede karşımıza çıkan üçüncü kanadına uzanan melek simgesi en sonda umutla
yağan karın altında yürüyen dede ve torunla bütün zamanların direttiğinden
farklı, üçüncü bir yola göz kırpar.
Filmde
geçmişin yükünü taşıyamayanlar kaybolmuş ama eski ve yeni beraber kaynaşıp yeni
bir hedefe gitmeyi seçebilmişlerdir. Yönetmenin Puslu Manzaralar'daki kesik
parmağının yeniden bir yere işaret etmeye başlamıştır.
Yönetmenin
macerası, ölümüyle beraber, bu anlamda da yarım kalmış oluyor. Sadece bir filmi
ve gelecek film umutlarını yarıda bırakarak değil, söylenecek bir söz
beklentisini de ani bir şekilde sonlandırarak.
Kendi
ülkesinin sineması adına tartışmalı "göçmen" konumu, ya geçmişi
neredeyse dokümanter gibi belgelemeye ya da yeni hedefler göstermeye alışkın
Yunan Sineması'nda bir çözüm önerisi getirmesi için beklentiler doğurmuştu,
dünyadaki izleyicilerinden de böyle beklentilerin geldiği olmuştur.
Bu filmin
sonrasında yönetmenin daha belirgin bir çözüme işaret edip etmeyeceğini, en
azından yarım kalan filminin konusu ya da çekimleri açıklanmadan,
bilemeyeceğiz.
Kendi
bakışını ve derdini ortaklaştırmayı seven, bunu gerek filmlerine kendisi gibi
yönetmenleri ve onların zaman içindeki hayret, yabancılaşma ve umutsuzluklarını
da katarak gerek Manakis kardeşler gibi eski ustalara selam vererek yapan
Angelopoulos'un ölümü yabancılaşmanın, kimliğin ya da kimliğin yitişinin, yapay
sınırların anlamsızlığının ve zamanın kendine haslığının tahlilini en kendine
özgü biçimde yapan yönetmenlerden birinin hikayesini sonlandırdı.
Kendi
adıma, özellikle 1990'ların karıştırıp böldüğü bir dünyayı o zamanlarda keşfe
çıkmak zorunda kalmış biri olarak, onun bu savruk akışa karşı hayretini ve
zarif bir şekilde sunduğu eleştirisini biraz daha aktarabilmesini ve bizlerin
bunları kabullenmesini biraz daha zorlaştırmasını çok isterdim.
En azından
onun ölümünün aynı zamanda bu hayretin de ölümü demek olmadığını düşünerek avunuyorum.
Ondan sonra varolacak sinema için de, onun sinemasının ölümünden sonra genel
olarak nasıl değerlendirileceğinin tahlilini yapmak için de çok erken.
Fakat, 24
Ocak 2012'deki ölümünden beri kendisinden sonra gelecek yeni yönetmenler için
ne düşündüğüne dair bir merakı geliştirmek için en uygun zamanda olduğumuzu
düşünebiliriz.
Ondan
gelen bir alışkanlıkla geçmişi hafızayı kullanıp şimdiye taşırsak, başta da adı
geçen söyleşide kendisinden sonra gelen yeni yönetmen kuşakları için
söylediklerine yer verip sözü onun ağzından bitirebiliriz:
"Biz
söyleyeceğimizi söyledik, yapabileceğimizi yaptık, az ya da çok, mühim değil.
Yeni kuşak da bu kuşağın içinden çıkıp kendi yolunu çizmeli, mümkün olduğunca
geçmişiyle çatışmalı, hangi şekilde olursa olsun, sadece özle ilgili konularda
değil. Çünkü dediğim gibi, tarih, yaşanmışlık, geçmiş aslında yaşanan
zamandır." (3) (PK/HK)
* Pınar
Karababa,Çağdaş Yunan Dili Filoloğu ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü doktora öğrencisi.
(1) http://www.filmfestival.gr/2003/aggelopoulos7.html
(2) Bir örnek için bkz. Atayman, Veysel, Bakış'a
Bakış, Belgesel Sinema, İlkbahar-Yaz 2003
(3) Bu
söyleşinin çevirisi Sekans Sinema Kültürü Dergisi'nde yayınlanmıştır (Söyleşi:
Theo Angelopoulos (çev. Pınar Karababa) Sekans Sinema Kültürü Dergisi,
Nisan-Mayıs 2005, Ankara )
No comments:
Post a Comment