Sunday, 28 September 2014

Biz Mülteciler


1943 yılında, Hannah Arendt Ingilizce yayın yapan küçük bir Yahudi mecmuası olan Menorah Journa!da "Biz Mülteciler" başlıklı bir makale yayımladı. Bu kısa fakat önemli makalenin sonunda Arendt, asimilasyon ile yüzde yüz elli Alman, yüzde yüz elli Viyanalı, yüzde yüz elli Fransız olduktan sonra, en sonunda acı bir şekilde "on ne parvient pas deux fois" gerçeğini fark etmesi gerekecek olan Cohn'un tartışmalı bir portresini çizmesinin akabinde, kendinin de içinde yaşadığı vatansız mültecilik durumunu, mülteciliği yeni bir tarihsel bilincin paradigması olarak sunmak üzere tersine çevirecektir. Bütün haklarını kaybetmiş olsa bile kendi durumunu fasih bir biçimde sürdürme isteğiyle ne pahasına olursa olsun yeni bir milli kimliğe asimile olmaktan geri duran mülteci, yitirmek durumunda bırakıldığı makbullüğü karşılığında çok kıymetli bir avantaj elde edecektir: "Onun için tarih artık kapalı bir kitap değildir ve siyasetin Jantillere ait bir ayrıcalık olma durumu sona ermiştir. Bilir ki Yahudilerin Avrupa'dan sürülmesini birçok Avrupa halkının sürülmesi izlemiştir. Bir ülkeden diğerine sürülen mülteciler kendi halklarının öncü kolunu temsil etmektedir".' Üzerinden tam elli yıl geçtikten sonra, bugün bile güncelliğinden hiçbir şey yitirmemiş bu analizin anlamı üzerinde bir miktar düşünmeye değer. Durum, problemin o zamanki aciliyetini Avrupa içinde ve dışında aynı şekilde koruyor olmasından ibaret değildir. Bu durum aynı zamanda, ulus-devletin içinde olduğu çökme süreci ve geleneksel siyasal-hukuki kategorilerin genel olarak aşınması göz önünde bulundurulursa, mültecinin günümüz halkları için belki de tek düşünülebilir figür olmasıyla ve de bugün, en azından ulus-devletin ve egemenliğinin çözülüş süreci tamamlanana kadar, gelecek [to come] bir siyasal toplumun biçim ve sınırlarını görebildiğimiz yegane kategori olmasıyla ilgilidir. Esasında, yüz yüze geldiğimiz bu tamamıyla yeni görevlerin üstesinden gelmek istiyorsak, hiçbir kuşkuya kapılmadan ve çekinmeksizin şu ana kadar siyasi özneyi temsil etmek için kullandığımız temel kavramlardan (insan, vatandaş ve hakları kadar egemen halk, işçi kavramlarından da) vazgeçmemiz ve siyasal felsefemizi bu biricik mülteci figüründen başlayarak yeniden inşa etmemiz gerekecektir. Mültecilerin kitlesel bir olgu olarak ilk ortaya çıkışı Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasının ve akabinde imzalanan barış anlaşmalarının sonucunda Orta ve Doğu Avrupa'nın demografik ve bölgesel yapısının tamamıyla altüst olduğu 1.Dünya Savaşı sonlarına rastlar. Çok kısa bir süre zarfında, bir buçuk milyon Beyaz Rus, yedi yüz bin Ermeni, beş yüz bin Bulgar, bir milyon Yunan ve yüz binlerce Alman, Macar ve Romanyalı ülkelerini terk edip başka yerlere göç etmiştir. Hareket halindeki bu büyük kitlelere, tırmanış arz eden şu durumu da eklemek gerekir; yapılan barış antlaşmaları sonucunda ulus-devlet modeline dayanarak ortaya çıkan yeni ülkelerde (örneğin Yugoslavya ve Çekoslovakya'da) nüfusun yüzde otuz gibi bir kısmı, azınlıklardan oluşmaktaydı. Bu azınlıkların korunmaları için bir dizi uluslararası antlaşma (sözde Azınlık Antlaşmaları) yapılması gerekecek, ancak bu antlaşmalar pek de uygulanmayacaktı. Birkaç yıl sonra, Almanya'daki ırk temelli yasalar ve İspanya'daki iç savaş Avrupa geneline yeni ve önemli miktarda mülteci yayılmasına neden olmuştur. Mülteciler ile uyruksuz kişiler arasında ayrım yapmaya alışkınız, fakat bu ayrım, o zaman olduğu gibi bugün de ilk bakışta göründüğü kadar kolay değildir. En başından beri, teknik anlamda uyruksuz denemeyecek birçok mülteci kendi ülkelerine dönmemek adına uyruksuzluğu tercih etmiştir. (Savaşın sonunda Fransa ve Almanya'da bulunan Polenyalı ve Romanyalı Yahudilerin ya da günümüzde siyasal zulüm kurbanları ile ülkelerine dönmeleri hayatta kalma olanağını riske atmak anlamına gelecek olanların durumu böyledir.) Öbür taraftan, Rus, Ermeni ve Macar mülteciler, Sovyet ve Türk devletlerince süratle ulusal haklarından mahrum bırakılmıştır. ı. Dünya Savaşı ile birlikte birçok Avrupa devletinin vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkaran ya da ulusal haklarından mahrum bırakılmalarının önünü açan yasalar çıkarmaya başladığını belirtmek önem arz etmektedir. Bunların ilki 1915 yılında Fransa'da, "düşman" kökenlere sahip vatandaşlara ilişkindir; bunu 1922'de savaşesnasında "ulus aleyhinde" eylemlerde bulunmuş olanların vatandaşlığa kabul edilmesini yürürlükten kaldıran Belçika örneği takip edecektir; 1926'da İtalya'daki faşist rejim "İtalyan vatandaşlığına layık olmadıklarını" ortaya koyan vatandaşlar hakkında benzer bir kanun berıimsemiştir; 1933 yılında sıra Avusturya'ya gelmiş ve bu silsile, Alman vatandaşlarını tam vatandaşlar ve siyasal haklardan mahrum vatandaşlar şeklinde ikiye bölen 1935 tarihli Nürnberg Yasaları'na kadar devam etmiştir. Bu yasalar ve sonucunda ortaya çıkan kitlesel uyruksuzluk, hem modern ulus-devletin ömrü hem de bu fikrin naif "halk" ve "vatandaş" nosyonlarından mutlak bir şekilde ayrılması açısından bir dönüm noktası teşkil eder. Ülkelerin, Milletler Cemiyeti'nin ve daha sonra Birleşmiş Milletler'in mülteci sorunuyla yüzleşmeye çalıştıkları, Rus ve Ermeni mülteciler için Nansen Mülteci Bürosu'ndan (1921) başlayarak Almanya'dan gelen mülteciler için Yüksek Komisyon'a (1936), Devletlerarası Mültecilik Komitesi'ne (1938), Birleşmiş Milletler Uluslararası Mülteciler Örgütü'ne (1946) ve tüzüğüne bakılırsa etkinliği siyasal değil de sadece "insancıl ve sosyal" bir karakter sahibi mevcut BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne (1951) kadar uzanan çeşitli uluslararasıorganizasyonların tarihini değerlendirmenin yeri burası değil. Temel husus, mültecilerin bireysel bir durum olmaktan çıkıp kitlesel bir olgu halini aldıkları bütün durumlarda (iki savaş arasında yaşandığı ve şimdi tekrar vuku bulduğu üzere), bu örgütlerin ve üye ülkelerin, insanların elinden alınamayacak haklar konusunun ciddi anlamda üzerinde durmalarına rağmen, bu meseleyi sadece çözmekten değil, bununla gerektiği ölçüde yüzleşmekten bile tamamen aciz olduklarını göstermiş olmalarıdır. Bu şekilde bütün mesele polislere ve insaniyetçi örgütlere devredilmiştir. Bu acizlik sadece bürokrasi aygıtlarının bencilliği ve körlüğünden değil, aynı zamanda doğumlu olanın [nativiry] (yani hayatın) ulus-devletin hukuki düzenine işlenmesini düzenleyen temel kavramlardaki muğlaklığın bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Hannah Arendt, Imperialism kitabının mülteci sorununa ayırdığı beşinci bölümüne "Ulus-Devlet'in Çöküşü ve İnsan Haklarının Sonu" başlığını koymuştu.' İnsan haklarının kaderini içinden çıkı1maz bir şekilde modern ulus-devlete, ulus-devletin sonunun zorunlu olarak insan haklarını da işlevsiz kılacağı fikri aracılığıyla bağlayan bu formülasyonu ciddiye almak gerekir. Buradaki paradoks, insan hakları kavramına kıyas götürmez bir şekilde başlı başına vücut vermesi gereken bir figürün, Mültecinin, insan hakları kavramının krizini tesis ediyor olmasında yatmaktadır. Arendt, insanın bütün sıfatlarının ötesinde bir insan olarak var olduğu varsayımına dayanan İnsan Hakları kavramının, bu kavramı ortaya atmış kişilerin kendilerini, insan olma sıfatı dışında bütün diğer özel niteliklerini ve bağlantılarını yitirmiş insanların karşılarında buldukları ilk anda yerle bir olduğunu belirtir." Ulus-devlet sisteminde, güya kutsal ve insanın elinden alınamayacak olan hakların, şayet bir devlete tabi bir vatandaşın hakları değil ise, tamamıyla korunmasız olduğu görülür. Bu durum aslında dikkat edilirse 1789 Beyannamesi'nin başlığının muğlaklığında zaten zımnen mevcuttur; Diclaration des droits de l'homme et du citryen' deki insan ve vatandaş terimlerinin iki ayrı gerçekliği mi isimlendirdiği yoksa, ikinci terimin aslında ilkini içerdiği bir hendiadys mi oluşturduğu hususu belirsizdir.> Saf insan gibi bir şey için ulus-devletin siyasal düzeni içerisinde otonom bir alan olmadığı, en azından, en iyi koşullarda bile mültecilik statüsünün vatandaşlığa kabul edilme ya da ülkesine geri gönderilme durumlarından biriyle sonuçlanması gereken geçici bir durum şeklinde değerlendiriliyor olmasından açıkça anlaşılmaktadır. Başka bir sıfatı haiz olmaksızın insanın bu durumunu sürekli koruması ulus-devlet yasaları açısından tasavvur edilemez bir durumdur. 1789'dan bu yana yazılmış hak beyannamelerine kanun koyucuları kendisine tabi olmaya mecbur bırakan ebedi ve hukuk-üstü değerler bildirileri muamelesi yapmayı bir yana bırakıp bunları modern devlet içerisinde gördükleri işlevler itibarıyla değerlendirmenin zamanı gelmiştir. Esasında, İnsan Hakları öncelikle çıplak doğal hayatın ulus-devletin hukuki-siyasal düzenine işleniminin asli figürünü temsil etmektedir. Antikitede Tanrı'ya ait olan ve klasik dünyada siyasal hayattan [bios] açıkça ayrı olan (zoe olarak) çıplak hayat (insan) şimdi devletin yönetiminde sahnenin merkezine geçerek, deyim yerindeyse, devletin dünyevi temeli halini almıştır. Ulus-devlet, doğumlu olmayı ya da doğumu [nascita] (yani çıplak insan hayatını) kendi egemenliğinin temeli haline getiren devlet demektir. 1789 Beyannamesi'nin ilk üç maddesinin (hiç de gizli olmayan) anlamı budur: ancak doğumluluk unsuru bütün siyasal ilişkilerin özüne işlenerek (1. ve 2. maddeler) egemenlik prensibi (3. madde) ulusa sıkı sıkıya bağlanabilmiştir (bu, doğumluluğun [natıo] önceleri basitçe doğum [nascita] anlamına geldiği düşünülürse kelimenin kökeniyle de uyum içerisindedir). Buradaki zımni kurgu, iki kavram arasında bir ayrıma yer bırakmayacak şekilde doğumun [naseita] doğrudan ulus olarak hayat bulmasıdır. Başka bir deyişle, haklara, ancak insamn vatandaş olmamn derhal uçup kaybolacak bir varsayımım teşkil etmesi ölçüsünde (ki bu asla olduğu gibi gün ışığına da çıkmaması gereken bir varsayımdır) sahip olunabilecektir. Eğer mülteci, ulus-devlet sistemi içerisinde böylesine tedirginlik verici bir unsursa, bu her şeyin ötesinde mültecİnin insan ile vatandaş, doğumluluk ile milliyet arasındaki özdeşliği bozarak egemenlik üretim kurgusunu krize sokmasından kaynaklanır. Bu prensibin tek tük istisnaları tabii ki her zaman olmuştur. Çağımızın yeniliği, ki bu yenilik ulus-devletin tam da temelini tehdit etmektedir, insanlığın giderek artan bir oranının ulus-devlet içerisinde artık temsil edilememesidir. Bu sebeple, mülteci, devlet/ulus/toprak teslisini menteşelerinden ayırması itibarıyla siyasal tarihimizin marjinal değil, temel figürü olarak ele alınmayı hak etmektedir. Avrupa'daki ilk kampların mültecileri kontrol etmek üzere inşa edilen yerler olduğunu ve bu kademeli ilerleyişin (gözaltı kampları, toplama kampları, imha kampları) son derece gerçek bir soy devamı teşkil ettiğini hatırlamak yerinde olacaktır. Nazilerin "nihai çözüm" doğrultusunda sıkı sıkıya uydukları pek az kuraldan biri, Yahudilerin ve Çingenelerin ancak ve ancak milli haklarından (Nürnberg Yasaları çerçevesinde sahip oldukları ikinci sınıf vatandaşlıktan bile) tamamen yoksun bırakılmaları akabinde imha kamplarına gönderilebilir oluşuydu. İnsan, hakları artık vatandaş hakları olmaktan çıktığı zamandır ki, eski Roma hukukunda kullanıldığı anlamıyla gerçekten kutsa~ yani ölüm yoleusu haline gelir. Mülteci kavramını "İnsan Hakları" kavramından keskin bir şekilde ayırmak gereklidir ve sığınma hakkı (ki şu anda Avrupa devletleri mevzuatında öyle veya böyle büyük ölçüde kısıtlanmaktadır) artık mülteci olgusunun ithaf edildiği kavramsal kategori olarak değerlendirilmekten çıkmalıdır. (Bunun bugün bizi çetrefıl kafa karışıklığına sürüklemekten başka bir işe yaramadığını fark etmek için Agnes Heller'in Tesi sul diritto d'asilo (Sığınma Hakkı Üzerine Tezler) çalışmasına bakmak yeterli olacaktır.) Mülteci mutlaka olduğu gibi, yani aynı anda hem ulus-devletin prensiplerini ciddi anlamda krize uğratan hem de kavramlarda artık daha fazla erteleyemeyeceğimiz bir yenilenmenin önünü açan bir sınır-kavram olarak değerlendirilmelidir. Bu arada, Avrupa Birliği ülkelerine sözde yasadışı göç olgusu, bahsettiğim perspektif değişikliğinin zorunlu olduğunu tamamıyla haklı çıkaran özellikler ve oranlar sergiliyor (ki Orta Avrupa ülkelerinden gelmesi tahmin edilen yirmi milyon göçmen göz önüne alındığında bu durum yoğunlaşarak devam edecektir). Sanayileşmiş devletlerin bugün karşı karşıya olduğu şey, ne vatandaşlığa kabul edilebilen ne ülkelerine geri gönderilebilen ne de bu iki durumdan birini talep eden sürekli ikamet durumundaki vatandaş olmegan insanlar kitlesidir. Bu insanlar çoğunlukla bir uyruk sahibi olsalar da, kendi ülkelerinin himayesini tercih etmemeleri itibarıyla, mülteci olarak kendilerini bir "de jacto uyruksuzluk" durumu içerisinde bulurlar. Tomas Hammar, bu vatandaş olmayan mukimler için "vatandaş" kavramının modern devletlerin sosyopolitik gerçekliğini tanımlamakta ne denli yetersiz kaldığını göstermeyi başarmış denizen6 sözcüğünü turetmiştir.? Öbür yandan, ileri derecede sanayileşmiş devletlerin vatandaşları (ABD ve Avrupa' da) gitgide artan bir şekilde siyasal katılımın nizami gereklerini terk etmek suretiyle açık bir şekilde denizen'lere, sürekli yerleşik gayrı-vatandaşlara dönüşme eğilimi göstermekte ve dolayısıyla vatandaşlar ile denizen'ler en azından belirli bir sosyal katman düzeyinde birbirlerinden ayrılamayacakları bir alana girmektedir. Buna paralel olarak, mevcut biçimsel farklılıklara esaslı bir asimilasyorıun eşlik ettiği şartlar altında nefret ve hoşgörüsüzlüğün de şiddetleneceğini söyleyen hepimizin malumu bu prensibin öngördüğü üzere yabancı düşmanı tepkiler ve korunmacı seferberlikler de yükseliş göstermektedir.

Avrupa'da imha kampları yeniden açılmadan evvel (ki bu gerçekleşmeye başlıyor), ulus-devletler doğumlu olmayı işleme prensiplerini ve de dayanağını bu prensipten alan devlet/ulus/toprak teslisini yeniden sorgulama cesaretini gösterebilmelidir. Burada bunun somut bir şekilde nasıl yapılacağıyla ilgili yollar belirtmek kolay bir şey değil. Kudüs sorunu için değerlendirilen çözüm alternatiflerinden birisi Kudüs'ün bölgesel sınırlar olmaksızın aynı anda iki ayrı devletin başkenti olmasıdır. Bu, çift taraflı olarak egemenlik sınırının dışında olma (ya da daha doğrusu böyle bir sınıra sahip olmama) halinin ifade ettiği paradoksal durum, yeni uluslararası ilişkiler modeli olacak şekilde genelleştirilebilir. Belirsiz ve tehditkar sınırlarla ayrılan iki ulusal devlet yerine aynı bölgede ikamet eden, karşılıklı nüfus akışları olan ve kılavuz kavramı vatandaşın ius'undan (hak) ziyade bireyin rifugium'u (iltica) olan, birbirlerinden karşılıklı egemenlik sınırı dışında kalan bir dizi bölgeyle ayrılacak iki siyasal toplum tasavvur edilebilir. Benzer bir mantıkla, Avrupa'ya, feci sonuçları olabileceğini halihazırda kısa vadede öngörebildiğimiz bir "uluslar Avrupası" şeklinde değil de, burada yaşayan (vatandaş olsun olmasın) herkesin bir toplu İnsangöç ya da iltica halinde olacağı egemenlik sınırı olmayan ya da bir kısmı hep bu sınırların dışında kalan bir alan şeklinde bakabiliriz; bu durumda, Avrupalı olmak da toplu göç halinde bir vatandaşlık hali anlamına gelecektir (bunun hareket edilmeyen durumları da içine aldığı açıktır). Eski halk kavramının (ki bilindiği üzere hep bir azınlık belirtir) yeniden siyasalbir anlam kazanıp (şu ana kadar halk kavramını haddinden fazla bastırmış) ulus kavramına kesin bir biçimde karşıtlık oluşturmasıyla, Avrupa sahası doğum ve ulus arasında indirgenemez bir farka işaret ediyor olacaktır. Bu saha, herhangi bir homojen ulusal bölgeyle ya da bu bölgelerin topografik toplamıyla örtüşen bir durum arz etmeden, bu bölgeler üzerinde delikler oluşturan ya da bu bölgeleri topolojik olarak Klein şişesi ya da Möbius şeridi gibi içeri ve dışarının birbirlerini hem belirlediği hem de belirsiz kıldığı bir tarzda bölümleyen bir etkinlik içerisinde olacaktır. Bu yeni sahada, Avrupa şehirleri, karşılıklı bir egemenlik sınırı dışında olma ilişkisi içerisine girerek 'eski zamanlarda sahip oldukları dünya şehirleri olma yetilerini yeniden keşfedeceklerdir. Ben bu makaleyi yazarken İsrail tarafından sınır dışı edilen 425 Filistinli kendilerini bir çeşit sahipsiz bir bölgede buluyor. Hannah Arendt'e göre bu insanlar kesinlikle "kendi halklarının (öncü kollar'ını teşkil etmektedir. Fakat bu, sadece ya da zorunlu olarak bu insanların müstakbel bir ulusal devletin ilk çekirdeğini oluşturacakları ya da Filistin problemini tam da İsrail'in Yahudi meselesine getirdiği gibi yetersiz bir şekilde çözecekleri anlamına gelmiyor. Daha ziyade, Filistinlilerin sığındıkları bu sahipsiz bölge, İsrail devletinin toprak sahasını, üzerinde delikler açmak ve o karlı dağ imajını Eretz İsrail'in tüm bölgelerine kıyasla o topraklara çok daha ait kılacak bir şekilde başkalaştırmak suretiyle karşı eyleme zaten başlamış durumdadır. Bugün insanın siyasal anlamda kurtuluşu, ancak ve ancak, ülke sahalarının böyle delinip topolojik olarak deforme edildiği ve her vatandaşın kendi mülteciliğini teslim etmeyi öğrendiği bir dünya dahilinde tasavvur edilebilir.

Giorgio Agamben
Çeviri: Emre Koyuncu
(*) Bu çeviri Agamben'in farklı dergi ve kitaplar içerisinde kimi zaman güncelleyerek yayımladığı "We Refugees" başlıklı yazısının yaygın versiyonu olan Michael Rocke çevirisi büyük ölçüde esas alınarak yapılmıştır. Yazı ıçın bkz. <http://roundtable.kein.org/node/399> Bu yazı daha sonra Means Without End içerisinde yeni bir çeviriyle yayımlandı. Agamben Homo Sacer'de farklı bağlamın gerektirdiği birtakım değişiklikler ve eklemeler yaparak bu yazısından tekrar istifade etmiştir.

Notlar 1. Hannah Arerıdt, ''We Refugees," Menorah Journal, No. 1 (1943), s. 77.
2. Nativiry bir yerde doğmuş olma, bir yerin yerlisi olma, bir yer "doğumlu" olma arılamında kullanılmaktadır, (Ç.N.)
3. Hannah Arendt, Imperialism, The Origins 0/ Totalitarianism içinde 2. Bölüm (New York: Harcourt, Brace, 1951), ss. 266-98.
4. A.g.e. ss. 290-295.
5. Betimlerne yaparken sıfat-isim ikilisi yerine "ve" ile birleştirilmiş iki ismin kullanılması durumu. Özellikle İngilizce ve Latincede hem sıfat hem de isim olarak kullanılabilen kelimeler vasıtasıyla anlamı pekiştirrnek üzere kullanılır.(Ç.N.)

6. Deny (reddetmek) ile cıtızen (vatandaş). kelimelerinin kaynaştırılmasıyla oluşturulmuş bir neolojizm. (Ç.N.) 7. Thomas Hammar, Democraçy and the Nation State: .Aliens, Denizens, and Citizens in a World o/InternationalMigration (Brookfield, Vt.: Gower, 1990).






















No comments:

Post a Comment