14 Eylül 2014 00:05
İstanbul
Valisi Hüseyin Avni Mutlu kabına sığmıyor.
Valilik
yetmiyor ona, belli ki.
Hem sevimsiz
işler yapıp (bkz. Gezi müdahalesi) hem de sempatik olmaya (bkz. Gezi
günlerindeki kuşlu-çiçekli romantik twitleri) çalışıyor.
Hem pek çok
sıkıcı işin başındaki bir devlet yetkilisi olarak amirlerinden tam not almaya,
hem de halkın gözünde popüleritesini arttırmaya, PR ve sosyal medya fenomeni
haline gelmeye gayret ediyor.
Hem sıradan
günlük işlerini aksatmadan sürdürmeyi, hem de bazen şair, bazen filozof, bazen
de din alimi gibi söylemlerle entelektüel dünyaya damgasını vurmaya çabalıyor.
Bu kez de
ölümü sevdiği üzerine bir "twit patlatmış".
Ertesi gün
kameralar karşısında "ben asla köşeye sıkıştırılmam; hatta sizin bugün
bana bunları soracağınızı da çok iyi biliyordum" edası ve gülücüğü ile
ölümün doğallığı ve kutsallığı üzerine derin analizler yapıyor.
Sanırsın Arthur
Schopenhauer'in ölüm üzerine bütün yazdıklarını devirmiş biri. (Hiçbir
televizyoncunun, Mutlu'nun bu "ölümcül" demecini Mozart'ın Requiem'i
eşliğinde haberleştirmeyi akıl edememesi ne kötü!)
Şaka bir yana
(aslında - Vali'nin cin gülüşünün dışında - ortada pek şaka belirtisi de yok
galiba), hayatımız ölüm haberleri eşliğinde ve Azrail ile kol kola sürüyor.
Şair ve
filozof Vali, belki de - çok konuşkan olmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri
olarak - doğruyu söylüyor.
Yani
temsilcisi olduğu devletin hayatı değil, ölümü sevdiğini açığa çıkarıyor.
Hayat değil
ölüm ülkesi
Baksanıza
halimize!
Soma'da 301
insan öldü. Recep Tayyip Erdoğan "fıtratlı" açıklamasıyla "olur
böyle şeyler" demeye getirdi. Başbakanlık heyeti gidip "yerinde"
biraz insan tepelediler ve döndüler.
İLO
sözleşmesi yine imzalanmadı. İş kazaları açısından dünyada 3., Avrupa'da 1.
ülke olmamızın üstü yine kapatıldı.
Bir şey
değişti mi sizce?
Ne gezer!..
Geçen hafta
Soma'daki maden ocaklarından biri sessiz sedasız açıldı.
İş kazaları
demişken, alın size "asansör faciası". 10 ölüm daha!
Neler çıktı
ortaya neler! Meğer bizdeki her 100 asansörden 84'ü (bazılarına göre 91'i)
cangüvenliği riski taşıyormuş. (Bu arada İstanbul'un Avrupa'daki en fazla
gökdelen sahibi kent olduğunu da öğrendik, başımız göğe erdi, çok şükür.)
Bir şey
değişecek mi sizce?
Ne gezer!..
İşçiler
ölüyor ve ölecek. Çünkü "boş yere para gitmesin; kâr düşmesin" diye
önlem alın(a)mıyor. Bu yüzden de, eski bakan Erdoğan Bayraktar'ın mükemmel
anlatımıyla, "sinek gibi insan ölüyor".
Gazeteler ve
televizyonlar dönem dönem İstanbul depreminin yaklaştığını
"hatırlatıyorlar". Bir görüşe göre, tahminen 30 bin kişi ölecekmiş!
Korkunç,
değil mi?
Değil!
Korktuğumuz
falan yok!
Onca deprem
gördük. Son büyük deprem 1999'daydı ve 20 bine yakın kişinin hayatına mal
olmuştu.
Normal bir
insan, böyle bir durumda her türlü hükümetin ve yerel yönetimin öncelikli
görevinin depreme karşı etkin ve kalıcı önlem almak olduğunu düşünür, değil mi?
Ama bizde
"normal" olan "anormal"dir.
Medyada
"yaklaşan deprem" haberi görürseniz, sanmayın ki bunun amacı sizi
dikkatli olmaya yöneltmektir. Hayır, sadece "alıştırmak" içindir.
Deprem olunca ve sizlerin bir kısmı ölünce, kalanlara "Şaşılacak bir şey
yok, biz kaç defa demiştik ya!" demek içindir.
Ya trafik
kazaları liginde hep ilk sıralarda olmamıza ne demeli? Onca ülke bu sorunu
minimum boyutlara indirmişken "süper aklı" ve "pratik
zekası" ile durmadan övünen Türklerin her yıl bir kasaba nüfusunu trafiğe
kurban vermesinin mantıklı bir açıklaması var mı sizce?
İnsan
hayatına önem vermiyoruz işte! O kadar basit! Üstelik yalnızca devlet değil,
toplum da hayatı fazla önemsemiyor.
Belki de
hemen herkes Vali Mutlu gibi "ölümü severek mutlu oluyor"... Olur mu
olur! E zaten "bu dünyadan daha iyisini vaat eden" dinî
referanslarımız da arkamızda...
Bu arada
asansör felâketinin ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun alelacele verdiği
demece dikkat ettiniz mi? Hemen ölüleri (ve dolaylı olarak kalan yakınlarını)
"ödüllendirmeye" çalıştı: "Ölenler bizim için şehit
hükmündedirler!" Pardon, ama sizin "hükmünüz" ne ki, kimin şehit
olup olmadığına anında karar verebiliyorsunuz?
Tesadüfen
yaşıyoruz
Hayatı değil
ölümü kutsamamızı, sadece trafik ve iş kazaları ile doğal felâketlere karşı
yaklaşımımızla açıklamak galiba yetersiz kalıyor.
30 yıldır
süren bir iç savaşın kan ve barut kokusu altında yaşıyoruz hâlâ. Ve barışı
kazanmak için fazla acele etmiyoruz. Hatta bazılarımız "biraz daha
savaşılmalı" görüşünde.
Ölüp
duruyoruz. Ama önemli değil, doğuyoruz da.
"Üç
çocuk, beş çocuk" derken sonuçta sandık başına gidecek epeyce insan
çıkıyor ortaya. Varsın bir kısmı da başka sandıkların içinde toprağın altına
tıkıştırılsın.
Batı'dan
gelen bir yabancı Türkiye'deki ölümlerle tanışınca şaşkınlıkla şöyle demiş:
"Bizde bazen
'kazara' ölümler olur; sizin ise yaşamanız 'kazara'!"
Haksız mı
yani?
Bakın, Beykoz
Korusu'nda dört kadın sohbet ediyorlar. Veee... Hop! Bitti! Sohbet değil
sadece, hayat bitti! İkisi ölüyor, ikisi yaralı.
Kafalarına
bir ağaç düşmüş.
Ağaç neden
düşmüş?
Her kafadan
bir ses çıkıyor:
"Aslında
orası 2007'de Orman Bakanlığı'nın izin vermemesine rağmen açılmış,"
"Aslında
bu facia önlenebilirmiş, ama 6 resmî kurum arasında yetki karmaşası ve iletişim
sorunu varmış."
"Aslında
o ağaca, mutlaka kesilmesi gerektiğine ilişkin işaret çoktan atılmış."
Aslında,
aslında, aslında...
Aslında
"ölümleri seviyoruz" işte, filozof Valimiz boşuna twit karalamıyor.
Sevmediğimiz
şey ise hayat! Ve kurallar!..
Yine Batı'da
yaşayan bir arkadaş benim araba kullanmamla alay ediyor:
"Yahu
tek yön yola giriyorsun, yolun dört bir tarafına bu kadar dikkatle bakmanın ne
gereği var!"
Ne
diyeceksin? Nasıl anlatacaksın burada her şeyin mümkün olduğunu?
Şimdi bana
ölümlerin sadece "takdiriilahi", kazaların ise tesadüfi olduğunu
savunup "her yerde olur" diyen çokbilmişlerin istatistiklere ve
uluslarararası kıyaslamalara bakmasını öneririm.
Yukarıda
verdiğim birkaç örneğin dışında şunu da ekleyeyim: Hani Türkiye "dünya
lideri" oluyor ya! Hani ekonomide dünyanın en büyük 17.'si ya (son
verilerle 18.'liğe düştük bu arada)! Hani, mesela, nüfus bakımından dünyanın
16. ülkesiyiz ya!
Bırakın bu
kof laflarla böbürlenmeleri! Hayatınızın nasıl olduğunuzu söyleyin siz! Yaşam
kalitenizi yani! Sağlık, eğitim, gelir durumu, cinsel eşitlik, siyasi özgürlük
gibi sıralamalarda Türkiye'nin kaçıncı sırada geldiğini söyleyin!
Zahmet
etmeyin, ben yazayım:
Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı'nın İnsani Gelişme Endeksi'nde (yani yaşam
uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve gelir düzeyi ölçütlerine göre) Türkiye,
186 ülke arasında 69. basamakta.
"The
Economist Intelligence Unit" tarafından hazırlanan ve 80 ülkeyi kapsayan
Yaşam Kalitesi Endeksi'nde (sağlık, boşanmalar, sosyal hayat, ekonomik durum,
siyasi durum ve güvenlik, iklim ve coğrafya, işsizlik, siyasi özgürlükler,
cinsel eşitlik konularında) ise 51. sırada geliyor.
Acaba iş
kazalarında önde olmakla hayat kalitesi endekslerinde gerilerde kalmak arasında
bir bağlantı var mıdır?
Sayın
Valimiz'den bu konuda da "sıkı bir twit" bekliyoruz.
@AksayHakan
No comments:
Post a Comment