3. Murat’ın
“Ziyade yevmiye talep edenlerin hakkından geline”[1] diye fetva buyurduğu
1587’den buyana bu topraklarda çalışanların talepleri karşısında egemenlerin
temel yaklaşımı – istisnaları, kırılma noktaları olmakla beraber- genel olarak
yasaklayıcı, baskıcı, engelleyici bir tutum olarak şekillendi. O tarihten
bugünlere devletle çalışanların ilişkileri açısından belirleyici olan kavram
“yasak” olmakla beraber, bu kavrama “lütuf” ve “vesayet” kavramları da eşlik etti. Yasak-lütuf- vesayet ekseninde
çalışma ilişkileri biçimlendirilmiştir.
Padişah
buyruklarından, yasalara geçildiğinde de yine başat olan yasakçılıktı. Bazı tarihçilere göre
Osmanlı’nın ilk iş kanunu olarak kabul edilen 1845 tarihli Polis Nizamnamesi
işçilerin sendikalaşmasını ve grev yapmasını yasaklıyordu. Dönemin devlet
yöneticileri bu nizamnameye dayanarak işçilerin gösteri ve grev hakkını
engelliyordu. Grev hakkı bir tür asayiş sorunu olarak görülüyordu.[2] İkinci Meşrutiyetin ilanını takiben çıkarılan
Tatil-i Eşkâl Kanunu özel sektörde çalışanların grev hakkına kısmi bir özgürlük
tanırken, kamu teşebbüslerinde grev yapmayı yasaklıyordu.[3]
Devlet ile
çalışanlar arasındaki ilişkinin temelini oluşturan yasakçılık, Cumhuriyet
döneminde de ana renkti. 1924 Anayasasında örgütlenme bir hak olarak kabul
edilmesine rağmen, yasalarla bu hak düzenlenmemişti. 1925 Şeyh Sait İsyanını
takiben çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu idareye her türlü örgütlenmeyi,
toplantıyı, yayını engelleme hakkı tanıyordu.[4] Ciddi bir baskı dönemi içinde
işçilerin 1 Mayıs kutlamaları başta olmak üzere her türlü gösteri hakkı
yasaklandı. Bunun tek istisnası 1927 1 Mayıs kutlaması oldu. 1927’de işçilere
kamu taşıtlarının çalışmasını engellemeyecek biçimde kutlama yapma izni
verildi, ancak hemen arkasından kutlamaya katılanlara dönük bir tutuklama
dalgası başlatıldı.[5] (Anlaşılan bu izin, işçi önderlerinin açığa çıkmasını
sağlamak ve tutuklamak içinmiş.)
1936
çıkarılan 3008 sayılı İş Kanunu, bazı bireysel hakları çalışanlara tanırken,
grev ve sendika hakkını tanımıyordu. Dahası grev yapan işçinin hapis cezasıyla
cezalandırılmasını öngörüyordu.1938 Cemiyetler Kanunu, sınıf esasına dayalı
örgütlenme yasağı getirerek, sendikal örgütlenmeyi mutlak bir biçimde
engelliyordu.
Özellikle
kolektif haklar söz konusu olduğunda yasakçı olan devlet tutumu, bireysel
haklar konusunda kısmen daha gevşekti. 1936’da çıkarılan İş Yasasında
çalışanlara bireysel bazı haklar tanındı.
İş Yasasında kıdem tazminatı gibi önemli bazı hakların çalışanlara bir
bağış gibi tanınmasının arka planında işçiler arasında hak bilincinin
gelişmesinin, meselelere sınıf gözlüğü ile bakılmasının engellenmeye
çalışılması yatmaktadır. Dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Peker, bu yaklaşımı
şöyle ifade etmiştir: “Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve
yaşamasına imkân verici hava bulutlarını silip süpürecektir.”[6]
1925 ile 1946
arasındaki dönemde, deyim yerindeyse devlet kuş uçurtmadı. Her türlü
örgütlenme, toplantı, gösteri yasaklandı. 1946’da ise dünyada esen demokratikleşme
rüzgarlarının etkisiyle, Cemiyetler Kanununda yapılan değişiklikle “sınıf
esasına dayalı örgütlenme yasağı” kaldırıldı. Bunun hemen ardından büyük
çoğunluğu Şefik Hüsnü’nün önderliğinde
Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi(TSEKP) ile Esat Adil’in önderliğinde
Türkiye Sosyalist Partisi tarafından organize edilen yüz civarında sendika
kuruldu.[7] Çoğu işyeri sendikası niteliğinde olan bu sendikaların kuruluşu,
bütün baskı ve yasaklamalara rağmen sınıf hareketi içinde hak arama ve
örgütlenme konusunda, ilk adımları 1620’de Venedikli tüccarlara karşı iş
bırakan İzmir Limanı hamallarından alan bir geleneğin varlığının
göstergesiydi.[8] Bu durum aynı zamanda dönemin TKP örgütlenmesinin işçi sınıfı
içinde bir biçimde süreklilik taşıdığını
da gösteriyordu. Rasih Nuri ileri bu örgütlenmelerin TKP’nin 25 yıllık
mücadelesinden güç aldığını ve bu örgütlenmelere yön verenlerin eski TKP
militanları olduğunu söylemektedir.[9]
Kısa sürede
ve dönemin özellikleri göz önüne alındığında
yaygın denebilecek nitelikte bu sendikal
örgütlenmelere devlet, ancak altı ay dayanabildi. 1946’nın Haziranında kurulan sendikalar aynı
yılın Aralık ayında kapatıldı.
Sendikaların kapatılması emek hareketinin komünistler tarafından örgütlenmesine karşı bir tedbirdi. Nitekim dönemin İçişleri
Bakanı Şükrü Sökmensüer, Meclis’te yaptığı konuşmada bunu açık bir biçimde dile
getirmişti.[10]
CHP, sendikal hareketin komünistler tarafından
etkilenebilme ihtimalini, rejim ve düzen açısından büyük bir tehlike olarak
algılayarak, sendikal örgütlenmeyi kontrol altına alma işine girişti. 1947’de
çıkarılan “İşçi İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun”
sonrasında CHP, sendikal alanda
görevlendirdiği Rebi Barkın ve Sabahattin Selek aracılığıyla özellikle
mülkiyeti kamuya ait işyerlerinde sendika kurma işine girişti. Sınıfın
çıkarlarından çok, devletin bekasını önceleyen bu sendikalar aracılığı ile
devletin ve sermayenin kontrolünde, güdümünde vesayetçi bir sendikal yapı inşa
edildi. İzleri bugünlere kadar taşınan
bu vesayetçi sendikal anlayış, Türk-İş içinde ağırlıklı bir yapı oluşturdu.
Devlet
tarafından oluşturulan yasak-lütuf ve vesayet rejiminde ilk büyük kırılma 1963
Kavel greviyle yaşandı.[11] Takip eden dönemde sınıfın mücadelesiyle yasaklar
geriletildi. 1961 Anayasasının tanıdığı özgürlükler ve bunun sınırlarını
zorlayan fiili mücadeleler yoluyla, çalışanların hakları karşısında yasakçı,
otoriter devlet yaklaşımı rengini kaybetti.
Lütuf yerine hak kavramı ağırlık kazandı. Kavel grevi, vesayetçi
sendikalarla- mücadeleci sendikalar arasındaki farkı belirgin hale getirdi.
Mücadeleci sendikacılığın yolunu açarak, verilenle yetinme, daha fazlasını
istememe, çizilen çerçevenin içinde kalma anlayışını gerileterek ilerledi.
1970’e
gelinirken, yasak-lütuf- vesayet aksının karşısında, mücadele-hak-bağımsızlık
kavramlarına dayalı, bir başka aks inşa edilmiş ve bu aks psikolojik üstünlüğü
ele geçirmişti. DİSK bu aksın örgütü olarak parlıyordu. Devlet için binbir
meşakkatle oluşturdukları düzen, adım adım çökmeye başlamıştı. “Sendika bolluğu
var ekonomiyi kötü etkiliyor” diye gidişata el koyma girişiminde bulundular.
Mücadeleci sendikalara hiza verme, güçlerini kırma, etki alanlarını zayıflatma
amaçlı bir yasa tasarısı hazırladılar.
Hazırladıkları yasa değişikliği, bir sendikanın faaliyet gösterebilmesi
için işkolunda kayıtlı işçilerin en az üçte birini, işçi federasyonlarının
faaliyette bulunabilmesi için bağlı sendikaların üye toplamının kendi
işkolundaki üye sayısının en az üçte birini, işçi konfederasyonlarının
kurulabilmesi için sendikalı işçi sayısının en az üçte birini bünyesinde
barındırması gerekiyordu. Yasa değişikliğinde ayrıca, sendika üyeliğinden
ayrılmak için noter şartı, sendika
kurmak için üç yıl işçilik zorunluluğu ve uluslararası konfederasyonlara üyelik
için en çok üyeyi barındırma şartı getiriliyordu.[12]
Genel olarak,
sendikal örgütlenme özgürlüğünü, özel olarak ve doğrudan DİSK ve üyesi
sendikaları hedef alan bu düzenleme karşısında işçiler, meşru ve fiili direnme
haklarını kullandılar. DİSK’in aldığı karar ve örgütlediği “Anayasal Direniş
Komiteleri” eliyle 15-16 Haziran 1970’de işçiler sanayinin yoğun olduğu
İstanbul ve Kocaeli’nde üretimi durdurup sokaklara çıktılar. Sorunlarını sokağa
taşıyan işçiler burada, başta gençlik olmak üzere toplumun çeşitli kesimleriyle
buluştular.100 bin işçinin katıldığı bu eylemlerin ardından 16 Haziran günü
İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi, sendikacılar ve işçiler
tutuklandı.
Türkiye
tarihinin en kitlesel işçi eylemi, militanlaşma dalgasının doğrudan
etkisiyle Anayasa mahkemesi, TİP’in ve
CHP’nin yaptığı başvuru üzerinden yasa
değişikliğini Anayasaya aykırı bularak iptal etti. Böylece sendikal düzene biçim verme çabası,
işçi sınıfının radikal eylemleriyle kadük hale getirilmiş oldu. Sendikal hareket işçi hakları konusunda
önemli kazanımlar elde ederek, 1980’e kadar geldi.
12 Eylül
darbesi, emek hareketine biçim verme işini yeniden ele aldı. DİSK’in
faaliyetlerini durdurdu. 1970’de işçi mücadelesiyle kadük hale gelen düzenlemeleri
yeniden biraz daha ağırlaştırarak yasalaştırdı. Örgütlenmede yüzde on barajı,
üye olmada ve ayrılmada noter şartı getirildi. İşçilerin hak arama yolları
kapatıldı, grev başta olmak üzere mücadele araçlarının işlevi sınırlandı.
Güdümlü kontrol altında sendikalarla bu düzen tahkim edildi. Böylece
yasak-lütuf- vesayet rejimi yeniden inşa edildi.
12 Eylül ile
oluşturulmak istenen sendikal düzende ilk kırılma 1989 Bahar Eylemleriyle oldu.
Tıkanan kamu toplu iş sözleşme görüşmelerinde fiili mücadele yöntemlerini
kullanarak mücadeleye girişen, viziteye çıkma hakkına yaslanarak toplu vizite
eylemleri yoluyla sokakları dolduran işçiler sadece iyi toplu iş sözleşmeleri
imzalamakla kalmadılar. Mücadeleci, dinamik bir sendikacılık anlayışını ve bu
anlayışı savunan kadroları, yönetimlere
taşıdılar. Bu değişimin sonucu, Türk-İş’in bünyesinde sarsıcı gelişmeler oldu.
Türk-İş daha eylemci, işçi hakları konusunda daha fazla atak bir çizgiye
evirildi 1 Mayıs ile arasına koyduğu mesafeyi kaldırdı.
Ancak bu
süreç çok uzun sürmedi, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte sendikacıların
neo liberal hegemonyanın çekim alanına girmesi, sendika yönetimlerine
mücadeleci sendikacılık anlayışını temsil ederek gelenlerin bu iddialarına
uygun bir profil sergileyememesi, geleneksel sendikacılardan farklarını ortaya
koyamaması 12 Eylül’ün kurduğu sendikal düzende açılan parantezin kapanmasını
getirdi.
Bir anlamda
eli rahatlayan devlet ve sermaye işçi haklarına yönelik neo liberal saldırıyı
arttırdı. Artan saldırı karşısında direniş sergilemek yerine, günü kurtarmaya
ve mevcudu korumaya dönük bir tutum sergilendi. Mücadele unutuldu, lobi,
diyalog sendikacılığın temel yöntemi oldu.
Mevcut duruma ve içine sokulan çerçeveye razı bir biçimde, “sosyal
diyalog sendikacılığı”, “hizmet sendikacılığı” gibi yeni sendikacılık kavram ve
pratikleri üretildi.
Geldiğimiz
nokta itibariye, devlet, sermaye ve sarı sendika eliyle kurulan şeytan üçgeni,
sadece işçi haklarını yutmakla kalmıyor, işçilerin hayatına da mal oluyor.
Böyle giderse işyerleri kelimenin tam anlamıyla birer çalışma kampına, Türkiye
büyük bir işçi mezarlığına dönüşecek. Bu şeytan üçgeninin kırılması, 60’lı,
70’li yıllarda olduğu gibi sürece militan bir işçi mücadelesiyle, fiili ve
meşru yöntemlerle, radikal bir biçimde müdahale edilmesi gerekiyor. İşçi
hareketi açısından nesnel olarak yeni bir radikalleşme evresine gelmiş
bulunuyoruz. 12 Eylül yasalarıyla
çizilmiş bir çerçeve içinde devletin baskı aygıtlarıyla, idari ve hukuki
kararlarıyla sürekli engellenilen, sarı sendikalar yoluyla rıza üretilen bir zeminde işçi haklarını korumanın da geliştirmenin de imkanı yok. Bu
ablukanın kırılması, kuşatmanın yarılması fiili ve meşru bir eylem çizgisi
üzerinden gerçekleştirilecek örgütlenme ve mücadele pratiğiyle mümkün olabilir.
Saptamayı
böyle yapınca ister istemez karşımıza, “bugünkü koşullarla 60’lı, 70’li
yılların koşulları aynı değil ki, aynı yol nasıl yürünebilir?” ya da işçi sınıfı militanlığını kaybetmedi
mi?” gibi bazı sorular çıkıyor. Sorular önemli ve yanıtlanmalı. Elbette
koşullar 60’ın 70’in koşullarıyla aynı değil. Üretimin yapısında, istihdamın
yapısında, işçi sınıfının yapısında
önemli değişimler oldu. Tel örgülerle çevrili büyük fabrikalar hukuksal ve
mekânsal olarak parçalanmış işletmelere, büyük çok sayıda işçinin çalıştığı
tesisler, küçük ya da orta ölçekli işyerlerine dönüştü. Fordist üretim
modelinden post fordist üretim modeline geçildi. İşçi sınıfının içinde vasıflı
işgücünün sayısı artı. İstihdamdaki ağırlık sanayiden, hizmetler sektörüne
kaydı. Standart kurallı çalışmanın yerini, standart dışı kuralsız çalışma
aldı. Sendikaların genişleyen tabanı
daraldı, toplumsal ağırlığı, güvenirliği 60’lı 70’li yıllarla kıyaslanamayacak
oranda geriledi. Ekonomik, sosyal, toplumsal koşullar değişti. 60’lı 70’li
yıllar solun, toplumsal muhalefetin yükseldiği yıllardı, şimdi gerileme dönemi
içinde. Bunlar doğru. Sendikalar ortaya
çıkan değişime kendilerini, anlayışlarını, örgütlenmelerini mücadele
yöntemlerini yenilemeyi beceremediler bu da doğru. Ancak bütün bu negatif
faktörlere rağmen işçi sınıfının değiştirme ve dönüştürme gücü hala yerli
yerinde duruyor. Değişen koşullar sınıfın gücünü yıpratmadı, mücadele
araçlarının etki gücünde kısmen bazı zaaflar yaratsa da, tamamen işlevsiz hale
getirmedi. Toplumsal özne olarak işçi sınıfı hala en önemli güç. İşçi sınıfı
militanlığından hiç bir şey kaybetmedi. Yeni Kavelleri, yeni 15-16 Haziranları,
yeni Derbyleri, Singerleri, Demir Dökümleri yapabilecek yaratabilecek potansiyele sahip. O halde niye yapamıyor?
Çünkü koşulları değiştirmek üzere sorumluluk ve risk alacak sendikal
kadrolardan yoksun. Mesele güçsüzlük ya
da değişen koşullar karşısında gücü devreye sokabilecek bir irade eksikliğidir.
İşçi sınıfının gücünü, sınıfın çıkarları doğrultusunda seferber edebilecek işçi
önderliğinin olmamasıdır.
Bu durum bir
boyutuyla, solun işçi sınıfından uzaklaşmasının hem ürünü hem de sonucudur.
Geçmişte emek hareketi fikri ve örgütsel dinamizmi soldan alıyordu. Sınıfın
öncüleri fikri olarak soldan besleniyordu. Sınıfın içinde değiştirici
dönüştürücü dinamiği solcular örgütlüyordu. Solun sınıfın içinden tasfiyeye
uğraması, işçi sınıfının sorunlarının solun ilgi alanının dışına çıkması, solun
sınıf siyasetini unutması böyle bir tablonun ortaya çıkmasında son derece
etkili oldu. Sınıf hareketinin çıkışını konuşuyorsak, bunu solun içinde
bulunduğu durumdan soyutlayarak yapamayız.
Dolaysıyla solun örgütlü kesimlerinin sınıfın içinde örgütlenmeyi ve
sınıf siyasetini başa koyması lazım. Çünkü geldiğimiz uğrakta, her zamankinden
daha yakıcı bir biçimde solun çıkışı sınıf siyasetine emek hareketinin çıkışı
sola bağlı hale gelmiştir.
[1]
M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi hareketi 1908-1984, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 1996
[2]
Yavuz Selim Karakışla, Osmanlı Sanayi İşçi Sınıfı’nın Doğuşu 1839-1923,
Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Der: Donald Quataert,
Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları ,3. Basım, İstanbul, 2011
[3]
Yavuz Selim karakışla, age.
[4]
Erdal Yavuz, Sanayideki İşgücünün Durumu, 1923-40, Osmanlı’dan Cumhuriyet
Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Der: Donald Quataert, Erik Jan Zürcher,
İletişim Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2011
[5]
Aziz Çelik-Zafer Aydın, 1 Mayıs Gelenekten Geleceğe, Kristal-İş yayını, 2.
Baskı, 2011
[6]
Mesut Gülmez, Meclislerde İşçi Sorunu ve Sendikal Haklar(1909-1961), Ankara
Öteki Yayınevi, 1995
[7]
Aziz Çelik, Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık(1946-1967), iletişim
Yayınları, İstanbul, 2010
[8]
Kadir Yıldırım, Osmanlı’da İşçiler(1870-1912) İletişim yayınları, İstanbul, 2013
[9]
Aziz Çelik, age.
[10] Aziz Çelik, age.
[11] Daha fazla bilgi için Zafer Aydın, “Kanunsuz”
Bir Grevin öyküsü Kavel 1963, Sosyal tarih yayınları, 2. Basım, İstanbul 2010
[12]
Atilla Özsever,15-16 Haziran Olayları, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi 2.
Cilt, Tarih Vakfı Yayını, 1996
(Redaksiyon)
No comments:
Post a Comment