Kaan
Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç
bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel
mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf
olarak…
Bu yıl “1968
olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves
ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir
rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri
çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken
“restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı
ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda,
giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda
bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine
“bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an
yaratmaya başladığından söz edilebilir.
Bu “bütünsel”
an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin
verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı
söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini
bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.
“1968 olayı”
olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya,
Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler,
birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye,
toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve
vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç
bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna
kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle
kesilebildi.
İnsanlar, bu
sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni
kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık
kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden
canlandırdılar.
Alain
Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik
ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde”
birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu
“hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka
açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif
bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni
“öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni
doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.
“1968 olayı”,
her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve
sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla
siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya
baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı
izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.
Ancak kısa
sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu
kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi
projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek
özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime
katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.
Bu “yapıya
dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin
sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar
vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne”
dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama
Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin
edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal
olarak: “Hakikate” ihanet!
“İhanet”,
bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda
sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi
en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil,
kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini
edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten
sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer
bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir
tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir
sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun
Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni
bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal
etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli
soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.
Karşıdevrimciler,
ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye
devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen,
titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve
minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık
psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek
seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını
kolaylaştırmış.
Kaan
Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum.
Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar
“karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına
karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı
başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne
kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence
özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya
dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi
başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli
bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden
görebiliyoruz.
Öznenin
“yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme
yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal
destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde
gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi
çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.
Ama bence
Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla
gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı
eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi
kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en
yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline
geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan
oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir
sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı
devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı
başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini
yerine getirmiş oluyor.
Tüm bu güçlü
yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda,
kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan,
sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe
kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence
en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı,
“gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya
sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında
önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu
anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli
çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.
Sonuç olarak,
Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif
birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da
başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in,
okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme
stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek,
buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla,
karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.
[1] Alain
Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005)
Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)
[*]Kaan
Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008
TURGAY
FİŞEKÇİ'NİN Cumhuriyet'teki YAZISI
KARŞIDEVRİMCİLER
R
Kaan
Arslanoğlu 1980 sonrası toplumsal hayatımızı edebiyata taşıyan -Oya Baydar’la
birlikte- önde gelen iki isimden biri. “Karşıdevrimciler” (İthaki Yayınları),
1988’de yayımlanan ilk romanı “Devrimciler”den bugüne onuncu romanı.
Yirmi yılda
on roman. Her iki yılda bir yeni roman yazmış Arslanoğlu. Arada yine ülkemizin
geçirdiği büyük sarsıntıların toplumsal ve insani dünyaları nasıl etkileyip
değiştirdiği üzerine yazdığı düşünce kitapları da var.
Kaan
Arslanoğlu, geleneksel bir çizgide, bir hikâye anlatmak için roman yazmıyor;
eski deyimle “tezli roman” denilen, bir düşünceyi savunmak, açıklamak, okurlara
iletmek için yazıyor.
Nedir Kaan
Arslanoğlu’nun romanlarındaki tez?
Kaba bir
tanımlamaya gidebilmek güç. Ama şunu söyleyebiliriz: 1980’den bugüne ülkemiz ve
dünya yeni bir döneme girdi. Bu dönem insanoğlu için de, onun üzerinde yaşama
alanı bulduğu yerküremiz için de pek olumlu bir süreç değil. İnanılmaz
boyuttaki bilimsel ve teknolojik gelişimlere karşın, insanlığın düşüncede ve
pratikteki olumlu birikimlerinin yok sayıldığı; daha vahşi, yok edici bir dünya
düzenine ulaşıldı. Bu acımasızlığın geldiği noktada ise insan soyunun da,
yerkürenin de varlığı tehlikede.
“Kuşbakışı“,
“Yoldaki İşaretler” ve geçen yıl yayımlanan “Sessizlik Kuleleri -2084-” bu
sorunlara küresel ölçekte yaklaşan romanlardı.
“Karşıdevrimciler”,
ülkemizin bugününde hemen her gün türlü gazetede yazılarını okuduğumuz,
akşamları televizyon kanallarında karşımıza çıkan günümüz “aydın”larının
yaşamlarından kesitler getiriyor. Kimileri üniversitede öğretim üyesi olmuştur,
kimi parti başkanı, kimi türlü vakıfların yöneticisi.
1980
darbesinin cezaevlerine, işkence odalarına, yurtdışı sürgünlere gönderdiği,
arkalarında öldürülmüş, sakat bırakılmış yakınlar, arkadaşlar bırakan aydınlar,
bu derin yenilginin intikamını alır gibi, yıllar içinde sol görüşlü ama iktidar
çevreleriyle içli dışlı “liberal”lere dönüşmüşlerdir.
“Değiştiremiyorsak
düzeni, bu kadar mı kulu kölesi kesilmek lazım?”
Üstelik artık
“oyun” küresel ölçektedir. Küresel güçler, her şey gibi insanları, düşünceleri,
siyasal oluşumları da kendilerinin bile sezemeyeceği inceliklerle alıp
satmakta, süreci istedikleri gibi yönlendirmekte hiç zorlanmamaktadırlar.
“Karşıdevrimciler”de
karşımıza çıkan “devrimciler” işte böylesi bireylerdir.
Kaan
Arslanoğlu, yalnızca roman yazmış olmak için roman yazmıyor. Onun derdi başka.
Toplumumuzun, insanlığın içinde bulunduğu çıkmaz yola, insani bir çıkış yolu
gösterebilmek. Bunun için temel araçlardan biri de yalansız olabilmek. İçine
gömüldüğümüz, kuşatıldığımız, inandırıldığımız yalanlardan kurtulmak.
Bunun için
sorgulayıcı, ufuk açıcı düşünceler koyuyor okurun önüne. Gerçek diye bildiğimiz
şeylerin başka yüzleri olabileceğini gösteriyor.
Tezli
romanlar yazması, örnekleri edebiyatımızda çok görülen, düşünceye boğulmuş, zor
okunan metinler ortaya çıkarmıyor. “Karşıdevrimciler”, ilginç olay örgüsü,
birbiri içine geçen ajanlık, cinayetler, kayıplar vb. ögelerle kolay okunan,
sürükleyici bir roman.
Ama Kaan
Arslanoğlu’nun asıl önemli yanı, günümüzde söylenmeyeni söylemesi,
dillendirilmeyeni dillendirmesi. Önümüze, yaşadığımız günleri sorgulamamızı
sağlayacak pencereler açması.
Bu özelliği,
onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor.
SERPİL GÜLGUN
DEVRİMİN
“CEMAZİYELEVVEL”İ
Lenin dirilip
gelse ne yapardı? Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’e neden kızardı? Kaan
Arslanoğlu, son kitabında hem bu soruları tartışıyor, hem de psikiyatriyi,
felsefeyi ve genetiği harmanlayarak siyasete, sola ve tarihe bakıyor.
Kaan
Arslanoğlu, Türkiye Komünist Partisi’nin efsane karakterlerinden Dr. Hikmet
Kıvılcımlı’nın adını ilk kez 12 yaşındayken gazetelerden okumuş. Kaan
Arslanoğlu, 1959 doğumlu olduğuna göre, tarih, 1971. Gazetelerden okuduğu ve
çevresinden duyduklarına göre, gençleri silahlı eylemlere kışkırtıp sonra da
sınır ötesine tüyen, aldatılarak ölüme sürüklenen solcu gençlerin kanına giren
bir adam Kıvılcımlı. Gazetelerle, çevrenin dili böyle olduğuna göre 12 Mart
günlerinde Türkiye. Kemal Tahir yaşıyor. Ama Orhan Kemal öleli bir yıl olmuş.
Tanpınar öleli ise, 9 yıl. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anan yok. Buna
karşın “İnce Memed” rüzgarı hala durmamış. “Anayurt Oteli’nin yayımlanmasına
iki, Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı köyünden İstanbul’a taşınmasına daha beş yıl
var. “Parasız Yatılı” yayınlanmış. “Tutunamayanlar” da.
Hayır, böyle
bir edebiyat okuması yapmıyor Kaan Arslanoğlu.
Çünkü bu
kitabın konusu edebiyat değil. Sol. Söz bir ara Nazım Hikmet’in şiirine gelse
de rahatlıkla diyebiliriz ki “Evrimsel Açıdan Devrim” Kaan Arslanoğlu’nun
bugüne kadar yayımlanmış en politik kitabı. Dolayısıyla, bu yanıyla
politikayla, ama tabii, sol cenahtaki politikayla yakından ilgili okura çok şey
söyleyecektir. 12 Mart’ı ya da 12 Eylül’ü bizzat yaşadıysanız ya da diyelim ki
o dönemleri merak eden genç bir okursanız kitabın 1. bölümünü oluşturan,
“Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamak”, fazlasıyla ilginizi çekecektir. Bu biir. Yalnız
hemen uyaralım: Beş ana bölümden oluşan “Evrimsel Açıdan Devrim”, bir nostalji
kitabı değil. Yani, hem geçmişi yadedeyim, hem de hisleneyim olayı yok! Bu da
ikii.
Evet, Kaan
Arslanoğlu, geçmişe, üstelik de sadece yakın geçmişe, 12 Mart ya da 12 Eylül’e
değil, daha uzağa, Nazım Hikmet’li yıllara, 1940’lar Türkiye’sine gidiyor.
Okurunu, komünistler, işkenceler, dönemin meşhur polisi Parmaksız Hamdi, Nazım
Hikmet, ihanetler derken tek parti diktasının atmosferini başarıyla
hissettiriyor. Fakat bunu duygulanımlar boyutunda değil, tarihsel bir zeminde
oturtarak, verilerden, notlardan yola çıkarak yapıyor. Peki, didaktik mi bunu
yaparken? Değil. “Politik Psikiyatri’de ya da kendi okurunun alışık çizgiye
yakın bir üslupta, mümkün olduğu kadar anlatılanı sadeleştirerek, okuruyla
doğrudan iletişime geçer bir üslupla yapıyor.
Arslanoğlu,
siyaseten doğrucu bir yazar değil. Olmadığı gibi aykırı, hatta, ilk anda,
özellikle alt bir okuma yapmazsanız ya da sonraki cümlelere bakmazsanız,
provokatif gibi algılanabilecek cümleler (örnekse: “İnsan hakkı kavramını
burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben..”) de kuran
bir yazar. Üstelik de, bunu kendi cenahına ve ‘kutsal’larına (örnekse:
Stalin’e, Stalinistlere ve anti-Stalinist’lere aynı anda karşı çıkarak) da
rahatlıkla yöneltebilen bir yazar. Doğrusu bu ya, bu da, onu tıpkı Cemil Meriç gibi
iki dünyada da yalnız bırakan bir etmen.
BUGÜNÜN
İKLİMİ
Köylünün
sefaleti. İşçinin direnişi. Küçük aydının bunalımı. Nasıl 1960’larla 1970’lerin
edebiyatına ve sanatına nüfuz etti ve damgasını vurduysa, bugünkü iklim de
dille oynamayana, ‘şiire’ yakın metinler yazmayana, ‘masalsı’ atmosferler
yaratmayana, sırf anlatmak için anlatmayana, ‘yeni roman’ın örneklerini
vermeyene mesafeli. Bunun sonucunda da görmezci, yok sayıcı. Eh, bu anlamda da
değişen bir şey yok.
“Evrim
Açısından Devrim”e gelince, görünen o ki, Kaan Arslanoğlu, bu kitabında da
dilediği kadar günümüzün en parlak felsefecileri, (ki bu arada ikisi de
Marksistler) Zizek’le Karatani’nin ya da Althusser (evet, şu karısını boğan
‘deli filozof’) üzerinden Marksizmi, Stalin’i tartışsa da, Lenin’i günümüze
getirse de, psikiyatri bağlamında Lacan ve Derrida’yla konu alsa da, (bilim
kurgu yazan genç birkaç yazarı saymazsak) ya da insan doğasına, zekasına ve
genetiğe kafa yorsa da, ekonomiyi tartışsa da, 3. tekilin Tanrısal gücüyle
konuşmadığı, dahası, meseleyi mümkün olduğunca sadeleştirerek anlattığı ve anlaşılır
olduğu müddetçe kabul görmeyecek. Bu da iki kere iki dört!
No comments:
Post a Comment