A.HAYDAR
KAYTAN
Eğer
insansanız, soykırımla yüz yüze kalan Êzîdî halkımız karşısındaki duruşuna
baktığınızda, Rojava ve Bakur’da birbirine zıt iki ayrı dünya görürsünüz:
Bağdaşmayan, birbirini tekzip eden iki ayrı dünya. İlkindeki tablo yüzünüzü
ağartır, heyecan ve gurur duyarsınız. İkincisini seyredince yüzünüz kızarır,
utançtan yerin dibine geçersiniz. Aynı bütünlüğün parçası olmalarına ve özünde
aynı sorunları yaşamalarına rağmen, ikisinin duruşu arasındaki karşıtlığı
gördüğünüzde yüreğiniz burkulur. İçinizden bir şeylerin koptuğunu
hissedersiniz.
3 Ağustos’tan
bu yana yaşanan gelişmeleri biliyoruz. On gün gibi kısa bir zaman dilimi içinde
hem ihaneti hem direnişi, hem insanlık değerlerinin ayaklar altında çiğnenişini
hem insanlığın yücelişini gördük. “Şengal’i biz koruyoruz, başkalarının
varlığına gerek yok” diyenler, tek bir kurşun bile sıkmadan Şengal halkını
kaderiyle baş başa bırakıp kaçtılar. Yüz binlerce insan Nuh tufanından kaçar
gibi dağlara sığındı. Koca bir toplum aç ve susuz dağlarda yaşama tutunmaya
çalıştı. Hastalar, yaşlılar ve çocuklar susuzluktan can verdi. Hamile kadınlar
doğmamış bebeklerini yitirdi. Bu arada çetelerin eline geçenler de oldu. Genç
kadınlar savaş ganimeti olarak alınıp cariye olarak satılmak üzere götürüldü.
Geriye kalanlar vahşi bir biçimde katledildi.
Êzîdî
kardeşlerinin yardımına koşan tek güç Rojava halkı oldu. YPG gerillaları IŞİD
çeteleri ile çatışa çatışa Şengal dağına ulaştı. İlk iş olarak bu dağa sığınmış
halkı çetelerin saldırılarından korumaya çalıştı. Çetelere karşı en azından halkın
can güvenliğini sağlamak için çaba harcadı. Ardından kısa sürede başarılması
imkânsız gibi görüneni başarıp bir güvenlik koridoru açarak dağdaki halkı
tahliye etmeye başladı. Böylece on binlerce insanı Rojava’ya geçirdi. Bu zorlu
tahliye işlemi hala devam ediyor. Kritik eşik bir bakıma aşıldı. Rojava
halkının YPG ile tam bir dayanışma halinde tahliye için seferber olması
insanlığın hala ölmediğine tanıklık ediyor.
Rojava halkı
tam bir yoksulluk ve yoksunluk içinde kıvranıyor. Türkiye ve KDP Rojava’ya
ambargo uyguluyor. Halkın imkânları son derece kısıtlı. Ancak elindekini Êzîdî
kardeşleriyle paylaşmaktan geri durmuyor. Rojava’ya geçmiş on binlerce Êzîdî
soydaşının acil ihtiyaçlarını karşılamak için çırpınıyor. Araçları olanlar
araçlarıyla halkı tahliye eylemine katılıyor. Kadınlar günlerdir aç olan
insanların kursaklarına bir lokma girsin diye ekmek yapıyor, yemek pişiriyor.
Rojavalının bu insanca çabası ölümü, susuzluğu ve açlığı görmüş bu insanların
acılarını bir nebze de olsa azaltıyor. Yaşadıklarına anlam katıyor,
kendilerinde direnme ve yaşama tutunma isteği doğuruyor. Dostluk ve
dayanışmanın güzelliği kızgın güneşin altında yanmış yüreklerini serinletiyor.
Êzîdî
halkımızın çok cüzi bir kesimi Bakur’a geçebildi. Geçenlerin sayısı iki bine
bile ulaşmadı. Buna rağmen ağzını açan her sivil toplum kuruluşunun temsilcisi,
sanki yüz binlerce mülteci kalabalığı karşısındaymış gibi ‘acil yardım’
çağrısında bulunuyor. Belli ki bu çağrılara kimse kulak asmıyor. Nitekim
televizyon ekranlarına yansıyan Silopi’deki ‘mülteci’ tablosu insanı dehşete
düşürüyor. Bakur’a geçen insanlarımız sanki daha uygun bir yer yokmuş gibi
karayolu kenarında kurulmuş uyduruk çadırlara yerleştirilmiş. Bir Kerbela
dehşetinden kaçan bu insanlar bir başka Kerbela’ya mahkum ediliyor. Kızgın
güneş insanları kavurmaya devam ediyor.
Mevcut tablo
insana özelde Silopi’de, genelde Bakur’da yaşayan bir toplum var mı sorusunu
sordurtuyor. Toplum dayanışma demektir, toplum felakete uğrayanın yardımına
koşma demektir, toplum beladan kaçana evinin kapısını açma demektir. Peki,
toplum olmanın gerektirdiği bu hasletler nereye gitti? Kardeşlik, dayanışma ve
yardımlaşma nerede kaldı? ‘Acil yardım’ denince herkesin aklına herhalde
kapitalist Batı dünyası geliyor. Çağrı aslında ona yapılıyor. Gerçek katliamcıdan
katliama uğrattıklarını esirgemesi isteniyor. Tam da sistemin istediği
gerçekleşmiş oluyor. Soykırımcı ‘kurtarıcı’ mertebesine çıkartılıyor.
Kendini
kandırma, toplumu dağıtılmış köle insanın özelliğidir. Bakur’daki halkımızın
durumu katliama tabi tutulup soyu kurutulmak istenen soydaşı Êzîdî halkın
durumundan hiç de farklı değildir. Hepimiz birlikte aynı soykırım
kıskacındayız. Bunu görmezlikten gelmek sadece kendini aldatmaktır. Sünni,
Alevi ve Êzîdî fark etmiyor; tarihsel kimlik ve kültür olarak Kürtlük yok
edilmek isteniyor. Fiziki ve biyolojik varlığımız yaşadığımız anlamına
gelmiyor. Yaşamın bu derekeye düşürülmesi sadece yaşama en çirkin şekilde
ihanet ettiğimizi gösteriyor. Ölümün en lanetli biçimi budur. Ancak bu tür bir
ölümü reddederek özgür yaşam yoluna girilebilir.
Bakur’da
toplum nasıl bu denli duyarsız hale geldi? Düşünün: Amed’de polislerin yaşları
altı ile on arasında değişen üç kız kardeşe tecavüz etmesi karşısında beklenen
tepki gerçekleşti mi? Hayır. Oysa bu olay bir isyan gerekçesiydi. Dersim’de
halkın Türk devletine başkaldırısı birkaç köyde askerlerin kadınlara tecavüz
etmesi üzerine başlamıştı. Dersim Kürt’ü kadına yapılan hakareti kabul etmedi
ve isyana geçti. Bir de bugüne bakalım. IŞİD çeteleri binlerce Kürt kadınını
kaçırdı. Ama buna karşı da birkaç sözlü
telin dışında ciddi bir tepki olmadı. Çocuklarına ve kadınlarına sahip
çıkamayan bir toplumun geleceği olabilir mi? Onurumuza yapılan bu saldırı
karşısında suskun kalmaya devam mı edeceğiz? Ulusal onur, insanlık onuru nerede
kaldı?
Bakur bu
insanların da anayurdu değil mi? Tıpkı Güney Kürdistan’da Maxmur’daki halkımıza
mülteci muamelesi yapılması gibi Êzîdî halkımıza mülteci muamelesi mi
yapacağız? Bunlar demokratik ulusun yurttaşları değil mi? Bu insanlara
başlarını sokabilecekleri bir ev bulmak çok mu zor? İsimlerinin önüne
‘demokratik’ unvanını yerleştiren belediyeler ne yapıyor? Gençlik ve kadınlar
nerede? Yeter artık, gaflet uykusundan uyanalım ve Êzîdî kardeşlerimize sahip
çıkalım. Onların yüzlerini Avrupa ülkelerine çevirmelerine izin vermeyelim,
kendilerini ana topraklarda tutalım. Bu kadar basit bir sorumluluğu bile yerine
getirmeden nasıl demokratik ulusun inşasından söz edebiliriz?
Unutmayalım:
Yiğitlik en küçük bir haksızlığa karşı bile mücadele ile başlar.
No comments:
Post a Comment