Saturday 26 September 2015

Yüklük


Ahmet Büke, meraklı bir çocuk hüznüyle, yitip gideni, ama ruhta yaşayanı aktarmakta, onu hafızanın kozasında bekletip sonra da hayat olarak yaratmakta mahir bir öykücü.

İkindinin tozlu güneşi genzimi yakıyor. Yıkılmış kerpiç duvarlar, dipleri dut lekeleriyle dolu anlaşılmaz bir şarkı fısıldıyor. Bilmiyor, bilmek istemiyorum. İnsan bazen kaçar. Işık keskinleşiyor, havada dönen koyu sarı boncuklara bürünüyor. Kurt kafalı bir horoz resmi bir belirip bir kayboluyor. Âlem iç içe halkalar. Çocukluk ağır bir demir ayakkabı. Karşıya, yüklüğün olduğu yana bakıyorum. Yüklük uçmuş. Yerinde dümdüz kireç badanalı duvar. İşte yine oldu, duvar eridi, yüklük geri geldi. İçinde kat kat yün yatak ve yorganlar. Ahşabın el işçiliği ile dansı. Hayır, hayır, böyle olmayacak.

Çocukluğunuz Anadolu kasabalarından birisinde geçmişse, yüklüğün ne manaya geldiğini derinden hissedersiniz. Sanki hayat bütün yükleriyle oradadır ve yük kelimesi bugün nice anlamını yitirmiştir. Mesela, hamile kadınlar için bugün ‘yüklü’ demez kimse. Varlığa rahim olan beden, mekânın soyut ikliminde kendi şiirine dönüşecektir. Ahmet Büke, meraklı bir çocuk hüznüyle, yitip gideni, ama ruhta yaşayanı aktarmakta, onu hafızanın kozasında bekletip sonra da hayat olarak yaratmakta mahir bir öykücü. Bu bağlamda, ‘insan kendine de iyi gelir’, yüklü öyküler diye de okunmalı.

‘İncir benim kalbimi doyurur’. Böylesi bir şiirsel gerçekliğe varabilmek için elbette çok duyarlı olmak yetmez, dili ne yönden işleteceğinizi de bilmek gerekir. Ege, İzmir, Ahmet Büke’nin öykülerinde kendi öykülerini bir yüklük gibi sererken en genel anlamda insani olanla aynı çizgiye çekilir. Babaanne ve Dede, geçmişin bu iki temel kaynağı, çatışan ama hayatı karşılarken birleşen güçleriyle, yeniye kaynaklık ederler. Ahmet Büke, bu üç ana personadan hareketle Türkiye’nin son otuz yılını dillendirir. İnsan ve ona yapılanlar, hiç de acele etmeden, hasta kediyi tedavi ettirmek için gizlice hastaneye sokan, ama kapıdaki görevlilerin (devlet daha başka nasıl anlatılır) küçümseyip içeri almadığı bu merhamet budalası çocuk tarafından bir bir anlatılır. Yüklük onun düş gördüğü, düş yorduğu yer olmaktan çıkar, hayatın rahmi olarak işaretlenir. İncirden kalbi doyan insan, yükü de yüklüğü de bilir.

“Gelimli gidimli dünya”
Arap Hatçam Teyze tipinin özellikle ve çok yerinde kullanıldığını söylemeliyim öyküler boyunca. O, dilin arabı, sözün ayıpsızı, mahallenin tekinsizi olarak başkası olamaz. Yüklük’ten öyküsüyle başlayıp, Üstü Kalsın ile sözü bağlamak, geleneksel anlatım yöntemini güncellemek bakımından dikkate değer. İlk endişede ‘derhal yüklüğe sığınan’ çocuk, ‘öyküsünde ölen’ ama, öldükçe hep yaşama katına çıkan öykücü gibi, anlatının rahmine dâhildir. Cemal Süreya’ya göz kırparken, Dede Korkut edasıyla, ‘gelimli gidimli dünyanın’ hallerine bir düğüm daha atar.

İnsanın kendisine de iyi gelebilmesi için belki en çok başkalarını ve çevresini de iyi tanıması, gözlemesi ve düşünmesi gerekir. Gözlem, kısa ve duru gözlem her zaman başat oldu Büke’de. Fakat bu onda salt artistik bir puan olarak kalmadı, eleştirel ironinin madenine de dönüştü. Seve seve eleştirmek, bir çaresiz çocuk avuntusu ile sevine sevine kederi dökmek, yetmez, gelip geçtiğin hayatın en temel siyasi ve insan sorunlarına dalmak kolay değil. Polisler, meczuplar, yaşlılar, muzır çocuklar, debrem demeyen kadınlar, bir yandan ‘Hepimiz İçin Bandini’ öyküsünde olduğu gibi fantastik hayale, 12 Eylül’deki haliyle çarpıcı ironiye dönüşür. Belki her şey sonuçta bir aldanışa çıkar. ‘Ama insan böyledir. Bile bile aldanmayı iyi bilir.’

Evini TOKİ bloklarında ve rezidans kamplarında yitiren Türkiye en azından öykülerinin yüküyle buluşmaktan mahrum değil. Büke, yenileye yenileye, şuura, cumhur önünde, en saf rüyasını gösteriyor.


Ömer Erdem 

No comments:

Post a Comment