Ahmet
Büke, meraklı bir çocuk hüznüyle, yitip gideni, ama ruhta yaşayanı aktarmakta,
onu hafızanın kozasında bekletip sonra da hayat olarak yaratmakta mahir bir
öykücü.
İkindinin
tozlu güneşi genzimi yakıyor. Yıkılmış kerpiç duvarlar, dipleri dut lekeleriyle
dolu anlaşılmaz bir şarkı fısıldıyor. Bilmiyor, bilmek istemiyorum. İnsan bazen
kaçar. Işık keskinleşiyor, havada dönen koyu sarı boncuklara bürünüyor. Kurt
kafalı bir horoz resmi bir belirip bir kayboluyor. Âlem iç içe halkalar.
Çocukluk ağır bir demir ayakkabı. Karşıya, yüklüğün olduğu yana bakıyorum. Yüklük
uçmuş. Yerinde dümdüz kireç badanalı duvar. İşte yine oldu, duvar eridi, yüklük
geri geldi. İçinde kat kat yün yatak ve yorganlar. Ahşabın el işçiliği ile
dansı. Hayır, hayır, böyle olmayacak.
Çocukluğunuz
Anadolu kasabalarından birisinde geçmişse, yüklüğün ne manaya geldiğini
derinden hissedersiniz. Sanki hayat bütün yükleriyle oradadır ve yük kelimesi
bugün nice anlamını yitirmiştir. Mesela, hamile kadınlar için bugün ‘yüklü’
demez kimse. Varlığa rahim olan beden, mekânın soyut ikliminde kendi şiirine dönüşecektir.
Ahmet Büke, meraklı bir çocuk hüznüyle, yitip gideni, ama ruhta yaşayanı
aktarmakta, onu hafızanın kozasında bekletip sonra da hayat olarak yaratmakta
mahir bir öykücü. Bu bağlamda, ‘insan kendine de iyi gelir’, yüklü öyküler diye
de okunmalı.
‘İncir
benim kalbimi doyurur’. Böylesi bir şiirsel gerçekliğe varabilmek için elbette
çok duyarlı olmak yetmez, dili ne yönden işleteceğinizi de bilmek gerekir. Ege,
İzmir, Ahmet Büke’nin öykülerinde kendi öykülerini bir yüklük gibi sererken en
genel anlamda insani olanla aynı çizgiye çekilir. Babaanne ve Dede, geçmişin bu
iki temel kaynağı, çatışan ama hayatı karşılarken birleşen güçleriyle, yeniye
kaynaklık ederler. Ahmet Büke, bu üç ana personadan hareketle Türkiye’nin son
otuz yılını dillendirir. İnsan ve ona yapılanlar, hiç de acele etmeden, hasta
kediyi tedavi ettirmek için gizlice hastaneye sokan, ama kapıdaki görevlilerin
(devlet daha başka nasıl anlatılır) küçümseyip içeri almadığı bu merhamet
budalası çocuk tarafından bir bir anlatılır. Yüklük onun düş gördüğü, düş
yorduğu yer olmaktan çıkar, hayatın rahmi olarak işaretlenir. İncirden kalbi
doyan insan, yükü de yüklüğü de bilir.
“Gelimli
gidimli dünya”
Arap
Hatçam Teyze tipinin özellikle ve çok yerinde kullanıldığını söylemeliyim
öyküler boyunca. O, dilin arabı, sözün ayıpsızı, mahallenin tekinsizi olarak
başkası olamaz. Yüklük’ten öyküsüyle başlayıp, Üstü Kalsın ile sözü bağlamak,
geleneksel anlatım yöntemini güncellemek bakımından dikkate değer. İlk endişede
‘derhal yüklüğe sığınan’ çocuk, ‘öyküsünde ölen’ ama, öldükçe hep yaşama katına
çıkan öykücü gibi, anlatının rahmine dâhildir. Cemal Süreya’ya göz kırparken,
Dede Korkut edasıyla, ‘gelimli gidimli dünyanın’ hallerine bir düğüm daha atar.
İnsanın
kendisine de iyi gelebilmesi için belki en çok başkalarını ve çevresini de iyi
tanıması, gözlemesi ve düşünmesi gerekir. Gözlem, kısa ve duru gözlem her zaman
başat oldu Büke’de. Fakat bu onda salt artistik bir puan olarak kalmadı,
eleştirel ironinin madenine de dönüştü. Seve seve eleştirmek, bir çaresiz çocuk
avuntusu ile sevine sevine kederi dökmek, yetmez, gelip geçtiğin hayatın en
temel siyasi ve insan sorunlarına dalmak kolay değil. Polisler, meczuplar,
yaşlılar, muzır çocuklar, debrem demeyen kadınlar, bir yandan ‘Hepimiz İçin
Bandini’ öyküsünde olduğu gibi fantastik hayale, 12 Eylül’deki haliyle çarpıcı
ironiye dönüşür. Belki her şey sonuçta bir aldanışa çıkar. ‘Ama insan böyledir.
Bile bile aldanmayı iyi bilir.’
Evini
TOKİ bloklarında ve rezidans kamplarında yitiren Türkiye en azından öykülerinin
yüküyle buluşmaktan mahrum değil. Büke, yenileye yenileye, şuura, cumhur
önünde, en saf rüyasını gösteriyor.
Ömer
Erdem
No comments:
Post a Comment