Wednesday, 9 September 2015

Pasolini: Serçeler ve Şahinler (1966)


Filmin analizine geçmeden önce Pasolini ve İtalya’nın o dönemdeki durumu hakkında konuşmakta yarar var. Pasolini, İtalya’da hala “aşılamayan entelektüel” olarak anılıyor. Sanırım bu bile bu analiz denemesinin karşı karşıya olduğu zorlukları yeterince iyi açıklayabiliyor. Pasolini, yaşamının ilk yıllarında şairliğiyle dikkat çekiyor. Film çekmeye de kırkından sonra başlıyor. Yaşamının her döneminde marjinal kişiliğiyle bir yandan dikkatleri üzerinde toplarken bir yandan da insanların ona korkuyla yaklaşmasına neden oluyor. Kendi bulunduğu bölgede Komünist Partisi’nin kurulmasında aktif rol oynayan Pasolini, daha sonra Komünist Partisi’nden ihraç ediliyor. Pasolini, bir eşcinsel olarak toplumun baskısını da üzerinde topluyor. Bir yandan kilisenin baskısıyla karşılaşırken ya da ona karşı mücadele edeken diğer taraftan kilise tarafından iki filmi için ödüllendiriliyor. Bütün bunları ve daha bilinmeyen birçok şeyi bir ömre sığdırabilen Pasolini öldürülüp cinsel organları parçalanmış ve üzerinden de arabayla geçilmiş halde bir yol kenarında bulunuyor. Cinayeti bir genç üstlenmesine karşın ölümü üzerindeki sır perdesi hala aralanabilmiş değil.

İtalya’ya gelecek olursak: İtalya, filmin çekildiği yıllarda (film 1966 yapımı) yirmi yıllık bir faşist iktidara başeğmek zorunda kalmış ve Mussolini diktatörlüğünün baskıcı politikaları sonrasında ancak ikinci paylaşım savaşı sonrasında bu yükü üzerinden atabilmiş bir ülke. Ayrıca İtalya’nın güneyiyle kuzeyi arasında da derin bir gelir ve yaşam standardı uçurumu bulunmakta. Güneyde çalışan bir işçi kuzeyde çalışan bir işçinin ancak %20’si kadar bir para alabilmekte ve bu ve benzer sebepler de İtalya’da güneyden kuzeye göç olgusunu körüklemekte. Bunu dışında faşist geçmişiyle sürekli bir hesaplaşma halinde ve bu, o dönemin filmlerinde çokça görülebilen bir tema. Bunun dışında İtalya’da mevcut rejimin demokrasiye doğru bir değişim göstermesi ve bu dönemde İtalya’da prestij kazanan sosyalizm/komünizm fikrinin etkisine de değinmek yararlı olacak. Ayrıca döneme İtalyan Komünist Partisi lideri olarak damgasını vuran Togliatti’nin fikirlerinin 3. Enternasyonal’den ayrılıyor olması ve İtalya için özgün bir yaklaşım geliştirip uzlaşmacı bir yaklaşım geliştirmesi yine değinilecek noktalardan bir tanesi. Pasolini’nin Gramsci’ye yakın bir duruş geliştirmiş olduğunu da kaydedelim.

Gelelim Şahinler ve Serçeler’e: Bu filmi derinlemesine analiz etmektense filmi izlerken dikkatimizi çeken şeylere değineceğiz.

Film, Mao’nun bir röportajından bir alıntıyla başlıyor: “İnsalık nereye gidiyor?” [“Whither humanity?”]. Önce bir yol görünüyor, sonra da bu yolda yürüyen bir baba-oğul. Babayla oğul yol boyunca birçok şeyden konuşarak yürüyorlar. Sonra dinlenmek ve bir şeyler içmek üzere bir café’de duruyorlar. Burada Amerikanvari bir müzikle Amerikanvari danseden gençler görüyoruz. Onlar sonra otobüslerinin gelmesi üzerine otobüse doğru koşuyorlar, ama otobüs onları almıyor.

Daha sonra intihar eden bir karı-kocanın intiharı üzerine toplanmış bir kalabalığın yanında durup cesetlerin çıkarılmasını izliyorlar. Bu arada sokak tabelaları dikkat çekiyor: “Benito Weeper Sokağı: İşsiz” [“Via Benito Weeper: Unemployed”] gibi… Tabelalarda dikkat çeken şey olağanın aksine hiç de ünlü olmayan “isimsiz” insanların isimlerinin verilmiş olması. Bu intihar sahnesinden sonra baba ve oğul ölüm-yaşam üzerine konuşmaya koyuluyorlar. Baba, bir zenginin ölümüyle bir yoksulun ölümünü karşılaştırıp şunu söyler: “Yoksullar, bir ölümden bir başkasına giderler” [“The poor man goes from one death to another death”]. Bu arada, bize doğru yürümekte olan baba ve oğulun arkasında yine bize bir şeyler göstermek için konulmuş gibi duran bir tabela vardır: İstanbul 4253 km. Bu bize bir yandan baba oğulun güneyden kuzeye doğru gittiklerini gösterirken diğer yandan da yönetmenin İstanbul’da bulunduğu döneme, belki Bizans ya da Roma İmparatorluğu’na bir göndermedir. Bunu bir üçüncü dünya ülkesine yapılan bir gönderme olarak da okumak mümkün.

Ölüm ve yaşam üzerine diyalogtan sonra baba ve oğul konuşan bir kargayla karşılaşırlar. Karga, filmde açıkça belirtildiği üzere Togliatti’nin ölümü öncesi İtalyan sol entelektüellerini temsil etmektedir. Tabii kargayı yönetmenin kendisi olarak da düşünmek anlamlı olabilir. Ve oğulun (Ninetto’dur oğlanın adı) “profesör” dediği karga da onlara katılır. Bu arada ekranda bir yazı belirir: “Yol başladığında yolculuk çoktan bitmiştir” [“The road begins and the journey ‘s already finished”]. Karga baba-oğula nereye gittiklerini sormaktadır sürekli. Baba da “Aşağı doğru” diye karşılık vermektedir. Karga bu konuda ısrar ettikçe baba da yalnızca yukarıdaki yanıtı vermektedir. Karganın nereye gittiklerini sorması filmin başındaki alıntıya benzemektedir: “Whither humanity”.


Karga kendisinden sözeder. Adresi şöyledir karganın: İdeoloji ülkesinin başkentinde oturuyorum. Gelecek Kenti, Karl Marx Sokağı, 70 kere 7. Bunun üzerine baba da kendi adreslerini verir: Çöplük Caddesi, 23, Çok Aç Sokağı.


Sonra karga onlara dinle ilgili bir hikaye anlatmaya başlar: hikaye, sahinler ve serçeler üzerinedir. Biz onu Burjuvalar ve Proleterler olarak okuyoruz. Hikayede bir keşiş iki kişiyi, bunlar filmdeki baba ve oğuldur hikayede de, şahinlerle ve serçelerle iletişim kurmakla, onlarla konuşmakla görevlendirir. Bunun üzerine iki keşiş yollara düşerler. Önce şahinlerle iletişim kurup onlara Tanrı’ya itaat etmelerini öğütlerler. Şahinlerin ağzından dine bir eleştiri yöneltmektedir yönetmen. Keşişler şahinleri imana getirmeyi başarırlar. Şimdi sıra serçelerdedir. Bir yıla yakın bir süreyi de serçeleri anlamaya çalışmakla geçirirler. Bu arada keşiş artık bölgede uğurlu sayılmaktadır ve ona adaklar adanmaktadır. Bundan yararlanmak isteyen kişiler azizin bulunduğu yerin etrafına yiyecek standları kurmuşlardır. İsa’nın Kudüs’te Kabe’deki standları yıkmasına gönderme yapan Pasolini, keşiş ebütün bu standları yıktırır. Onlar Tanrı kavramından haberdar değildir ve keşişler “iyi haberler” getirdiklerini söylediklerinde onların yiyecek getirdiklerini düşünmüşlerdir. Onları da konuşup imana getirdikten sonra artık görev tamamlanmıştır ve geri dönmeye hazırlanırlar. Yolda tam dünyadaki bütün güzellikler için Tanrı’ya teşekkür ederlerken bir şahinin bir serçeyi yediğini görürler ve bu görüntü onları kahreder. Burada açıkça burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki, emek-sermaye çelişkisi gösterilmekte ve bir “uzlaştırıcı” olarak dinin durumuna değinilmektedir.

Onları görevlendiren azizin yanına döndüklerinde -azizin adı da ironik bir biçimde Francis’tir. Saint Fransisco kuşlarla konuşabildiği söylenegelen azizin adıdır- aziz onlara bu dünyanın değişmesi gerektiğini ve bunu yapacak olanın da mavi gözlü, sarışın bir mesih olacağını söyler. Ve dünyanın adaletsiz olmasına ve sınıflarla sınıflar, uluslarla uluslar arasında çatışmalar olmasına örnekler verir. Burada Pasolini’nin dine bakışı ortaya çıkar. O, dini kilise gibi baskıcı bir kurumun halkı yatıştırma aracı olarak değil, dünyayı değiştirecek devrimci ruhun bir göstergesi olarak ele alır. Onda din asla kurumsallaşmış bir şey değil, aksine, mistik bir değişim umududur.

Hikaye bittikten sonra tekrar yolda kargayla yürüyen baba ve oğula döneriz. Baba ve oğul sıkışıp bedensel ihtiyaçlarını gidermek üzere bir bahçeye girerler. Ancak bahçenin sahipleri bu duruma öfkelenince kavga çıkar ve bahçe sahiplerinin eşleri baba-oğula ateş etmeye başlarlar. Fakat sesler o silahların sesleri değil, gerçek bir savaştan alınmış seslerdir ve o görüntüye monte edilmişlerdir. Baba ve oğulun yanında kaçan karga, artık hiçbir işe yaramayacak öğütler vermektedir baba-oğula. Bunların arasında burada anılacak olanı Gandhi’yle ilgili olanı: Karga babaya pisliğini mendiline sarıp oradan gitmesi gerektiğini söyler. Burada Togliatti’nin uzlaşmacı tavrıyla Gandhi’nin pasivist tavrı arasında benzerlik kurulmaktadır. Bir savaşa ya da saldırıya karşı insanların boyun eğmesini ya da pasif davranmasını kabul etmemektedir yönetmen.
Baba, oğul ve karga bir süre sonra kendilerine borcu olan bir ailenin evine gelirler. Evin kadını o sırada bir kuş yuvasından yemek yapmaktadır. Aile o kadar yoksuldur ki anne çocuklara dört gündür gece olduğunu söyleyip uyumalarını sağlamakta ve böylece ondan yemek istemelerini engellemeye çalışmaktadır. Burada müzik Çin’i anımsatmaktadır. Zaten kadın da adama yalvarırken “The Chinese” diye ağlamaktadır. Evin erkeği kördür. Baba, borcun gününün geldiğini ve artık vermeleri gerektiğini söyler. Ama kadın zaten her şeylerini almış olduğunu bu nedenle verecek hiçbir şeyi kalmadığını söyler. Bunun üzerine baba da evlerini ellerinden alacağını söyler. Bu, kadının kuş yuvalarını bozmasına benzemektedir. O da kendi evini kaybedecektir. Kadın bunun üzerine babaya yalvarmaya başlar. Bir Çinli’yi anımsatmaktadır.

Daha sonra baba-oğul, yolda bir gezici tiyatro grubuna rastlarlar. Tiyatro grubunun en yaşlısı onlardan Cadillac’larını itmelerini ister (Tiyatro grubunun adı “Flying Entertainers”tır). Tiyatro grubundaki herkesin arabayı itmemek içi bir “mazereti” vardır çünkü. Baba bu isteği hemen kabul eder ve arabayı itmeye başlarlar. Ancak uzun çabalar sonunda bir türlü arabayı çalıştırmayı başaramazlar. En sonunda vazgeçerler. Bu arada tanışma fırsatı bulurlar. Tiyatro grubundaki herkesin ilginç isimleri vardır: Pasquale Jug-handis ears, Ciro lo Cocco, Clean Record gibi…

Daha sonra baba, ayağındaki nasırdan söz açar ve tiyatro grubunun siyah üyesi de ona bir krem satabileceğini söyler. İlk önce beş bin ister ama sonunda bir binliğe anlaşırlar. Birden kadın bir sürü insanın o tarafa doğru gelmekte olduğunu görür. Ve hemen dekorları kurmaya başlarlar. Oyunun adı “Roma Dünyayı Nasıl Harap Etti”dir [How Rome Ruined The World]. Hep suskun kalmış olan oğul oyun oynanırken şunu söyler: “Yirmici yüzyıldayız, hala bunu oynuyorlar.” O sırada fonda kargayla ilk karşılaştıklarında çalan Rus müziği çalmaktadır. Ve kalabalık bir insan kitlesi ölgün adımlarla baba-oğulun arkasından bilmediğimiz bir yere doğru gitmektedir. Burada Üçüncü Enternasyonal’in merkeziyetçi tutumuna karşı bir eleştirinin olabileceği akıllara gelmektedir. Oyunda kadın bir canavardan korkar ve bağırmaya başlar. Ama bir süre sonra çığlıklarının canavar korkusundan değil doğum yapacak olmasından kaynaklandığı anlaşılır. Kadın çığlıklar içinde yatırılır ve bir kız çocuk dünyaya getirir. Doğum umuttur ve söz konusu oyun oynanırken gerçekleşmesi de nereye gönderme yapıldığını göstermektedir. Belki de tüm filmdeki umuda yer verilen tek yer burasıdır. En yaşlı adam çocuğu eline alıp “Bir ağız daha” der. Onu en çok bu yanı ilgilendirmiştir. Bir kişi daha artık onların ekmeğine ortak çıkacaktır. Çocuğun adı da tiyatro grubunun diğer üyeleri gibi ilginç olur: “Welcome”. Sonra maytaplarla kutlama yaparak arabaya binerler ve araba “ne hikmetse” çalışır. Giderler. Baba, oğul ve karga yine yalnızdırlar. Baba, satın aldığı yeni kremi ayağına sürmektedir. Bunun üzerine karga gülmeye başlar. Adam neden güldüğünü sorduğunda karga ona yanlış kremi sürmekte olduğunu ve kutuyu okumasını söyler. Oğul okur, ama bir şey anlamazlar ve kargaya ne demek olduğunu sorarlar. Karga adama kaç çocuğu olduğunu sorar: 18. ve eğer bu kremi kullanmış olsaydı bu kadar çocuğu olmayacağını söyler. Bundan sonra aralarında çok çocuk yapmak üzerine bir tartışma başlar. Karga tüm dünyadaki açlık ve sefaletten bahseder ve çok çocuk yapmanın yanlış bir şey olduğunu savunurken adam Tanrı’nın verdiği çocukları doğurmak gerektiğini söyler. Tartışma böylece sürerken, baba oğluna işaret eder ve kaçmaya başlarlar. Ama kargadan kurtulmak o kadar kolay değildir. Karga konuşmaya devam eder. Ve kendi sonunun geldiğini ama ideolojilerin yollarına devam edeceğini söyler. Burada kendi sonuna dair bir kehanette bulunmaktadır karga (ya da İtalyan sol entelektüellerinin Togliatti öncesi dönemi).

Sonra yürüyerek babanın borçlu oladuğu bir mühendisin bulunduğu bir partiye giderler. Parti Dante’ye meraklı bir dişçinin (Dentista Dantista) evindedir. Evdeki uşak robot gibi hareket etmektedir. Mühendisin yanına giderken geçtikleri koridorların duvarları resimler, büstler ve heykellerle doludur. Duvarlar görünmemektedir. Burada da burjuvazinin sanat anlayışına yönelik bir eleştiri vardır: onların sanat anlayışı bir sanat toplayıcılığından öteye geçememektedir. Böylece mühendisin yanına varırlar. Önce mühendisin iki köpeği gelerek onların üstüne atlar. Baba-oğul iki köpeğin ayakları altında kalmışlardır. Köpeklerin pençelerinin baba-oğulun üstünde olması biraz sonraki diyaloglarla da beraber düşünüldüğünde anlamlıdır.

Birazdan mühendis çıkıp gelir. Yanında iki köpek daha vardır. Babanın borcunun süresinin dolduğunu ve ödeme yapmasının gerektiğini söyler. Baba ise başından geçen olayları anlatır. Oğlunun bir kaza yaptığını, bu nedenle para vermek zorunda kaldığını, borcunu alamadığını vb. açıklayıp köpekleri çekmesini ister. Bunun üzerinde mühendis “Eğer parayı ödemezsen seni hapse tıkarım”, [“So pay up or I’ll put you in jail”]der. Bu sözlerden sonra mühendisin köpeklerini burjuvazinin iktidar aygıtlarına benzetmeden edemezsiniz. Mühendis onları hapse attırmak konusunda kendisine çok güvenmektedir. Her şeye karşın baba mühendise saygılarını sunar ve oradan ayrılırlar. Çıkarken yolda dişçinin ellerinde enstrüman olmayan bir orkestrayı yönettiğini görürüz. Resimlerle dolu duvarları anımsatır bu durum. Karga çıktıktan sonra: “Hep aynılar, hiçbir şey onları değiştirmeyecek”, [“They are always the same, nothing will change them”] der. Bu sırada gitmekte olan bir otobüse yetişmek üzere oğlan koşmaya başlar. O otobüse yetişir. Babası da olabildiğince hızlı (yaşlı bir adam ne kadar yapabilirse) yaklaşmaktadır. Tam geldiği sırada otobüs hareket eder. Çok umutsuzluk verici bir durumdur. Bu arada baba ve oğul yürürlerken arkada bir tabela görünür: Küba 13 257 km. oğul fabrikada işe girdiğinde ilk grevde mühendisin köpeklerini öldüreceğini söyler. Ve babasına onun da gelip gelmeyeceğini söyler. Burada da köpeklerin bulunduğu konumun bir iktidar aygıtı konumu olduğu anlaşılmaktadır. İlk grevde, burjuvaziye karşı ilk direnişte oğul onları yok edeceğini söyler.

  
Hemen sonrasında Togliatti’nin cenaze törenine götürür bizi yönetmen. Bunlar, cenaze töreninden alınmış gerçek görüntülerdir. Uzunca bir süre bunları izleriz.

Cenaze töreninden sonra karga, artık onlara nereye gittiklerini sormayacağını söyler. Her şeyi bilen kendisi için onların nereye gittiğinin bir sır olarak kalacağını da sözlerine ekler. Toprak bir yolda yürümeye devam ederler. Yol kenarında oturmakta olan bir fahişeyle karşılaşırlar. Kadının adı Luna’dır. 100 metre daha yürüdükten sonra önce baba sonra da oğul mideleri ağrıyormuş gibi yaparak kadının yanına giderler ve sonra geri dönerler. Bu sırada babayla konuşan karga şunları söyler: “Profesörler soslanıp yenmelidirler. Ama onları yiyen de zamanla profesöre dönüşecektir” [“Professors should be eaten with a piojuant sauce. But anyone who digests them turns into a bit of a professor himself”]. Profesörlerin yenmesi gerektiğini söylüyor ama onları yiyenlerin de profesöre dönüşmesi umtut kırıcı. Bu arada ekranda karganın çok ama çok konuştuğu yazısını görürüz. Ancak söylediklerinden bazıları kayda değerdir ve kendi sonuna dair kehanetler de içermektedir: “God, fatherland, family how I railed against them. Today, it’s no longer any use. Or maybe it’s me… My time is over. My words fall into void. But I do not bewail the end of my beliefs. Someone else will come, take up my banner and bear it forward. I weep only for myself. That’s human, for someone who feels he doesn’t count anymore.”

Biraz sonra baba-oğul kargayı kesip soslayıp yerler. Çünkü onunla yollarına daha fazla devam edemeyeceklerdir.

By Özgür Öztürk 14 Ağustos 2015

No comments:

Post a Comment