Saturday 26 September 2015

Gabriel Garcia Marquez ile Subcomandante Marcos söyleşisi (2001)


Bütün her şey kitaplardaydı. Edebiyatı öğrenmeye başladığımız şekilde hayatın içine karışıyorduk. İnanıyorum ki bizi biçimlendiren buydu. Dünyayı elektronik haberlerden değil, bir roman, bir deneme ya da bir şiir aracılığıyla tanıdık ve bu bizi oldukça farklı kıldı.

2001 yılında Gabriel Garcia Marquez ile Subcomandante Marcos arasındaki uzun söyleşiden bir kesit:

Garcia Marquez: Bütün bu karışıklığın ortasında okumaya hala zaman bulabiliyor musun?

Marcos: Evet, çünkü okumasaydık ne yapabilirdik? Karşımıza çıkan ordularda askerler silahlarını temizlemek ve kendilerine gelmek için acele etmediler. Bu şartlarda bizim silahlarımız söylemlerimiz, bu yüzden de sürekli cephaneliğimize güvenmek zorundayız.

Garcia Marquez: İçerik ve biçim açısından bakıldığında, söylediğin her şey ciddi bir edebi geçmişin olduğunu gösteriyor. Bunun kaynağı ne ve nasıl elde ettin?

Marcos: Çocukluğumla alakalı. Ailemde kelimelerin çok özel bir değeri vardı. Dünyaya karışmamız dil vasıtasıylaydı. Okumayı okulda değil, gazetelerden öğrendik. Annem ve babam bize yeni şeylere ulaşmamızı hızlıca sağlayan kitaplar okuttular. Öyle ya da böyle, dilin birbirimizle bir iletişim yöntemi değil, bir şeyleri inşa etmenin aracı olduğu bilincine sahip olduk. Bir görevden ya da ödevden daha çok bir zevkmiş gibi. Yeraltı mezarlıklarının çağı geldiğinde, söz entelektüel burjuvazi için yüksek değerini kaybeder. İkincil seviyeye düşer. Dilin mancınık gibi olduğu yerel topluluklardayken gerçekleşir. Kelimelerin çeşitli şeyleri aktarırken sizi yüzüstü bıraktığını fark edersiniz ve bu sizi dil yeteneğiniz üzerinde çalışarak, kelimelerin üstünden tekrar tekrar geçip onları silahlandırmak ve silahsız bırakmak mecburiyetinde bırakır.

Garcia Marquez: Tam tersi olamaz mı? Dil üzerindeki bu hakimiyet bu yeni çağa olanak veriyor olamaz mı?

Marcos: Bir mikser gibi. İçine ilk neyin atıldığını bilemezsiniz ve sonunda elinizde kalan bir kokteyldir.

Garcia Marquez: Bu aileden bahsedebilir miyiz?

Marcos: Orta sınıf bir aileydi. Babam, ailenin reisi, söylediğine göre öğretmenlerin kulaklarının komünist oldukları için kesildiği Lazaro Cardenas döneminde bir köy öğretmeniydi. Yine bir köy öğretmeni olan annem sonunda taşındı ve orta sınıf bir aile haline geldik. Gerçek güçlükler çekmeyen bir aile demek istiyorum. Bütün bunlar kültürel ufuğun yerel gazetenin toplum sayfaları olduğu taşrada. Dışarıdaki dünya, ya da büyükşehir, Mexico City, kitapçıları sayesinde ilgi odağıydı. Son olarak taşrada kitap fuarları olurdu ve onlardan kitap alabilirdik. Birkaçını saymak gerekirse Garcia Marquez, Fuentes, Monsivais, Vargas Llosa – nasıl düşündüğünden bağımsız olarak – ailemden geldi. Bize onları okuttular. Yüzyıllık Yalnızlık o günlerdeki taşranın halini açıklarken, Artemio Cruz’un Ölümü, Devrim’e ne olduğunu açıklamaya yarıyordu. Carlos Montavais’in Dias de Guardar’ı ise orta sınıfa ne olduğunu açıklıyordu. La Ciudad y Los Perros bir ölçüye kadar çıplak portremizi çiziyordu. Bütün her şey kitaplardaydı. Edebiyatı öğrenmeye başladığımız şekilde hayatın içine karışıyorduk. İnanıyorum ki bizi biçimlendiren buydu. Dünyayı elektronik haberlerden değil, bir roman, bir deneme ya da bir şiir aracılığıyla tanıdık ve bu bizi oldukça farklı kıldı.

Başkaları kitle iletişim araçlarını ayna ya da opak cam gibi kullanırken ve bu yüzden kimse neler olduğunu bilemezken, bu ebeveynlerimizin bize verdiği aynaydı.

Garcia Marquez: Bütün bu okumaların ortasında Don Kişot’un yeri neydi?

Marcos: 12 yaşındayken bana çok güzel bir kitap verdiler, ciltliydi. Bu kitap La Manchalı Don Kişot’tu. Çoktan okumuştum bile ama sadece çocuk kitabı baskılarını. Pahalı bir kitaptı, dört gözle beklediğim, çok özel bir hediye. Shakespeare ondan sonra geldi. Ama kitapları hangi sırayla aldığımı söylesem, ilk olarak Latin Amerika edebiyatının patlama dönemi, sonra Cervantes, sonra Garcia Lorca ve sonra bütün şiirler. Böylelikle sen (Garcia Marquez’i işaret ederek) bundan bir parça sorumlusun.

Garcia Marquez: Varoluşçular ve Satre buna dahil oldu mu?

Marcos: Hayır, ona daha sonra geldik. Ulaştığımız açıkça varoluşçu ve onun öncesindeki devrimci edebiyat çoktan kalıba sokulmuştu – bir ortodoksun söyleyeceği gibi – . Yani Marx’a ve Engels’e geldiğimizde çoktan edebiyatın kinayesi ve mizahıyla kirletilmiştik.

Garcia Marquez: Siyasi teori okumuyor muydun?

Marcos: İlk aşamada hayır. Alfabeden, edebiyata, oradan da liseye başladığımız zamanlarda teorik ve politik metinlere geçtik.

Garcia Marquez: Okul arkadaşların komünist olduğunu ya da olabileceğini düşünüyor muydu?

Marcos: Hayır, zannetmiyorum. En fazla bir turp olduğumu söylüyorlardı, dışarıdan kızıl, içeriden beyaz.

Garcia Marquez: Bu aralar ne okuyorsun?

Marcos: Don Kişot başucumda duruyor ve genellikle Garcia Lorca’nın Çingene Romansları’nı yanımda taşıyorum. Don Kişot, siyaset teorisi hakkında yazılmış en iyi romanlardan biri, ardından Hamlet ve Machbeth geliyor. Meksika’nın siyasal sisteminin trajedisini ve komedisini anlamak için Hamlet, Macbeth ve Don Kişot’tan daha iyi bir yöntem yok. Herhangi bir siyasi analiz yapılan köşe yazısından çok daha iyiler.

Garcia Marquez: Elinle mi yoksa bilgisayarla mı yazıyorsun?

Marcos: Bilgisayarla. Sadece yürüyüşlerde elle yazmak zorunda kaldım çünkü çalışmak için zamanım olmuyordu. İlk olarak kaba taslak oluşturuyordum, sonra bir daha ve bir daha. Şaka yaptığımı düşünüyorsun ama bitirdiğimde yedinci taslak civarında oluyor.

Garcia Marquez: Hangi kitap üzerine çalışıyorsun?

Marcos: Yazmaya çalıştığım şey gülünçtü, kendimizi kendimize anlatmaya çalışıyordum ki bu neredeyse imkansız. Farketmemiz lazım ki biz bir paradoksuz çünkü devrimci bir ordu gücü ele geçirmeyi önermez… Karşılaştığımız bütün paradokslar: kültürel mecralara tamamen yabancılaşmış bir sektörde büyüyüp güçlenmemiz.

Garcia Marquez: Eğer herkes kim olduğunu biliyorsa neden kar maskesi takıyorsun?

Marcos: Biraz geçmişten kalma cilveleşmenin ürünü. Kim olduğumu bilmiyorlar ve umursamıyorlar. Burada sahnede olan Subcomandante Marcos’un şimdi ne olduğu, geçmişte değil.

***


Çeviren: Ozan Cem Kubaşık (retorik.net)

No comments:

Post a Comment