Karanlıkta
ıslık çalmak ışığı getirmez. Yalnızlık, korku ve şaşkınlık yerli yerinde kalır;
İnsanlar buna sonsuza dek dayanamazlar. Bir şeylerden özgürlük’ün yüküne
katlanmayı sürdüremezler; olumsuz özgürlükten olumlu özgürlüğe geçmedikleri
sürece, özgürlükten hepten kaçmaları gerekir. Çağımızda ana toplumsal kaçış
yolları, faşizmle yönetilen ülkelerde görüldüğü üzere, bir öndere boyun eğme ve
demokrasimizde yaygın olan zorlanımlı ‘düzene uyma’dır.
Çağdaş
insan için özgürlüğün anlamı nedir? İnsan neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin
eline bırakmakta ve bir robot gibi yaşamaya razı olmaktadır? Özgürlüğüne sahip
çıkamayan insan, biyolojik olarak bir canlı olmasına karşın, ruhsal açıdan bir
robot gibidir. Zihinsel ve coşkusal yetenekleri körelmiştir, canlı değildir
artık. Yeni ve kalıcı hiçbir şey üretemez.
Yaşama
karşı tam bir açlık içinde olmasına karşın uzak durur ondan, kaçar. Çünkü
davranışları ve kararları kendisine ait değildir.
Çağdaş
toplumlarda birey, kendi yazgısıyla başbaşa bırakılmakta bu da kendisine korku
ve güçsüzlükten başka bir şey getirmemektedir. Kendini içinde yaşadığı dünyadan
ve toplumdan soyutlanmış duyan bireyler gittikçe çaresizleşerek yeni
diktatörlüklere, totaliter yönetimlere verimli bir zemin oluşturmaktadır. İşte
Dr. Fromm, bu çok önemli konuyu bilimsel yöntemlerle inceleyerek, herkesin
anlayacağı bir dille gözler önüne sermektedir.
Kitaptan
Bir Bölüm
Kaçış
Mekanizmaları – Erich Fromm
Araştırmamızı
içinde bulunduğumuz döneme getirdiğimize göre, sıra, faşizmin ruhbilimsel
önemini ve yetkeci dizgelerle kendi demokrasimizde özgürlüğün ne anlam
taşıdığını incelemeye gelmiştir. Ancak, tartışmamızın bütününün geçerliliği,
ruhbilimsel önermelerimizin geçerliliğine bağlı olduğundan, genel düşünce
akışını burada kesip, daha önce biraz değindiğimiz ve ilerde tartışacağımız
ruhbilimsel mekanizmaları daha ayrıntılı ve daha somut ele alan bir bölümü
araya sokmakta yarar vardır. Bu önermeleri ayrıntılı şekilde incelemek gerekir,
çünkü hepsi de bilinçdışı güçlerle, bu güçlerin, ussallaştırmalarda ve kişilik
özelliklerinde kendilerini ortaya koyuş şekilleriyle ilgili kavramlara ?birçok
okura yabancı olmamakla birlikte, hiç değilse derinlemesine değerlendirme
gerektiren kavramlara? dayanmaktadırlar.
Bu
bölümde bireysel ruhbilime ve ruhçözümleme süreci içinde bireylerin incelenmesi
sırasında yapılan gözlemlere özellikle değineceğim. Gerçi ruhçözümleme uzun
yıllar boyunca akademik ruhbilimin ideali olan sonucu, doğal bilimlerin deneysel
yöntemlerine benzer bir yaklaşımı gerçekleştirememiştir ama gene de baştan
sona, bireyin sansürsüz düşüncelerinin, düşlerinin ve düşlemlerinin inceden
inceye gözlenmesine, incelenmesine dayanan bir deney yöntemidir. îster bir
bireyi, ister bir kültürü çözümlemeye girişelim, bu işte karşılaştığımız
karmaşık ussallaştırmaları ya da neden uydurmaları ancak ve ancak, bilinçaltı
güçler kavramını kullanan bir ruhbilimin ışığında anlayabiliriz. İnsanların
kendilerini harekete geçirdiğini sandığı güçlerin, onları gerçekleştirdikleri
edimlerde bulunmaya, hissetmeye ve düşünmeye iten nedenlerin ya da güçlerin ta
kendisi olduğu fikrinden vazgeçersek, çözülmez gibi görünen birçok sorun, bir
anda ortadan kalkacaktır.
Bireylerin
gözlenmesiyle elde edilen bulguların, grupların ruh-bilimsel
değerlendirilmesinde ölçüt olarak ele alınıp alınamayacağını soran okurlar
olacaktır. Bu soruya yanıtımız, kesin bir evettir. Gruplar bireylerden ve
yalnızca bireylerden oluşur; dolayısıyla bir grupta işleyen ruhbilimsel
mekanizmalar, yalnız ve yalnız bireylerde işleyen mekanizmalardır. Toplumsal
ruhbilimi anlamaya temel oluşturmak üzere bireysel ruhbilimi incelediğimizde,
bir nesneyi mikroskop altında incelemeye benzer bir iş yapıyoruz demektir. Bu,
toplumsal süreçte, boyutu daha büyük olan ruhbilimsel işleyişlerin her bir
ayrıntısını ortaya çıkarabilmemizi sağlar. Toplumsal-ruhbilimsel görüngünün
çözümü, ayrıntılı bir birey davranışı incelemesine dayandırümamışsa, deneysel
nitelikten, dolayısıyla da geçerlilikten yoksun demektir.
Ama,
birey davranışı incelemesinin bu önemini kabul etmemize karşın, halk arasında
sinir hastası diye anılan bireylerin incelenmesinin, toplumsal ruhbilimin
sorunlarının ele alınmasında işe yarayıp yaramayacağı sorulabilir. Bu soruya
verilecek yanıtın da olumlu olması gerektiği kanısındayız. Nevrozlu kişide
gözlemlediğimiz görüngü, temelde, normal insanda gördüğümüzden farklı değildir.
Yalnızca biraz daha vurgulanmış, daha net ve çoğu kez incelenmesi gerekli
herhangi bir sorunu olduğunun farkında olmayan normal insana göre, nevrozlu
kişinin daha çok farkında olabileceği görüngülerdir.
Bunu
daha anlaşılır hale sokmak için, nevrotik ve normal ya da sağlıklı terimleri
üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Normal
ya da sağlıklı terimi, iki şekilde tanımlanabilir. Birincisi, işleyen bir
toplum açısından, belli bir toplum içinde kendisinden beklenen toplumsal rolü
yerine getirebilen kişiye normal ya da sağlıklı denebilir. Daha somut olarak,
bu, o insanın o toplumda beklenen şekilde çalışabildiği, hatta, toplumun
yeniden üretilmesine katkıda bulunabildiği, bir aile kurabildiği anlamına
gelir, ikincisi, birey açısından sağlıklılığı ve normalliği, bireyin en ileri
noktada gelişmesi ve mutluluğu olarak görürüz.
Belli
bir toplumun yapısı, bireysel mutluluk için en uygun ortamı sağlayan bir
yapıysa, her iki görüş de çakışırdı. Ne var ki, bizimki de içinde olmak üzere,
bildiğimiz çoğu toplumda durum böyle değildir. Bunlar, bireysel gelişme
amaçlarını destekleme ölçüleri açısından birbirlerinden farklı olsalar da,
toplumun pürüzsüz işlemesi amaçlarıyla bireyin tam olarak gelişmesi amaçları
arasında bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu olgu, iki sağlık kavramı arasına kesin
bir çizgi çizilmesini zorunlu kılmaktadır. Bunlardan biri toplumsal
gereksinimler, diğeriy-se, bireysel var oluşun amaçlarıyla ilgili değer ve
ölçütler tarafından yönetilirler.
Bu
farklılık, ne yazık ki çoğu kez gözardı edilir. Ruhbilimcilerin çoğu, kendi
toplum yapılarını öylesine olağan, öylesine doğal bir yapı olarak görürler ki,
bu topluma uyum sağlamayan herkese, daha az değerli damgasını vururlar. Öte
yanda iyi uyum sağlamış kişi, insansal değer ölçüleri açısından, daha değerli
kabul edilir. Normal ve nevrotik dediğimiz bu iki kavramı birbirinden ayıracak
olursak, şu sonuca varırız: iyi uyum sağlamak anlamında normal olan kişi,
insansal değerler açısından, nevrotik bir kişiden daha az sağlıklıdır. Çoğu kez
kendisinden beklendiğini sandığı kişiliğe bürünmek için kendi benliğini feda
etmek pahasına iyi uyum sağlamıştır. Ondaki gerçek bireysellik ve kendiliğindenlik
yitirilmiş olabilir. Öte yanda nevrotik kişi, benlik savaşında tümüyle teslim
olmaya hazır bulunmayan biri olarak öne çıkar. Bireysel benini koruma
girişiminde başarılı olmamıştır kuşkusuz ve kendisini üretken olarak dile
getirmek yerine, kurtuluşu nevrotik belirtilerde ve kendisini bir düşlem
dünyasına çekmekte bulmuştur. Ama gene de, insansal değerler açısından,
bireyselliğini tümüyle yitirmiş normal kişiden daha az kötürümdür. Söylemek
gereksiz, nevrotik olmayan, ama gene de, kendi bireyselliklerini uyum sağlama
süreci içinde boğmamış kişiler de vardır. Ama nevrotik kişiye vurulan damga,
bize göre temelsizdir ve ancak, toplumsal verimlilik açısından haklı
görülebilir. Nevrotik terimi, bütün bir toplum için, bu ikinci anlamında
kullanılamaz, çünkü üyeleri, toplumsal işlevlerini yerine getirmedikçe bir
toplumdan söz edilemez. Ancak insansal değerler açısından, bir topluma,
üyelerinin kişilik gelişimlerinin sakat olması anlamında nevrotik toplum
denilebilir. Nevrotik terimi, toplumsal işleyişin bulunmadığını belirtmede çok
sık kullanıldığından, bir toplumu nevrotik oluşu açısından değil de, insan
mutluluğuna ve benliğin gerçekleştirilmesine ters düşmesi açısından
değerlendirmeyi yeğleyeceğiz.
Bu
bölümde tartışacağımız mekanizmalar, soyutlanmış bireyin güvenlik duygusundan
yoksun oluşunun sonucu olarak ortaya çıkan kaçış mekanizmalarıdır.
Bireye
güvenlik veren temel bağlar koparıldıktan, birey kendisi dışındaki dünyayı
tümüyle ayn bir varlık olarak görmeye başladıktan sonra, dayanılmaz güçsüzlük
ve yalnızlık durumunu yenmek zorunda olan bireyin önünde iki yol vardır.
Birinci yolda ilerlerse, “olumlu özgürlük” dediğimiz gelişme gerçekleşir;
birey, sevgi ve çalışma ile, coşkusal, duygusal ve zihinsel yetilerinin içten
anlatımıyla, dünyayla kendiliğinden bir ilişki kurabilir; böylece bireysel
benliğinin bağımsızlığından ve bütünselliğinden vazgeçmeksizin, bir kez daha,
insanla, doğayla ve kendisiyle bir bütün haline gelir. Önünde uzanan ikinci
yol, geride kalmak, özgürlüğünü feda etmek ve bireysel beniyle dünya arasında
oluşan boşluğu ortadan kaldırarak yalnızlığını yenmeye çalışmaktır. Ayrılmış
olma olgusu tersine çevrilemeyeceğinden, birey, bu ikinci yoldan gitmesi
halinde, bir “birey” olarak ortaya çıkmadan önce dünyayla kurmuş olduğu
ilişkiye ulaşamaz, asla dünyayla yeniden birleşemez; bu yol, uzatılması halinde
yaşamı olanaksız kılacak dayanılmaz bir durumdan kaçıştır. Dolayısıyla bu kaçış
yolunun belirleyici özelliği, tehdit eden bir ani korkudan kaçışın olağan
özelliği olan zorlayıcılıktır; bir diğer belirleyici özelliği de bireyselliğin
ve benliğin bütünselliğinin az çok tümden teslim edilmesidir. Dolayısıyla, bu,
mutluluğa ve olumlu özgürlüğe yol açan bir çözüm değil, temelde, bütün nevrotik
görüngülerde görülen bir çözümdür. Dayanılmaz bir kaygıyı yatıştırır ve paniğe
kapılmayı engelleyerek yaşamı olanaklı kılar; ama altta yatan sorunu çözmez
kişi, bunun karşılığını, genellikle yalnızca otomatik ya da zorunlu
etkinliklerden oluşan bir yaşamla öder.
Bu
kaçış mekanizmalarından bazıları, görece olarak fazla bir toplumsal önem
taşımazlar; yalnızca, ağır zihinsel ve coşkusal rahatsızlıkları olan bireylerde
göze çarpacak ölçüde görülürler.
Kitabın
Künyesi
Özgürlükten
Kaçış
Orjinal
isim: Escape From Freedom
Erich
Fromm
Payel
Yayınları / Fromm Kitaplığı Dizisi
Çeviri
: Şemsa Yeğin
234
s., 1. Basım: Ocak 1988, 4. Basım
İstanbul,
1996
234
sayfa
No comments:
Post a Comment