Wednesday 9 September 2015

Özgürlükten Kaçış – Erich Fromm “Karanlıkta ıslık çalmak ışığı getirmez”

Karanlıkta ıslık çalmak ışığı getirmez. Yalnızlık, korku ve şaşkınlık yerli yerinde kalır; İnsanlar buna sonsuza dek dayanamazlar. Bir şeylerden özgürlük’ün yüküne katlanmayı sürdüremezler; olumsuz özgürlükten olumlu özgürlüğe geçmedikleri sürece, özgürlükten hepten kaçmaları gerekir. Çağımızda ana toplumsal kaçış yolları, faşizmle yönetilen ülkelerde görüldüğü üzere, bir öndere boyun eğme ve demokrasimizde yaygın olan zorlanımlı ‘düzene uyma’dır.

Çağdaş insan için özgürlüğün anlamı nedir? İnsan neden kendi özgürlüğünü diktatörlerin eline bırakmakta ve bir robot gibi yaşamaya razı olmaktadır? Özgürlüğüne sahip çıkamayan insan, biyolojik olarak bir canlı olmasına karşın, ruhsal açıdan bir robot gibidir. Zihinsel ve coşkusal yetenekleri körelmiştir, canlı değildir artık. Yeni ve kalıcı hiçbir şey üretemez.
Yaşama karşı tam bir açlık içinde olmasına karşın uzak durur ondan, kaçar. Çünkü davranışları ve kararları kendisine ait değildir.

Çağdaş toplumlarda birey, kendi yazgısıyla başbaşa bırakılmakta bu da kendisine korku ve güçsüzlükten başka bir şey getirmemektedir. Kendini içinde yaşadığı dünyadan ve toplumdan soyutlanmış duyan bireyler gittikçe çaresizleşerek yeni diktatörlüklere, totaliter yönetimlere verimli bir zemin oluşturmaktadır. İşte Dr. Fromm, bu çok önemli konuyu bilimsel yöntemlerle inceleyerek, herkesin anlayacağı bir dille gözler önüne sermektedir.

Kitaptan Bir Bölüm
Kaçış Mekanizmaları – Erich Fromm
Araştırmamızı içinde bulunduğumuz döneme getirdiğimize göre, sıra, faşizmin ruhbilimsel önemini ve yetkeci dizgelerle kendi demokrasimizde özgürlüğün ne anlam taşıdığını incelemeye gelmiştir. Ancak, tartışmamızın bütününün geçerliliği, ruhbilimsel önermelerimizin geçerliliğine bağlı olduğundan, genel düşünce akışını burada kesip, daha önce biraz değindiğimiz ve ilerde tartışacağımız ruhbilimsel mekanizmaları daha ayrıntılı ve daha somut ele alan bir bölümü araya sokmakta yarar vardır. Bu önermeleri ayrıntılı şekilde incelemek gerekir, çünkü hepsi de bilinçdışı güçlerle, bu güçlerin, ussallaştırmalarda ve kişilik özelliklerinde kendilerini ortaya koyuş şekilleriyle ilgili kavramlara ?birçok okura yabancı olmamakla birlikte, hiç değilse derinlemesine değerlendirme gerektiren kavramlara? dayanmaktadırlar.
Bu bölümde bireysel ruhbilime ve ruhçözümleme süreci içinde bireylerin incelenmesi sırasında yapılan gözlemlere özellikle değineceğim. Gerçi ruhçözümleme uzun yıllar boyunca akademik ruhbilimin ideali olan sonucu, doğal bilimlerin deneysel yöntemlerine benzer bir yaklaşımı gerçekleştirememiştir ama gene de baştan sona, bireyin sansürsüz düşüncelerinin, düşlerinin ve düşlemlerinin inceden inceye gözlenmesine, incelenmesine dayanan bir deney yöntemidir. îster bir bireyi, ister bir kültürü çözümlemeye girişelim, bu işte karşılaştığımız karmaşık ussallaştırmaları ya da neden uydurmaları ancak ve ancak, bilinçaltı güçler kavramını kullanan bir ruhbilimin ışığında anlayabiliriz. İnsanların kendilerini harekete geçirdiğini sandığı güçlerin, onları gerçekleştirdikleri edimlerde bulunmaya, hissetmeye ve düşünmeye iten nedenlerin ya da güçlerin ta kendisi olduğu fikrinden vazgeçersek, çözülmez gibi görünen birçok sorun, bir anda ortadan kalkacaktır.
Bireylerin gözlenmesiyle elde edilen bulguların, grupların ruh-bilimsel değerlendirilmesinde ölçüt olarak ele alınıp alınamayacağını soran okurlar olacaktır. Bu soruya yanıtımız, kesin bir evettir. Gruplar bireylerden ve yalnızca bireylerden oluşur; dolayısıyla bir grupta işleyen ruhbilimsel mekanizmalar, yalnız ve yalnız bireylerde işleyen mekanizmalardır. Toplumsal ruhbilimi anlamaya temel oluşturmak üzere bireysel ruhbilimi incelediğimizde, bir nesneyi mikroskop altında incelemeye benzer bir iş yapıyoruz demektir. Bu, toplumsal süreçte, boyutu daha büyük olan ruhbilimsel işleyişlerin her bir ayrıntısını ortaya çıkarabilmemizi sağlar. Toplumsal-ruhbilimsel görüngünün çözümü, ayrıntılı bir birey davranışı incelemesine dayandırümamışsa, deneysel nitelikten, dolayısıyla da geçerlilikten yoksun demektir.
Ama, birey davranışı incelemesinin bu önemini kabul etmemize karşın, halk arasında sinir hastası diye anılan bireylerin incelenmesinin, toplumsal ruhbilimin sorunlarının ele alınmasında işe yarayıp yaramayacağı sorulabilir. Bu soruya verilecek yanıtın da olumlu olması gerektiği kanısındayız. Nevrozlu kişide gözlemlediğimiz görüngü, temelde, normal insanda gördüğümüzden farklı değildir. Yalnızca biraz daha vurgulanmış, daha net ve çoğu kez incelenmesi gerekli herhangi bir sorunu olduğunun farkında olmayan normal insana göre, nevrozlu kişinin daha çok farkında olabileceği görüngülerdir.
Bunu daha anlaşılır hale sokmak için, nevrotik ve normal ya da sağlıklı terimleri üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.

Normal ya da sağlıklı terimi, iki şekilde tanımlanabilir. Birincisi, işleyen bir toplum açısından, belli bir toplum içinde kendisinden beklenen toplumsal rolü yerine getirebilen kişiye normal ya da sağlıklı denebilir. Daha somut olarak, bu, o insanın o toplumda beklenen şekilde çalışabildiği, hatta, toplumun yeniden üretilmesine katkıda bulunabildiği, bir aile kurabildiği anlamına gelir, ikincisi, birey açısından sağlıklılığı ve normalliği, bireyin en ileri noktada gelişmesi ve mutluluğu olarak görürüz.
Belli bir toplumun yapısı, bireysel mutluluk için en uygun ortamı sağlayan bir yapıysa, her iki görüş de çakışırdı. Ne var ki, bizimki de içinde olmak üzere, bildiğimiz çoğu toplumda durum böyle değildir. Bunlar, bireysel gelişme amaçlarını destekleme ölçüleri açısından birbirlerinden farklı olsalar da, toplumun pürüzsüz işlemesi amaçlarıyla bireyin tam olarak gelişmesi amaçları arasında bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu olgu, iki sağlık kavramı arasına kesin bir çizgi çizilmesini zorunlu kılmaktadır. Bunlardan biri toplumsal gereksinimler, diğeriy-se, bireysel var oluşun amaçlarıyla ilgili değer ve ölçütler tarafından yönetilirler.
Bu farklılık, ne yazık ki çoğu kez gözardı edilir. Ruhbilimcilerin çoğu, kendi toplum yapılarını öylesine olağan, öylesine doğal bir yapı olarak görürler ki, bu topluma uyum sağlamayan herkese, daha az değerli damgasını vururlar. Öte yanda iyi uyum sağlamış kişi, insansal değer ölçüleri açısından, daha değerli kabul edilir. Normal ve nevrotik dediğimiz bu iki kavramı birbirinden ayıracak olursak, şu sonuca varırız: iyi uyum sağlamak anlamında normal olan kişi, insansal değerler açısından, nevrotik bir kişiden daha az sağlıklıdır. Çoğu kez kendisinden beklendiğini sandığı kişiliğe bürünmek için kendi benliğini feda etmek pahasına iyi uyum sağlamıştır. Ondaki gerçek bireysellik ve kendiliğindenlik yitirilmiş olabilir. Öte yanda nevrotik kişi, benlik savaşında tümüyle teslim olmaya hazır bulunmayan biri olarak öne çıkar. Bireysel benini koruma girişiminde başarılı olmamıştır kuşkusuz ve kendisini üretken olarak dile getirmek yerine, kurtuluşu nevrotik belirtilerde ve kendisini bir düşlem dünyasına çekmekte bulmuştur. Ama gene de, insansal değerler açısından, bireyselliğini tümüyle yitirmiş normal kişiden daha az kötürümdür. Söylemek gereksiz, nevrotik olmayan, ama gene de, kendi bireyselliklerini uyum sağlama süreci içinde boğmamış kişiler de vardır. Ama nevrotik kişiye vurulan damga, bize göre temelsizdir ve ancak, toplumsal verimlilik açısından haklı görülebilir. Nevrotik terimi, bütün bir toplum için, bu ikinci anlamında kullanılamaz, çünkü üyeleri, toplumsal işlevlerini yerine getirmedikçe bir toplumdan söz edilemez. Ancak insansal değerler açısından, bir topluma, üyelerinin kişilik gelişimlerinin sakat olması anlamında nevrotik toplum denilebilir. Nevrotik terimi, toplumsal işleyişin bulunmadığını belirtmede çok sık kullanıldığından, bir toplumu nevrotik oluşu açısından değil de, insan mutluluğuna ve benliğin gerçekleştirilmesine ters düşmesi açısından değerlendirmeyi yeğleyeceğiz.
Bu bölümde tartışacağımız mekanizmalar, soyutlanmış bireyin güvenlik duygusundan yoksun oluşunun sonucu olarak ortaya çıkan kaçış mekanizmalarıdır.
Bireye güvenlik veren temel bağlar koparıldıktan, birey kendisi dışındaki dünyayı tümüyle ayn bir varlık olarak görmeye başladıktan sonra, dayanılmaz güçsüzlük ve yalnızlık durumunu yenmek zorunda olan bireyin önünde iki yol vardır. Birinci yolda ilerlerse, “olumlu özgürlük” dediğimiz gelişme gerçekleşir; birey, sevgi ve çalışma ile, coşkusal, duygusal ve zihinsel yetilerinin içten anlatımıyla, dünyayla kendiliğinden bir ilişki kurabilir; böylece bireysel benliğinin bağımsızlığından ve bütünselliğinden vazgeçmeksizin, bir kez daha, insanla, doğayla ve kendisiyle bir bütün haline gelir. Önünde uzanan ikinci yol, geride kalmak, özgürlüğünü feda etmek ve bireysel beniyle dünya arasında oluşan boşluğu ortadan kaldırarak yalnızlığını yenmeye çalışmaktır. Ayrılmış olma olgusu tersine çevrilemeyeceğinden, birey, bu ikinci yoldan gitmesi halinde, bir “birey” olarak ortaya çıkmadan önce dünyayla kurmuş olduğu ilişkiye ulaşamaz, asla dünyayla yeniden birleşemez; bu yol, uzatılması halinde yaşamı olanaksız kılacak dayanılmaz bir durumdan kaçıştır. Dolayısıyla bu kaçış yolunun belirleyici özelliği, tehdit eden bir ani korkudan kaçışın olağan özelliği olan zorlayıcılıktır; bir diğer belirleyici özelliği de bireyselliğin ve benliğin bütünselliğinin az çok tümden teslim edilmesidir. Dolayısıyla, bu, mutluluğa ve olumlu özgürlüğe yol açan bir çözüm değil, temelde, bütün nevrotik görüngülerde görülen bir çözümdür. Dayanılmaz bir kaygıyı yatıştırır ve paniğe kapılmayı engelleyerek yaşamı olanaklı kılar; ama altta yatan sorunu çözmez kişi, bunun karşılığını, genellikle yalnızca otomatik ya da zorunlu etkinliklerden oluşan bir yaşamla öder.
Bu kaçış mekanizmalarından bazıları, görece olarak fazla bir toplumsal önem taşımazlar; yalnızca, ağır zihinsel ve coşkusal rahatsızlıkları olan bireylerde göze çarpacak ölçüde görülürler.


Kitabın Künyesi
Özgürlükten Kaçış
Orjinal isim: Escape From Freedom
Erich Fromm
Payel Yayınları / Fromm Kitaplığı Dizisi
Çeviri : Şemsa Yeğin
234 s., 1. Basım: Ocak 1988, 4. Basım
İstanbul, 1996

234 sayfa

No comments:

Post a Comment