09/09/2015
Bu, toplu
bir delilik hali... İki dünya savaşı arası Avrupa'sının çok yakından tanıdığı
bir delilik hali...
Toplumsal
bir nevrozun, ne zaman dineceği, bir sonraki hedefinin kim olacağı
kestirelemeyen bir şiddet sarmalının pençesindeyiz.
Şiddet her
yerde...
Iğdır’da,
Dağlıca’da, Cizre’de, Bağcılar’da, Tarsus’ta, Kamp Armen’de, Mersin’de,
Konya’da...
Televizyonunuzu
açıyorsunuz ekranınızda..
Gazetenizi
çeviriyorsunuz tam sayfa önünüzde...
Otobüse
biniyorsunuz arkanızdaki koltukta...
Elektronik
postalarınızı açıyorsunuz yazdığınız bir yazıya kızmış bir vatandaşın ağız
dolusu küfür ve tehdit savuran sözcüklerinde...
Şiddet her
yerde ve gittikçe sıradanlaşıyor...
İnsan
sormadan edemiyor: bunca kin ve nefret nasıl birikti içimizde?
Hannah
Arendt Yahudi kökenli Alman bir felsefeci.
1960
yılında yakalanarak Kudüs’te yargılanan Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann
üzerine önemli bir eser kaleme aldı.
Eserin
başlığı ‘Kötülüğün Sıradanlığı Üstüne Bir Çalışma: Kudüs’teki Eichmann’.
Yahudi
soykırımı sırasında toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesinden
sorumlu Eichmann, yargılama sırasında, işlediği cinayetleri ‘iyi bir devlet
memuru ve yurttaş olarak görev bilinciyle’ yaptığını söylüyor.
Hannah
Arendt’i Eichmann’ın savunmasında en çok etkileyen ve ‘kötülüğün sıradanlığı’
(banality of evil) olarak kavramsallaştırdığı durum, Eichmann’ın yaptığı
herşeyi ‘iyi bir yurttaş bilinciyle’ yaptığına içtenlikle inanması.
Şöyle
diyor Arendt:
‘Eichman
aptal bir adam değil. Sadece kendi zihniyle düşünemeyen, egemen söylemi
sorgulamadan iliklerine kadar çekmiş ve egemen söylemin dikte ettiği ‘iyi
vatandaş olma’ kalıbıyla hareket eden sıradan bir adam. Öylesine içselleştirmiş
ki topluma dikte edilen kamu ahlakını, terfi ettirilmesi gerekirken neden o
mahkeme salonunda olduğunu anlamaya çalışıyordu yargılama boyunca.’
Arendt,
‘görevini yapan yurttaş’ inancının arkasında yatan milliyetçi/ulus-devletçi
söylemin tehlikelerinden bahsediyor.
Bu
söylemin bireyin kişisel vicdanını ve bireysel muhakeme yetisini devre dışı
bırakıp, onu devlet adına, millet adına, siyasi erk adına suç işlemenin meşru
olduğuna inandırdığını söylüyor.
Yani
toplumsal şiddetin artması ve sıradanlaşmasının altında siyasi erk tarafından
belirlenen söylem, ‘iyi yurttaş/kötü yurttaş’ tanımı ve kamu ahlakı önemli bir
rol oynuyor.
Birey
birey olmaktan çıkıyor, siyasetin belirlediği çerçevede kendisini ‘daha büyük
ve kutsal’ bir bütünün parçası olarak tanımlıyor. Ve bu çerçeve içinde işlediği
her türlü suçu meşrulaştırıyor.
İçişleri
Eski Bakanı İsmet Sezgin’in, BBC Türkçe servisinde yer verilen söyleşisi bu
psikolojinin en net yansıması.
90’lı
yıllardaki fail-i meçhul cinayetler ve diğer hukuk dışı uygulamalar için
şunları söylüyor Sezgin:
‘1994
senesinden itibaren birtakım olaylar meydana geldi. 1994 senesinden evvel de olaylar
meydana geldi. Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir
nevi bir mücadele oldu. Bugün adlandırıldığı şekilde, bazı vatandaşlarımız
öldürüldü. Ve bir mücadele veriyorduk. Bu mücadelede değişik yöntemler de
kullanıldı.Benim inancıma göre Türkiye o dönemde, o söylediğim dönemde Çiller
hükümetinin kurulduğu zamanda işi daha önemle ele almak istedi. Polisi,
jandarmayı daha ziyade dahil etmek istedi. Dışarıdan birtakım kimseleri de
görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan
birtakım kişilere yaptırmak istedi…
Devletin
yapması gereken istihbaratı onlar yaptı bir yerde. Bir yerde de gerekli
kişileri kışkırttı. Bir yerde de gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını
aradı. Bir kısmı da birbirini tahrik eder duruma geldi. O dönemde de
Diyarbakır’da bir ikinci grup türedi. PKK’nın karşısında. Onlar da daha ziyade
dinsel bir gruptu. Onlar da daimi olarak PKK ile mücadele içerisindeydi. Bir
yerde bunları devlet olma mecburiyetinden, halkın bu konu nedeniyle büyük
derecede sıkıntıya düştüğünden, bunun ortadan
kaldırılmasını istediğinden kaynaklandı. Bu
iyi niyetle yapılmıştır.’
İsmet
Sezgin’in bahsettiği ‘iyi niyetle’ işlenmiş cinayetler ve en ufak bir vicdani
sorgulama yapmadan devlet adına görevini yerine getiren memurlar, Arendt’in
Eichmann’da gördüğü ‘kötülüğün sıradanlaşması’nın ta kendisi.
Bugünün
Türkiyesinde ise bunun farklı tezahürlerini toplumsal düzeyde görüyoruz.
Hükümetin
kendi siyasi hesaplarına hizmet edecek şekilde belirlediği kamu ahlakını,
vatandaşları birbirini ihbar etmeye teşvik eden ‘iyi yurttaşlık’ tanımını,
milliyetçilikleri çarpıştıran, kendinden olmayan toplum kesimlerini ‘devlet
düşmanı’ ilan eden, her türlü yolsuzluğu, hukuksuzluğu, adaletsizliği ‘devlet olma mecburiyeti’ ne bağlayan söylemi
hiç sorgulamadan içselleştiren kitleler var.
Türk ve
Kürt milliyetçiliğini insanlığın üstünde gören, bu uğurda atılacak her türlü
adımı mübah kabul eden kalabalık bir güruh var.
Kendi
bireysel vicdanını ve muhakeme yeteneğini devre dışı bırakıp, dünyayı siyasi
erkin tanımladığı çerçeveden gören milyonlarca insan var.
Gezi’nin
arkasında ‘Lufthansa ve faiz lobisinin’ olduğuna yürekten inanan, ‘Ama
PKK’lılar da sünnetsizmiş, bu ülkede nasıl kardeşlik içinde yaşayacağız’ diyen
eğitimli insanlar tanıyorum.
Televizyonda
bir milletvekilinin taşlı sopalı bir grupla bir gazetenin kapısına dayandığını
görüyoruz.
Bir
liderin, siyasi rant için, çocuğu polis tarafından öldürülmüş acılı bir anneyi
meydanlarda yuhalattığını izliyoruz.
Türkiye’nin
farklı kentlerindeki kiliselerin katliamla tehdit edildiğini, Tuzla’da bulunan
Ermeni Yetimhanesini basan bir grubun ‘tekrar gelip kafanıza sıkacağız’
dediğini işitiyoruz.
Muğla’nın
Seydikemer ilçesinde peşmerge kıyafeti giyen bir adamın, kendini ‘yurtsever’
olarak gören bir grup tarafından dövülüp, Atatürk heykeli öptürüldüğünü
okuyoruz.
Bu, toplu
bir delilik hali…
İki dünya
savaşı arası Avrupa’sının çok yakından tanıdığı bir delilik hali…
Her
birimizin sakinleşmeye, durup düşünmeye, her an bize dikte edilen ve bizim hiç
sorgulamadan kabul ettiğimiz yargıları/değerleri sorgulamaya, siyasetin kölesi
olmuş akıllarımızı ve ruhlarımızı özgürleştirmeye ve bireysel vicdanımızı
yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var.
Gönül Tol
No comments:
Post a Comment