10 Eylül 2015
Veba
deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus’nün yapıtı akıllara geliyor.
Ancak aynı adlı bir eser daha var; o da
Andreas Frangias’ın Veba’sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak
nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle
ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.
Ütopya
ve Anti-Ütopya
Kelime
anlamı ‘olmayan yer’ şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca ‘ou’ (yok) ile
‘topos’ (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More’un
1516’da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova
Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi
imkânsız toplum tasarımlarına işaret ediyor.
Ütopyanın
olumsuz kullanımı olan ‘distopya’ veya ‘anti-ütopya’ ise, totaliter ve baskıcı
toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell’ın 1984’ü ve Aldous
Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir.
Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün
olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema
şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.
Baskı
ve Yıldırı
Yukarıdaki
anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba’da, bir
toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki
örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine
dair betimlemedir.
Sineklerin
saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve
silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra ‘varoluşun anlamı’
yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır
koşullara boyun eğme ve çalışma ‘ruhların temizlenmesi’ ve ‘ahlaki açıdan
yeniden yapılanma’ demektir öte yandan.
Kentteki
insanların ‘varoluşunun anlamı’ ya da ‘varlık nedeni’ hiç durmadan çalışmaktır.
Kişilere, vaat edilen ‘en yüce hedefe’ çalışmayla ulaşılacağı; böylece
varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği
benimsetilir. Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti
istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerindeki baskı
arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen,
o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar
önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.
‘Taş
gibi olmak’
Avlanan
sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek
yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de
hayatta kalmaktır:
‘İşte
sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle
ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve
taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırdığın
bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki
borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa
elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın
tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye
kaydedilmektedir’ (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup
bitene katlanabilmenin temel koşulu ‘taş gibi, umursamaz olmaktır’ (s. 49).
Sinekler
avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki
en önemli istektir. ‘Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir
izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.’ Tüm çaba
bunun içindir! Çünkü ‘hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır
bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır’ (s. 62).
Fareler
ve ‘insanlar’
Yaşamın,
daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle
vurgulanır: ‘Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve
uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına
ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok’ (s.
65-66).
İnsanların
gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü
mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan
insanlar için mezarlar ‘ev’ demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan
ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip
değersizleştirilmiş ‘insanlar’ın ‘evleri’ mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi
bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır;
baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.
İnsanın
değeri
Romanda
geçen karşılıklı konuşmada, insanların ‘değeri’ ve işlevi de tam olarak
anlaşılır: ‘Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine
düşürüyorlar’ (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü
bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: ‘Et ve
kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (…) Kahraman mı olmak
istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların
her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler’ (s. 188).
Direnişin
anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir.
Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü
duyumsayanlar da bulunur: ‘Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz.
Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl
sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?’ (s. 189).
Sineklerle
beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan ‘doğaüstü güçlere ve
kadere karşı’ da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en
yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve
hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve
baskı sıkılaştırılır. Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: ‘Orman
kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya
başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip
geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla
mı?’ (s. 220). Romanın bitişinde Frangias’ın da dediği gibi o kadar baskı ve
yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen ‘o inanılmaz insanlar
hayatta kalmayı başarmıştır’ (s. 224).
Makronisos
Açıkça
belirtmese de Veba’da olayların geçtiği yer, Frangias’ın 1950-52 yılları
arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır.
Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin
ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer
olmasıdır.
Nazi
işgaline ve Yunanistan’daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle
soruşturulan Frangias’ın 1972’de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla
beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik
özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu
karşısına çıkar.
Veba’nın
bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya
daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde ‘değerli’ sayılan insan, Veba’da
yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre ‘değer’ biçilen
insanla eşleştirilebilir.
Romanda
yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru
silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler
taşımaktadır.
Veba’da,
Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun
mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar
gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor.
Ali Bulunmaz, 2 Nisan 2009, Cumhuriyet Kitap
No comments:
Post a Comment