Wednesday, 9 September 2015

Veba – Andreas Frangias ‘Dün karanlıktı; ya gelecek!’


10 Eylül 2015 

Veba deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus’nün yapıtı akıllara geliyor. Ancak aynı adlı bir eser daha var;  o da Andreas Frangias’ın Veba’sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.
Ütopya ve Anti-Ütopya
Kelime anlamı ‘olmayan yer’ şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca ‘ou’ (yok) ile ‘topos’ (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More’un 1516’da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarına işaret ediyor.

Ütopyanın olumsuz kullanımı olan ‘distopya’ veya ‘anti-ütopya’ ise, totaliter ve baskıcı toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell’ın 1984’ü ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir. Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.

Baskı ve Yıldırı
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba’da, bir toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine dair betimlemedir.

Sineklerin saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra ‘varoluşun anlamı’ yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır koşullara boyun eğme ve çalışma ‘ruhların temizlenmesi’ ve ‘ahlaki açıdan yeniden yapılanma’ demektir öte yandan.

Kentteki insanların ‘varoluşunun anlamı’ ya da ‘varlık nedeni’ hiç durmadan çalışmaktır. Kişilere, vaat edilen ‘en yüce hedefe’ çalışmayla ulaşılacağı; böylece varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği benimsetilir. Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerindeki baskı arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen, o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.

‘Taş gibi olmak’
Avlanan sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de hayatta kalmaktır:

‘İşte sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırdığın bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye kaydedilmektedir’ (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup bitene katlanabilmenin temel koşulu ‘taş gibi, umursamaz olmaktır’ (s. 49).

Sinekler avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki en önemli istektir. ‘Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.’ Tüm çaba bunun içindir! Çünkü ‘hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır’ (s. 62).


Fareler ve ‘insanlar’
Yaşamın, daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle vurgulanır: ‘Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok’ (s. 65-66).

İnsanların gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan insanlar için mezarlar ‘ev’ demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip değersizleştirilmiş ‘insanlar’ın ‘evleri’ mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır; baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.

İnsanın değeri
Romanda geçen karşılıklı konuşmada, insanların ‘değeri’ ve işlevi de tam olarak anlaşılır: ‘Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine düşürüyorlar’ (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: ‘Et ve kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (…) Kahraman mı olmak istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler’ (s. 188).

Direnişin anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir. Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü duyumsayanlar da bulunur: ‘Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz. Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?’ (s. 189).

Sineklerle beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan ‘doğaüstü güçlere ve kadere karşı’ da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve baskı sıkılaştırılır. Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: ‘Orman kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla mı?’ (s. 220). Romanın bitişinde Frangias’ın da dediği gibi o kadar baskı ve yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen ‘o inanılmaz insanlar hayatta kalmayı başarmıştır’ (s. 224).

Makronisos
Açıkça belirtmese de Veba’da olayların geçtiği yer, Frangias’ın 1950-52 yılları arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır. Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer olmasıdır.

Nazi işgaline ve Yunanistan’daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle soruşturulan Frangias’ın 1972’de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu karşısına çıkar.

Veba’nın bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde ‘değerli’ sayılan insan, Veba’da yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre ‘değer’ biçilen insanla eşleştirilebilir.

Romanda yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler taşımaktadır.

Veba’da, Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor. 

Ali Bulunmaz, 2 Nisan 2009, Cumhuriyet Kitap

No comments:

Post a Comment