Wednesday, 30 September 2015

Bir Arayışın Notları'ndan / Hür Yumer

"Bir Arayışın Notları…

I.

İyi İnsan,-bence-kendini hayata kaptırandır. Örnekleri olmasaydı bu sözü söyleyemezdim.
Sözcükler de kendilerini dağıtıp toplarlar. Ama insanlar gibi değil. Bir tümcede bütün bir hayatı okuduğunuz, yanılsamasına kapıldığınızda, o tümcenin bir yerinden , ya da o tümcenin çağrıştırdıklarının içinde yaşıyorsunuzdur artık. 

Bazen öteki tümceye geçmeyi bile gereksiz bulursunuz. O kadarı yeter size. Ama merak edersiniz işte. İyi yazar kendini değil hep kendinden öncekileri, kendinden sonrakileri merak ettirir. Ya da kendini onlarla nasıl silebildiğini gösterir.

Yazı nefes alan bir dokudur. Ritim budur. Yazıda en güç şey başka biri gibi nefes almaktır. Sözcükleri öteki nefesler seçtirir size. Bulunmuş bir sözcüğün sırıtması bundandır. Yapaylık kendini gizlerse yazı kötü olur. Nefes, yalancıktan başka birinin nefesiymiş gibi yaparsa, yazı okunmaz. Sözcükler sıradanlaşır. Mesele, herkes gibi, herkes kadar, ancak farklı seslenmektir. Mucize denen şey sıradanlıktır. Yazarın kişisel sıradanlığı.

Üç cümle yazabilmek için üç sokak gezmek gerekmiyor. Ama bir iki sokakta tökezlemek kesinlikle gerekiyor. Hele sokaklar, yarattığınız, kendi sokaklarınızsa.

Bu çağın en büyük sorunlarından biri, sıradan insanın, kendini, silah tüccarlarıyla, milyarderlerle, erişilmez düzenbazlarla, dedikodusunu yaptığı mayalarla, eşit görmesi, kendi basit hayatında, adeta onların çıkarları doğrultusunda düşünerek onlara öykünmesidir. Bu noktaya maalesef gelinmiştir. Yoksul, ancak, başkaldıran insanın ahlakıdır yitirilen. Ben para gücünün küçümsendiği bir dünyada yaşamak istiyorum. Ben insana yakışan bir soyluluk arıyorum.

Müsrifleri severim. Sıkıldıkları için tüketirler. İhtiyaçları olmadığı için harcarlar, kendileri dahil.

İnsan, dönüp dolaşıp kendini anlattığını anlar. Ama dönüp dolaşıp. Eğer dönüp dolaşamıyorsunuz, yolculuklarını sahte düşlerinden başka hiçbir şey anlatamazsınız. Kendi dünyanız bir zindan gibi karşınıza dikilir.


Her sanatçının kendine göre bir dürüstlüğü vardır. Ama bu dürüstlüğü yitirebildiği ölçüde yaratır. İşin güçlüklerinden biri, yaratı biterken, baştaki dürüstlüğü yakalamaktır. Çehov gibi."

*
Hür Yumer
İstanbul doğumlu (1955-1994). Grenoble Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi'ni bitirdi. İ.Ü. Yabancı Diller Bölümü'nde Fransızca okutmanlığı yaptı. Edebiyat çevirileriyle tanınan Hür Yumer'in başlıca çevirileri şunlardır: Doğu Öyküleri, Marguerite Yourcenar (Adam, 1985), Bir Ölüm Bağışlamak, Marguerite Yourcenar (Adam, 1988), Giacometti'nin Atölyesi, Jean Genet (Metis, 1990), Ölüler Ansiklopedisi, Danilo Kiş (Remzi, 1991).

Hatırlanmaya değer 7 sürrealist kadın ressam


Leonor Fini L’eau endormie (Sleeping Waters) 1962

“Gelecekte, görünürde birbiriyle çelişen bu iki halin, rüya ile gerçekliğin, mutlak bir gerçeklik içinde, tabir-i caizse sürrealite içinde çözüleceğine inanıyorum” diye açıklıyor yazar André Breton, Sürrealizm Manifestosu’nda. Breton’un kelimeleriyle “saf psişik bir kendiliğindenlik (otomatizm)” olarak tanımlanan Sürrealizm hareketi, 1924 tarihli bu yazıyla ortaya çıkmış oluyor.


1920’lerde doğan bu yenilikçi kültürel hareket sürrealizmle çokça ilişkilendirilenler arasında Max Ernst, Salvador Dalí, Man Ray, Hans Arp, Marcel Duchamp ve Yves Tanguy gibi isimler yer alıyor. Ne kadar ilginçtir ki hepsi erkek.

Dorothea Tanning (1910-2012)
Birthday (1942) – Dorothea Tanning

“Gözünüzü iç dünyanızda tutun ve reklamlardan ve aptallardan ve film yıldızlarından -eğlenmeye ihtiyaç duymanız dışında- uzak durun” diyor Tanning 2002 senesinde Salon’a. Kendi kendini yetiştirmiş ve 2012’de 101 yaşında hayata gözlerini yuman sanatçı, hayal gücünün dünyalarını özenle ayrıntılandırıp zengince renklendirdiği resimleriyle insanları büyüledi.

En bilinen eseri, 1942 tarihli “Doğum günü”, Tanning’in göğüslerini açığa vuran ve eski püskü, Şekspirvari bir kıyafet giydiği otoportresini sunuyor. Ayaklarının önünde siyah kanatlı efsanevi bir tüylü yaratık dinleniyor ve ardında, kapılardan bir bitimsiz yol sonsuzluğa uzuyor.

“1936’da MoMA’daki sürrealist sergisini gördüğümde, bilinçaltının -ruhun derinliklerini sırlarını bulmak, sapkınlıklarını yüceltmek için tarayarak- arapsaçını göstermedeki cüretkârlığından etkilenmiştim.” Devam ediyor, “Aynı göle atlama dürtüsünü duydum, -onlardan biriyle tanışmamdan önce sığ yerlerinde yürümüştüm bu yerin. Her neyse, gerçekten atladım. Korkunç derecede çekici bir insan topluluğuydu bu. New York’u seviyorlardı, hazırcevaplığı seviyorlardı, oyunları seviyorlardı.”

Sonraki senelerinde bir yazar ve şair olarak da ünlenen Tanning, aynı zamanda heykel sanatçısı Max Ernst’e âşıktı. 30 sene boyunca, Max Ernst’in 1978’deki ölümüne dek evli kaldılar.

                                                 Bridget Bate Tichenor (1917-1990)
İsimsiz, Bridget Bate Tichenor, 1976

Tichenor, sonraları Meksika’yı kendine ev edinmiş Fransız uyruklu bir ressamdı. 16 yaşında hâlâ Paris’teyken, Coco Chanel için ve Man Ray’in de dâhil olduğu birçok fotoğrafçıya modellik yaptı. Sanatçı, 1950’lerde Leonora Carrington ve Remedios Varo gibi büyülü gerçekçi ressam dostlarıyla bir topluluk oluşturarak, temelli Meksika’ya taşınmak için ikinci kocasını terkedip, Vogue’taki işinden ayrıldı.

Tichenor’un 16. Yüzyıl İtalyan Rönesans sanatından ilham alan resimleri, geleneksel boyama yöntemleriyle Mezoamerikan mitolojisi ve ezoterizmi gibi alışılmışın dışındaki ruhani etkileri birleştirdi. Çalışmaları çoğunlukla, onu kendini keşfetme ve ruhani uyanışa doğru kişisel bir yolculuğa iten maskeler, sahte kılıklar ve çıldırmış insan yüzleri içeriyor.

Toyen (1902-1980)
Toyen, La Guerre, 1945
Marie Čermínová olarak doğan Toyen, ismini bırakarak kendine Fransızca citoyen (vatandaş) kelimesinden gelen cinsiyetsiz bir takma ad edindi. Kendinden sıkça eril zamirler kullanarak bahsetti ve eşcinsel tutkularını hayatı ve sanatı aracılığıyla ifade etmekte sınır tanımadı.

Sanatı bağlamında, Çekoslovak avangardının önde gelen isimlerindendi; bir anlamda diller, vajina dudakları, vajinal açıklıklar, fallik satranç taşları, lezbiyen orjileri ve penisler hayal ederek uyuyan bir kadın içeren erotik çalışmalarıyla tanınıyordu.

“Toyen’in bütün yapıtları, kendi tatminiyle beslenip büyüyen bir tutkuya dönük olarak, dış dünyanın düzeltilmesi dışında başka bir şeyi amaçlamaz” yazıyor Benjamin Peret 1953’te. Nitekim çalışmaları, kalbi erotik dürtüler ve hayvan içgüdüleriyle atıp, açıklanmayı istemeyen bir iç dünya için esrarengiz sahneyi inşa ediyor.

Kay Sage (1898-1963)
Kay Sage, Arithmetic of Wind, 1947

Zengin bir New York ailesinin çocuğu olarak doğan Sage, ebeveynlerinin ayrılmasının ardından annesiyle İtalya’ya taşındı. 1930’ların sonlarında, genç bir İtalyan asilzadesiyle evlenip boşanmasının ardından, sürrealist sanata olan tutkusunu keşfetti.

“Kay Sage’i bir sürrealist sayıyorum; çünkü André Breton ve grubunun değer verdiği rahatsız edici çelişkiler ve sanrısal niteliklerle dolup taşıyor” yazıyor biyografisti Judith D. Suther. “Daha da önemlisi, Sage’i bir sürrealist sayıyorum çünkü sürrealist kimliğine olan bağlılığı bir sanatçı olarak öz-görüntüsünün merkezinde yatıyor.”
Sage’in çalışmaları mimari özellikte, türlü malzemelerin gölge ve kıvrımlarını konu alıyor ve sanat tarihçisi Whitney Chadwick’ göre, “Sürrealizmde başka bir yerde bulunmayan, arındırılmış bir biçimin aurası ve bir hareketsizlik ile yaklaşan bir kıyamet algısıyla ile dolu.”

Sage, 1940’ta sürrealist dostu Yves Tanguy’la evlendi ve ikilinin tutkulu, iniş çıkışlı bir beraberlikleri oldu. Eşinin ölümünün ardından, onun “her şeyi anlayan tek dostu” olduğunu belirtti. Sanatçı, Tanguy’un ölümüyle ve biraz da görüşüne engel olan kataraktı sebebiyle çalışmalarını bıraktı, 1963’te ise intihar etti. İntihar notunda şöyle yazıyordu: “Yves’in onu tanımadan önce gördüğüm ilk resmi, ‘Seni bekliyorum’ idi. Gelmiştim. Şimdi yine beni bekliyor – yola çıkıyorum.”

Leonor Fini (1907-1996)
Leonor Fini, L’Entracte de l’€™Apotheose (Interlude of the Apotheosis), 1938-39

Fini, Buenos Aires, Arjantin’de doğup İtalya’da büyüdü. Hiçbir zaman resmi olarak eğitilmedi ve bir genç kız olarak, oküler bir rahatsızlık geçirmesinin ardından aylarını gözleri bandajlı olarak geçirdi. Bu dönemde içgörüler deneyimlemeye başladı, bunları sanatına yansıttı. Hieronymous Bosch ve Bronzino gibi sanatçılardan ilham alan Fini, güçlü ve cinsel olarak özgürleşmiş kadınların karamsar betimlemeleriyle tanındı. Yarı insan yarı hayvan hadım imgelemleri, kılık değiştirme ve bıçak çekme, cesur betimlemelerini nitelendiriyor. Aynı zamanda 1942’de, bir erkeğin ilk erotik portresini yarattı.

Fini’nin çalışmalarındaki kökten feminizmin kanıtı, özel hayatını da kapsadı. Gururlu bir biseksüeldi ve evlilik düşüncesine olan tiksintisini sık sık ifade etti. “Evlilik bana hiç çekici gelmedi” diyordu. “Bir tek insanla beraber hiç yaşamadım. 18 yaşımdan beri bir tür topluluğun içinde; atölyem, kedilerim ve arkadaşlarımla -sevgili olarak sayabileceğim bir adam ve arkadaşım sayılabilecek diğer ikisiyle- beraber büyük bir evde yaşamayı tercih ettim. Bu her zaman böyle yürüdü.”

Bu bohem ve ikon kadın görülmeye değerdi; saçlarını genelde mavi, turuncu, kırmızı ya da altın rengine boyar ve partilere erkek giysileriyle –veya yalnızca bir çift bot ve tüylü bir pelerin giyerek katılırdı. Her zaman kendi tiyatrosunu sevmiş ve yaşamıştı. Aynı zamanda yatağını ve yemek saatinde masasını paylaştığı 17 iran kedisinin annesiydi.

Gösterişli kişiliğine rağmen, asıl görevi her zaman kadın sanatçı kapsamını genişletmek oldu. “Bir hokkabaz gibi gerili ipte yürüyor; bunu yapmayı sıra dışı kariyeri boyunca öğrendi” diye açıklıyor Sarah Kent, Telegraph‘ta. “Gösterişli narsistin tehdit oluşturmayan rolünü üstleniyor; bir yandan da usulca daha zorlayıcı ve tartışma yaratan bir iş olan sanatçılığa devam ediyor.”

Dora Maar (1907-1997)
Dora Maar, Portrait de Picasso, 1998

Henriette Theodora Marković olarak doğan Maar, genellikle esin kaynağı olarak görülen Pablo Picasso ile ilişkilendirilir. Ancak Maar, kendi biçemini yaratmış bir sanatçıydı, Picasso’nun “Guernica”sına katkıda bulunduğu gibi kendi çalışmalarından oluşan kapsamlı bir dizisi de vardı. Fransa’nın Tours şehrinde doğmuş, Arjantin’de büyümüştü; 19 yaşında Paris’e taşındı ve fotoğraf eğitimi aldı.

Maar, Picasso ile bir fotoğraf setinde çalışırken tanıştı; kendisi 28, Picasso ise 54 yaşındaydı. Maar kısa zamanda kübist sanatçının metresi ve ilham kaynağına dönüştü; onun için modellik yaptı, çalışmalarına katkıda bulundu ve onları belgeledi. İlişkileri dokuz sene boyu sürdü.

Picasso’yla olan ilişkisi bittikten ve Picasso, Françoise Gilot ile bir ilişkiye başladıktan sonra Maar, kendini Katolik olmaya adadı ve şu kelimelerle ünlendi: “Picasso’dan sonra, Tanrı.”

Maar’ın mirası Picasso ile olan romantizminin de ötesine varıyor. Mary Ann Caws’ın The Guardian’da belirttiği gibi, “Sevgilisinin betimlemeleri üzerine, onun çalışmalarından ortaya çıkardığı kendi betimlemelerini çizdi. Bu, sahip olduğu güç hakkında çok şey söylüyor. Görüntüsünü açığa vuruş biçimi, kendi kalbinin bu vasıtası, hak ettikleri kadar ciddiye alınmadı. Söylendiği gibi Picasso’yu ‘taklit’ etmiyordu; bunun için fazlasıyla zekiydi. Picasso’nun yaptığı, kendi portrelerini de ‘taklit’ etmiyordu. Bu trajedilerinin temsillerine katkıda bulunuyordu, onun çalışmalarını fotoğraflarken yaptığı gibi.”

Stella Snead (1910-2006)
Stella Snead, Eclipse of the Moon, 1942

Snead Londra’da doğmuş ve genç yaşta annesiyle beraber evden kaçtı; bulundukları yeri akli dengesi bozuk ve potansiyel olarak tehlikeli babasından gizli tuttu.

20’li yaşlarında, büyük olasılıkla babasından kalan, genetik bir yatkınlığı bulunan depresyona yakalandı. “Onu, bunu ve şunu dene” yazmıştı. “Tatmin yok, yalnız, sıkılmış. 20’li yaşlarımın başında ağır depresyonlar ortaya çıkmaya başladı, kendine acıyan türdendi bunlar ve aylar boyu geçmezlerdi. Çok ağladım, ayılar gibi kış uykusuna yatmak veya çok yaşlı ya da ölü olmak istedim.”

1936’da bir arkadaşının resmine hayran kalmasıyla hayata döndü, öyle ki kendisi de sanat yaratmaya karar vermişti. Resimleri, tümü çarpık ve her şeyi gören bir bakış açısıyla deneyimlenmiş gece paleti, yabancıl hayvanlar, New Mexico tarzı uçaklar, antik heykel ve kalıntılar, karmaşık kadınsı biçimlerle nitelendirilir.

1950’de tekrar depresyonla savaşmasının ardından resme aniden ara verdi. Hayatının sonuna doğru Snead, bir sanatçı olarak “yeniden keşfedilmişti” ve eserlerine olumlu bir eleştirel yanıt alma şansını buldu.

“1998’de, 88 yaşıma girmiştim ve bir ressam olarak yeniden keşfedilmek için zaman tükeniyordu” yazıyordu. “Birden kapılar sonuna dek açılmıştı ve Neil Zukerman orada, tam da bunu yapmak için duruyordu! 1999 Nisan’ında kişisel bir sergi; fiyakalı bir katalog; coşku, cesaret, incelik, güvenilirlik, cömertlik. Ne güzel şans!?”

“Cherchez la femme: Kadın ve Sürrealizm” 15 Eylül’den 17 Ekim 2015’e dek Sotheby’s, New York’ta.
 Kaynak: Huffington Post



Samuel Beckett’in sinema tasarısı:1965’ten bir sessiz film

Godot’yu Beklerken adlı oyunu ve çok özel romanlarıyla tanınan İrlandalı yazar Samuel Beckett, edebiyat hayatı boyunca bir kez de senaristliği denedi. 1963’te Grove Press, Samuel Beckett’tan Film adındaki bir film için senaryo yazmasını istedi ve Beckett da senaryonun ilk taslağını dört gün içinde hazırlayıp teslim etti; sonrasında da başka bir taslak daha tamamlayıp yeniden gönderdi. 1969’da yaptığı açıklamada Film’in yönetmeni Alan Schneider, senaryo ve Beckett’le çalışmakla ilgili şöyle konuştu:


“Senaryo 1963’ün ilkbaharında geldi ve tamamen anlaşılmaz olduğu bölümler dışında oldukça şaşırtıcı altı sayfalık bir taslaktan oluşuyordu. Samuel’in gayri resmi tonuyla yazılmış ekler de içeriyordu: açıklayıcı notlar, felsefi ilaveler, mütevazı çekim önerileri, elle çizilmiş bir dizi şema…

Bunu bir yıllık bir hazırlık aşaması takip etti. Bu süre boyunca hiçbir diyalogun olmadığı (karakterlerden birinin ‘Şşş’ diye fısıldaması dışında) senaryoyu tekrar tekrar okuduk, Sam’e yüzlerce soru sorduk  –çoğu zaman postayla, bir kere de Montparnasse’daki dairesinde bizzat görüşerek– ve bu kışkırtıcı altı sayfanın görsel açıdan gerektirdiklerini kafamızda canlandırmaya çalıştık. Nihayetinde Beckett’in her yeni çalışmasının ortak paydası olan gizemler ve soru işaretleri büyüleyici bir netlikle çözüldü ve karşımızda belirdi.”

Sıra oyuncu kadrosunu belirlemeye geldiğinde Beckett, Charlie Chaplin konusunda ısrar etti ama bu teklif Chaplin tarafından reddedildi. Böylece Beckett ve Schneider de sessiz film döneminin bir başka ikonu olan Buster Keaton’a yöneldi. Araştırmacılar ve eleştirmenler, 1965’te tamamlanan bu on yedi dakikalık filmi o zamandan beri yorumlamaya çalışıyor. The New Yorker, yazara bu filmi “sokaktaki insan”ın anlayabileceği şekilde açıklamasını istediğindeyse Becett’ın yanıtı şöyle oldu

“Film gözlemlemekte olan bir göz hakkında; aynı adamın iki ayrı parçası olan algılanan ve algılayan hakkında. Algılayan, çıldırmışçasına algılamak istiyor ve algılanan da umutsuzca kaçmaya çalışıyor. Sonunda da biri kazanıyor.”

Edward S. Curtis

Two Pima women harvesting "hasen", the sweet, pear-sized fruit from the giant Saguaro cactus, which may be eaten fresh or dried, could also be used to make syrup or wine.
 Arizona territories, 1907

"Crying to the spirits", 1908

A smoky day at the Sugar Bowl. A Hupa man
California, 1923.

Qahatika water girl, Arizona. 1907.

An Old Well at Acoma, 1914

"Listening to the water spirits", 1904

Klamath Chief overlooking Crater Lake
Oregon, 1923.

Tewa women at Rio Grande
San Ildefonso Pueblo, 1926

Homeward, Puget Sound, 1898


The Pool, Apache man,1906

The Blanket Weaver, 1904

Hamatsa Emerging From the Woods.
 This image was taken in 1914, it shows a Hamatsa shaman, seated on the ground in front of a tree, allegedly possessed by supernatural powers, after having spent several days in the woods as part of an initiation ritual.

Tadeusz Wański








Gordon Parks












http://www.imdb.com/name/nm0662953/bio?ref_=nm_ov_bio_sm

“Oysa hiç de harika değildi Alice’in diyarı”

Jan Svankmajer, Sürrealizm Ve Alice…

“Sürrealizme baktığımızda şunu diyebiliriz:

“Hiç kimse bu akıma ait değildir ama herkes onun bir parçasıdır.

“Sürrealist olmaya çalışmak” diye bir şey yoktur.

Aslolan, sürrealist olarak zaten çalışıyor olmaktır!

Sürrealizm, tek yönlü bir yoldur ve kamera yalan söylemez…” (1)

Jan Svankmajer, Sürrealizm Ve Alice…

Çek yönetmen Jan Svankmajer, Lewis Carroll’ın 1868’te yayınlanan “Alice Harikalar Diyarında” hikayesini sürrealist sinemaya 1988 yılında uyarladı. Svankmajer bunu yaparken hiç zorlanmadı. Neden mi? Çünkü, hikaye zaten sürrealizmin ilk örneklerinden bir tanesiydi.

Lewis Caroll’ın aynı isimli romanın serbest bir uyarlaması olan filmde, orijinal hikâyeye sadık bir şekilde Alice, beyaz tavşanın peşine takılarak başka bir dünyaya geçiş yapıyor. Alıştığımız Alice hikayesindekinden farklı olan bu dünyada, korkutucu karakter ve yaratıklarla karşılaşıyoruz. Yönetmen Jan Svankmajer, sürreal öğeler kullanarak anlattığı Alice’in fantastik hikâyesini bir korku masalına dönüştürüyor. Animasyon, gerçek çekimler ve kukla kullanarak farklı teknikleri bir araya getirerek çektiği film görmediğimiz bir Alice hikayesi sunuyor ve kültler arasındaki yerini de alıyor.

Alice: “Bu film çocuklar içindir, ama belki de değildir.”

Filmin başında der ki Alice: “Bu film çocuklar içindir, ama belki de değildir.” Svankmajer yaratıcılıkta sınır tanımıyor. Filmde Alice, hayvanları kafasında konuşturur. Şiddetin ve otorite sorununun her sahnede kendini hissettirip izleyiciyi rahatsız ettiği, kafasındaki ‘harikalar diyarı’ imgesini parçaladığı filmin sonunda tüm kafalar birbirine karışırken Alice, kendisini Queen’in yerinde buluverir.

Sürrealist sinemanın usta yönetmenlerinden birisi olan Jan Svankmajer‘i keşfim, bana masallar diyarının cıvıl cıvıl koridorlarının aslında sürrealizmle yan yana ilerlediğini gösterdi. Alice’in fantastik dünyasında ben de kayboldum ve Salvador Dali ile yolum bir kez daha kesişti…

Alice’in hayvanları giydirmesi ve ona roller biçmesi ne kadar esere bağlı bir durum olsa da, Jodorowsky’nin filmlerinde ilk ve en başarılı işlenmiş sahneler de Alice’te göstermiş kendisini… Filmde Alice’den başka 2’nci bir insan oynamıyor…  Bunun yanında, Alice’in ve dolayısıyla çocukların müthiş hayal gücünün yansımasına da şahit oluyoruz… Mesela, beyaz tavşan insanı inanılmaz rahatsız edecek derecede sevimsiz, karşılaşılan yaratıklar birer iskelet, lezzetli görünen yiyecekler aslında küflenmiş ve böceklenmiş! Ölüm, çürümüşlük, kan ve leş imgeleri filmin her karesinde mevcut. Gerçek hayat ister istemez masalda yerini almış. Bu arada, aynı zamanda bir kukla ustası da olan Svankmajer, yeniden yaratmadaki yaratıcılığını, biçimde de göstermiş ve kuklalardan maketlere, Stop Motion’dan animasyona çeşitli tarzları kullanarak yepyeni ve bambaşka bir dünya yaratmış.

Filmin satış pazarlaması yapılırken, dvd üzerinde şu ifadelere yer verilmiş:

“Disney + Bunuel = Svankmajer” Oysa Jan Svankmajer’in “Alice” versiyonu, buram buram Anti-Disney’dir!  Ya da buram buram “Çürümüşlük” tür. Çünkü “Diyar Alice’in hayalindeki gibi harika değildir!” Belirtmek gerekir ki, Sovyetler Birliği yapımı 1964 tarihli ‘Kingdom of Crooked Mirrors’ (Eciş Bücüş Aynalar Krallığı) ise Alice esintili bir Sovyet kızının ayna metaforu üzerinden kapitalizmle hesaplaşmasını masallaştırıyor. Bu örnek de Lewis Carroll’ın kalemini, kapitalizme karşı kuşanıyor!

Aslında bize çok uzak sandığımız Sürrealizmin (Gerçeküstücülük) ta içinde yuvarlanarak yaşadığımızı kabul edelim…

Salvador Dali” nin “Alice” Tutkusu…

‘Alice Harikalar Diyarında’, metafor zenginliği ve çeşitliliğiyle sadece psikanalitik okumaları mümkün kılmamış, Sürrealist Ressam Salvador Dali’yi bile kendine hayran bırakmış ve baştan çıkarmış. Bu yüzden, bir çocuk kitabı olmasından öte anlamlar taşıdığı kesin.  ‘Alice Harikalar Diyarında’nın barındırdığı sürrealizmin Dali’ye malzeme çıkarmaması da düşünülemezdi elbette… Dali imzalı illüstrasyonların yer aldığı ‘Alice’ kitabı, Maecenas Press-Random House tarafından 1969’da basıldı. Dali’nin her bölüm için helyogravür tekniğiyle yaptığı illüstrasyonlar, düşler âleminin iki büyük sanatçısını bir araya getiriyor. Bugün Dali’nin heykelleri İngiltere’nin başkenti Londra’da sergileniyor. Sergilenen heykeller arasında Dali’nin Alice In Wonderland (Alis Harikalar Diyarında) adını verdiği bir heykel de var. (2)

Sürrealizm ve çocukluğumuz…

Sürrealistler için çocukluk yılları, insan hayatının en hür, en serbest, en gerçekçi dönemidir. Andre Breton, bu konuda şunları söyler: “Yaşama ne kadar inanırsak inanalım, sonunda gerçek yaşam kendini ortaya kor ve inancımız da kaybolur. Yaşamdan payına düşen şöyle böyle, sıradan bir ömürdür. Düş kırıklığı içinde insan avuntuyu mutlu çocukluk günlerinde bulur. Böylece birçok yaşamı birlikte sürdürme olanağı bulur. Bu hayal içinde tüm güçlükler ortadan kalkar. Öyle ya, çocuklar her sabah kaygıdan, tasadan uzak evlerinden çıkarlar. Her şey hazırdır.”

Bunun yanı sıra sürrealistlere göre sanat da bir oyundur. Tabii ki büyüklerin oynadığı bir oyun… Aynen Bunuel, Svankmajer ve Dali gibi… Nasıl ki bir çocuk, oyuncakları ile her türlü bağlantıdan uzak bir dünyayı kurar ve onun içinde yaşar ise, sanatkâr da bastırdığı arzu, istek ve hayallerini, sanatın imkânları içinde yaşar ve tatmin olur. Okuyucunun eserle özdeşleşmesi ise, yazarın durumuyla paralellik arz eder. Sürrealizm, özgürlüğün en üst seviyesi değil de nedir?

Sürrealizme baktığımızda şunu diyebiliriz: “Hiç kimse bu akıma ait değildir ama herkes onun bir parçasıdır. “Sürrealist olmaya çalışmak” diye bir şey yoktur. Aslolan, sürrealist olarak zaten çalışıyor olmaktır! Sürrealizm, tek yönlü bir yoldur ve kamera yalan söylemez…”

(Not: Bu yazı 18 Kasım 2011 tarihinde magaradergisi.com da da yayınlanmıştır.)

(1) Volkan Durmaz’ın sinemalar.com sitesinde “SÜRREALİST SİNEMA” Grubundaki sunum yazsıdır.

      http://www.sinemalar.com/grup/9175/surrealist-sinema

(2) The Independent

Saturday, 26 September 2015

Anaerkil toplumların çarpıcı fotoğrafları


Fotoğrafçı Pierre de Vallombreuse, anaerkil toplulukların yaşamını fotoğrafladı.


De Vallombreuse, yerli halkla iç içe çalıştığı projesi için rotasını, yönetiminde kadınların merkezi ve etkin rol oynadığı Asya’nın güneydoğusundaki uzak kültürlere çevirdi. Batı’daki ataerkil dünyanın sessizce anaerkil topluluklara dönüş yapacağına inanan fotoğrafçı, küreselleşme ve teknolojiden uzak bu bölgelerde savaşların yaşanmadığını aktarıyor.

De Vallombreuse ilk önce anaerkil hayatın sürdüğü, avcılık-toplayıcılıkla yaşayan Kuzeydoğu Hindistan’daki Khasi’yi ziyaret etti. Khasi’de çocukların annenin adını aldığını ve tüm sorumluluğun evin küçük kızında olduğunu gördü.
Ünlü fotoğrafçı, Çin’deki anaerkil Moso topluluğu ziyaretinde ise çocukların eğitimini kadın üstlendiğini ve yasa yapıcı olarak toplumdaki yerlerini aldığını belgeledi.
Fililipinler’deki Palawan kabilesi ise çocuklara sunduğu cennet gibi bir hayatla De Vallombreuse'ün objektifine takıldı. Kadınların ve erkeklerin tamamen eşit statüde olduğunu kabilede, cömertlik ve komşulara yardım, kabilenin fertleri için en önemli toplumsal görev sayılıyor.

De Vallombreuse’ün çektiği 40 fotoğraf “Souveraines” adıyla Paris’teki Argentic Galeri’de sergileniyor. 10 Ekim’e kadar sürecek sergiyle birlikte, aynı adlı bir kitap da yayımlandı.

Kaynak: Independent
Hazırlayan: Anıl Aksoy