Rüyalar
ve kâbuslar aynı maddeden yapılmıştır; ama bir kâbus var ki bize, görmemize
izin verilen tek rüya olduğunu söylüyor. Bu kâbus: Hayattan tiksinen, eşyalara
tapan bir gelişme modelidir. Politikacıların müjdesi, teknokratların iddiaları,
çaresizlerin hayali: Üçüncü Dünya ülkeleri, Birinci Dünya ülkeleri gibi
zenginleşecek ve uygarlaşacak ve de mutlu olacaklar; ancak uslu davranır, karşı
koymaz ve çıt çıkarmadan kendisine söyleneni yaparlarsa. Tarih adındaki
televizyon dizisinin son bölümüne göre gelecek, açlıktan ağzı kokanları hal ve
gidişlerinden ötürü mükâfatlandıracak. Azgelişmişlerin gelişme ve geri
kalmışların çağı yakalama yolu kıyısındaki neon ışıklarıyla süslü dev reklam,
biz de onlar gibi olabiliriz mesajını veriyor.
Ama
olmayacak duaya amin denmez. Eğer fakir ülkeler de üretim ve israf bakımından
zengin ülkelerle aynı seviyeye gelecek olursa dünya son nefesini verir.
Endüstri uygarlığıyla iliklerine kadar zehirlenmiş ve tüketici toplumlarca kanı
emilmiş olan talihsiz dünyamız zaten komaya girmiş durumda. Dünya nüfusu son
yirmi yılda üç misli artmışken, aynı zaman içinde erozyon dünyada, ABD’deki
ekilebilir toprakların tümü tutarında toprak kaybına yol açtı. Satış pazarı ve
satılık eşya haline getirilen dünyamızda yılda 15 milyon hektar orman yok
ediliyor ve bunun 6 milyonu çöl halini alıyor. Yüzüne tükürülen tabiat, para
kazanmak hırsının hizmetine sokulmuş. Kazanç oranı düşmeden para daha çok para
getirsin diye toprak, su ve hava zehirlenmiş ve hâlâ da zehirlenmekte. En kısa
zamanda en çok kazanmanın adı prodüktivite (verimlilik).
Endüstri
artığı çöplerin sebep olduğu ekşi yağmur kuzey yarı küresindeki ormanları ve
gölleri öldürürken, zehirli artıklar nehirleri ve denizleri zehirliyor. Güney
yarı kürede ihracata dayalı tarım endüstrisi kendini gösteriyor, ormanları ve
insanları yerle bir ediyor. Kuzeyde güneyde, doğuda batıda insanoğlu gözleri
dönmüş bindiği dalı kesiyor. Üç beş ülke bütün insanlığın can damarını emiyor.
İsraf toplumunun cürüm ve çılgınlığı: Bütün insanlığın, zenginlikleri elinde
tutan yüzde altısı, dünyada üretilen enerji ile tabii yeraltı kaynaklarının
üçte birini keyfine göre kullanıyor. İstatistiklere göre bir Amerikalı 50
Haitili’nin kullandığı enerjiyi kullanıyor. Kendi kendimize sormakta yarar var:
Elli Haitili elli Amerikalı kadar enerji kullanmaya kalksa ne olur? Lüks
eşyalar, otomobiller, televizyonlar, atom reaktörleri, elektrik santralleri
böylesine çılgın bir tempoyla çoğalsa ne olur?
Hava
sıcaklığının artmasıyla kıyamete aday dünyamız ikliminin hali ne olur? Erozyon
yüzünden elimizde kalan azıcık toprağın hali ne olur? Ya su? Dünya nüfusunun
üçte birinin içmek zorunda olduğu cıva ve kurşunla, endüstri artığı maddelerle
zehirlenmiş olan su? Ne olur? Olacağı şu: Dünyadan başka gezegene taşınmak.
Parolası israf olan “Amerikan tarzı yaşam”, ancak ve ancak bir azınlık
tarafından yönetilen ülkelerde kök salabilir. Bu yaşama biçiminin üstünlük
kazanması insanlığın intiharı demektir. Böyle bir şey olur mu? Hayır. Ama,
böyle bir yaşama şekli arzu edilir mi? İyi organize edilmiş bir karınca
yuvasında birkaç kraliçe ve çok sayıda işçi karınca vardır. Kraliçeler kanatlı
olarak doğar ve sevişme yeteneğine sahiptirler. Uçamayan ya da sevişme gücünden
yoksun olan işçilerin görevi kraliçeler için çalışmaktır. Bir de bu işçileri
kontrol eden, kraliçeleri koruyan askerler vardır. Güney Amerika’da,
istatistiklerde rastlanmayan bir gerçek var: İki işte birden çalışmak; pek çok
insanın gerçeği bu.
Ancak
bu şekilde açlıktan ölmekten kurtuluyorlar. Ama, parmak uçlarına kadar gelişmiş
bir insanın karınca gibi çalışması doğru mu? Zenginlik serbestlik mi, yoksa
misliyle serbestliğe karşı duyulan korkuyu beraberinde mi getiriyor? Japon
şehirlerinde 20 yıldır haftada 47 saat çalışılıyor. Bu zaman içinde Avrupa’da
iş günü kısaltıldı, ama üretimde kendini gösteren gelişmeye ters düşecek
şekilde. Eskiden bin işçinin yaptığı işi şimdi fabrikalarda otomatik
makinelerde on işçi yapıyor. Bunun adı vakit kaybetme serbestliği: Tüketici
toplumun buna bile tahammülü yok. Tatil bile massa turizm (toptan tatil yapmak)
adı altında endüstrileştirilmiş, yorucu bir uğraşı halini almış durumda. Vakit
öldürmek: Karınca yuvası şehirlerden modern plajlara akın etmek demek.
Antropologlara göre atalarımız haftada 20 saatten fazla çalışmıyorlardı.
İsviçreli çağdaşlarımız 1988’de iş gününü haftada 40 saate indirmek konusunda
referanduma gittiler, ama buna karşı oy kullandılar. Karıncalar birbirleriyle,
başlarında boynuza benzer organlarla konuşup anlaşıyorlar. Onun gibi,
televizyonlarımızın anteni günümüz dünyasını yöneten güçlerin merkezi ile
irtibat halinde.
Ekran
bize, Kristof Kolomb’un yerlilere incik-boncuk verişi gibi, mal edinme arzusu,
tüketim hırsı, rekabet heyecanı ve başarıya ulaşmak arzusu veriyor. İyi de
satıyor. Ama reklamlar bize, Dünya Sağlık Teşkilatı’nca verilen bilgilere göre,
dünyada üretilen sinir yatıştırıcı ilaçların yarısının ABD’de kullanıldığını
söylemiyor. Son 20 yıl içinde ABD’de haftada işe ayrılan saatlerin sayısı
artmış bulunuyor. Yine bu 20 yıl içinde stres hastalarının sayısı da iki katına
çıkmış bulunuyor. Caaguazù’da (Paraguay) bana “Bir çiftçinin değeri inekten az,
tavuktan çok” dediler. Brezilya’nın kuzeydoğusunda da: Ekenin toprağı yok,
ekmeyenin var. Köylerimiz boşalıyor. Güney Amerika şehirleri cehennem çukuruna
dönüyor. Mexico City yılda yarım milyon insan ve otuz kilometre kare temposuyla
büyüyor: Şu anda nüfusu Norveç nüfusunun beş katı. Bu yüzyılın sonuna doğru
Meksika şehri ile Brezilya’da Sao Paulo dünyanın en büyük iki şehri olacaklar.
Gürültülü, duman bulutlarına gömülmüş Güney Amerika şehirlerinde bisiklet
yolları, zehirli egzoz gazlarına karşı filtre yok.
Temiz
hava ve sessizlik öylesine azaldı ki, zenginlerin en zengini bile bunları artık
satın alacak durumda değil. Meksika şehrinin üzerine kirli bulutlar çökmüş.
Çocuklar, kanları kurşunla zehirlenmiş olarak doğuyor. Yarım yüzyıl öncesine
kadar dünyanın en temiz havasına sahip olan bu şehre birkaç kere ölü kuş yağdı.
Havadaki karbon monoksit miktarı, insanın katlanabileceği en yüksek miktarın üç
katı. Beş milyon otomobil: Sao Paulo, kalp sektesi bekleyen hasta şehir olarak
tarif ediliyor. Egzoz gazlarından göz gözü görmüyor. Hava kalitesi: Kötü. Bu
kalite, 1986’nın 323 günü kirli ya da çok kirli idi. 1989’da yağmursuz ve
rüzgarsız geçen günler boyunca Santiago de Çile, Meksika şehri ve Sao Paulo ile
birlikte hava kirliliği için yarıştılar. Şili’nin genç ve demokratik hükümeti,
her gün havaya fırlatılan 800 ton kirletici gazı önlemek için en asgari
tedbirleri almaya karar verdi. Otomobil ve fabrika sahipleri ayağa kalktılar:
Bu, ticaret yapma ve mülkiyet hakkına saldırmak demekti.
Başkalarının
özgürlüğüne saygısı olmayan para kazanma hakkı Pinochet’nin diktatörlük
yıllarında sınırsızdı ve çevre kirlenmesine büyük katkıda bulunmuştu. Kirletme
hakkı, yabancı yatırımcıları kamçılayıcı en temel faktörlerden biri ve en
azından, işçilere açlıktan ölmeyecek kadar ücret ödeme hakkı gibi önemli.
Tüketici toplum insanları tüketiyor, tüketime zorluyor ve bu arada televizyon,
okumuşuna da cahiline de suç işleme kursu veriyor. Gerçek hayatta televizyon
taklit ediliyor, sokaklardaki şiddet ve zorbalık televizyonun bir uzantısı.
Sokak çocukları suç işleme talimi yapıyorlar ve sokak bu talim için en uygun
yer. Bu çocukların insanlık hakları onları hırsızlık yapmaya zorlayacak ve
ölüme sürükleyecek dereceye indirilmiş. Kendi kaderlerine terkedilmiş kaplan
yavruları ava çıkıyor. Herhangi bir köşe başında adam soyup, adam vurup
kaçıyorlar. Açlığa, soğuk ve yalnızlığa karşı en etkili ilaç olan solüsyonu
ciğerlerine çekerek ve başka uyuşturucu ilaçlar kullanarak ya da bir kurşunla
genç yaşta ölüp gidiyorlar. Güney Amerika’nın büyük şehirlerinde dolaşmak yürek
isteyen bir iş. Evde kalmak da öyle. Şehir eşittir hapisane: Açlığa mahkum
olmayan korkuya mahkum. Elinde az da olsa biraz parası malı olan devamlı
saldırıya uğramak korkusu içinde yaşıyor. Parası çok olan kalelerde yaşıyor.
Büyük apartman binaları ve villa kompleksleri, elektronik çağın feodal
kaleleri. Pazar ekonomisi çağında fazlalık çocuklar ya açlık ya da kurşunla
temizleniyor. Açlıkla tokluk sınırında yaşayan işçi ailelerinden gelen bu sokak
çocuklarının topluma yararı yok, olamaz da.
New
York Times’a göre Ocak-Ekim 1990 arası başkent Guatemala’da kırktan fazla çocuk
kurşunlanarak öldürüldü. Dilenen, çalan, çöplükten topladıkları artıklarla
karınlarını doyurmaya çalışan çocukların dilleri kesilmiş, gözleri oyulmuş,
kulakları koparılmış cesetleri çöp tepeleri arasında yatıyordu. Uluslararası Af
Örgütü’ne göre 1989’da Brezilya’nın Rio de Janerio, Sao Paulo ve Recife şehirlerinde
457 çocuk öldürüldü. Ülkenin kapitalizmden uzak geri kalmış bölgelerinde ölüm
mangaları ve polis tarafından işlenen bu cinayetlere rastlanmıyor. Ekonomiyle
birlikte sosyal adaletsizlik ve hayata duyulan saygısızlık da büyüdü. Ölüm
cezası bulunmayan ülkelerde her Allahın günü bu usûl uygulanıyor ve kamuoyunu
etkileyenler bu cinayetleri savunuyorlar. 1990’da bir mühendis Buenos Aires
sokaklarında otomobilinden teybini çalıp kaçmaya çalışan iki genç hırsızı
öldürdü. Arjantin’in en nüfuzlu gazetecisi Bernardo Neustadt televizyonda “Ben
de olsam öyle yapardım” dedi. Brezilya tarihinde tek başına en çok oy alarak
Rio de Janeiro’dan milletvekili seçilen Afanasio Jasadji bu başarısını radyo
için hazırladığı programlara borçluydu. Bu programlarda boğazı yırtılırcasına
ölüm mangalarını, işkenceyi ve suç işleyenlerin ortadan kaldırılması
gerektiğini savunuyordu. Barbar kapitalizm uygarlığında mülkiyet hakkı hayat
hakkından daha ağır basıyor. İnsanlar eşyalardan daha değersiz. Bunu anlamak
için kanunlara bir göz atmak yeter: Kıtanın üç güney ülkesinde askerî
diktatörlerce uygulanan devlet terörizmini beraat ettiren, cürmü ve işkenceyi
affeden kanunlar, mülkiyet hakkına karşı işlenmiş olan suçları affetmediler.
Şubat
1989, Caracas. Kamu hizmeti veren taşıt araçlarının bilet fiyatlarına aşırı zam
geliyor, ekmek fiyatı üç katına çıkıyor ve halk galeyana geliyor: Sokaklarda üç
yüz, beş yüz, kim bilir kaç yüz ölü. Şubat 1991, Lima. Peru kıyılarında
başlayan kolera salgını liman şehri Chimbote ile Lima’nın gecekondu mahallelerinde
bir iki gün içinde gerisinde yüzlerce ölü bırakıyor. Hastanelerde serum yok,
tuz yok. Hükümetin kemerleri sıkma politikası sağlık hizmetlerini kötürüm
ediyor, yoksulluk sınırında yaşayan ve asgari ücretten de düşük ücret alan
Peruluların sayısını kısa sürede iki katına çıkarıyor. Asgari ücret ayda 45
dolar tutarındadır! Günümüzün savaşları, elektronik savaşlar video ekranında
verilmektedir. Kurbanları duymuyor, görmüyorsun. Laboratuvar ekonomisi açları
ve kuruyup çatlayan toprağı görmüyor. Uzaktan kumandalı silahlarla vicdanlar
titremeden öldürülüyor. Üçüncü Dünya ülkelerine zorla gelişme yardımı ve
planları kabul ettiren uluslararası teknokrasi de dışarıdan ve uzaktan
öldürüyor. Ülkelerimiz anahtarlarını, varlarını yoklarını, serbest pazar adı verilen
uluslararası tekellere teslim ediyorlar. Uluslararası teknokrasi, serbest pazar
ekonomisinin zenginliğin muskası olduğunu söylüyor. Ama bu vaazı veren zengin
ülkeler bu ekonomiyi kendileri neden uygulamıyorlar? Zayıfların gerildiği
çarmıh bu serbest pazar, güçlülerin en başarılı ihracat malı. Yoksul ülkelerde
kullanılmak üzere imal ediliyor.
Hiçbir
zengin ülke bu malı kullanmış değil. Serbest pazarın arz ve talep arasındaki
şüpheli evliliği yoksulları cezalandırıyor ve bir spekülasyon-ekonomisi doğuruyor.
Prodüktivitenin önüne geçiliyor, alın teri itibardan düşürülüyor, tüketime
tapılıyor. Borsa binalarındaki tabelalara ya da televizyon ekranlarına
bakılarak sanki bir insandan söz ediliyormuş gibi: “Dolardan ne haber?” diye
konuşuluyor. Trajedi, komedi biçiminde kendini tekrarlıyor. Kristof Kolomb’dan
bu yana Güney Amerika, başkalarının kapitalist gelişmelerini kendi trajedisi
olarak yaşadı. Şimdi bu trajedi, komedi olarak tekrarlanıyor. Gelişme
karikatürü: Çocuk pozu takınan cüce. Teknokrasi insan değil, rakam görüyor; ama
işine gelen rakamları görüyor. Yüzyılımızın sonuna doğru son 25 yılın birkaç
modernleşme başarısı kutlanacak. Mesela, uyuşturucu madde ticaretinden elde
edilen paralarla gerçekleştirilen Bolivya mucizesi: Kalay devri bitti ve kalayla
birlikte maden işçileri sendikalarının ve Bolivya’nın en mücadeleci diğer
sendikalarının da sonu geldi: Suyu olmayan Llallagua köyünün artık Calvarie
dağı tepesinde çanak anteni var. Ya da Şili mucizesi. Şili’de resmî
istatistikler ekmek bolluğundan bahsediyor, ama aynı zamanda açların
çoğaldığını da itiraf ediyorlar. 1970’de Şili halkının yüzde 20’si fakirdi,
şimdi ise yüzde 45’i. İnsanlık değeri gelir-gider hesaplarıyla takdir ediliyor
ve fakirleri gözden çıkarmak gelişme adına sosyal giderleri kısmak demek.
1990
başında Stern, gelişme uğruna Almanya’nın uğradığı zararların bir bilançosunu
çıkardı. Dergi otomobil kazalarının, trafik tıkanmasının, hava-su ve yiyecek
maddeleri kirliliğinin sebep olduğu can ve mal kaybınının hesabını çıkararak bu
zararın, Alman milli ekonomisi toplam prodüktivitesinin dörtte biri tutarında
olduğu sonucuna vardı. Bir de, modernleşme uğruna Güney Amerika’nın uğradığı
felaketlerin sebep olduğu zarar hesaplansa, ortaya çıkacak rakam görülmeye
değer. Bizim gibi serbest pazar ekonomisi masalına inanmış ve paranın, başıboş
bırakılan bir kaplan gibi sirküle edilmesine izin vermiş ülkelerin uğradığı
zarar acaba ne kadardır? Sûni ihtiyaçlar yaratarak bizi gerçek ihtiyaçlarımızı
unutmaya zorlayan bir sistem yüzünden uğradığımız ve uğrayacak olduğumuz zarar?
Bu nereye kadar ölçülebilir? İnsan ruhuna açılan yaralar ölçülebilir mi?
Durmadan artan şiddet olayları, kokuşan günlük hayatımız? Batı zafer çığlıkları
atıyor. Doğu blokunun çöküşünden sonra mazeret hazır: Doğu’da durum çok daha
kötüydü. Acaba öyle mi? Burada her şeyden önce sorulması gereken soru,
sanıyorum, Doğu’nun yapı bakımından temelde değişik olup olmadığıdır. Batı’da
adalet, özgürlük adına Prodüktivite tanrıçasına kurban edildi. Doğu’da ise
özgürlük, adalet adına Prodüktivite tanrıçasına kurban edildi. Güney’de ise
bizim hâlâ, bu tanrıça uğruna can vermeye değer mi sorusunu soracak vaktimiz
var.
(Galeano’nun
4 Ekim 1991’de Hollanda’nın Groningen şehrinde yaptığı konuşmayı kısaltarak
yayımlayan De Volkskrant gazetesinden Çeviren: Osman Bleda)
No comments:
Post a Comment