
Caner Bingöl
1915;
Tarihi Düzünden Okumaya Ayaklan!
“İnsanın
iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.*
Ağrı/Ararat
dağının zirvesinden Ermenistan’ı seyreylerken, Djivan Gasparyan’ın duduğunun
dingin sesinin beynimin kılcal damarlarına kadar girip vücudumu sardığını
hissediyor ve hiç tanışamadığım çocukluk arkadaşlarım Agop’la, Levon’u
özlüyorum.
Tüm
bu başımıza gelenlerin bir saklambaç oyunu olduğuna, yüze kadar sayıp gözlerimi
açtığım zaman onları bir yerlerde bulabileceğime inanmak istiyorum ama olmuyor…
çünkü içimde yerini hiç bir şeyle dolduramadığım bir asırlık, lanetli, kocaman
bir boşluk var.
Dokunuşları takip ediyorum, geriye kalanın
yalnızca kırıntılar olduğunu bilerek.
O lanetli boşluğun büyüklüğü yüzünden
hissettiğim sızının derinliği büyük.
Çünkü
biliyorum, Cumhuriyetin zenginleşme hikayelerinin satır aralarında kırımdan
geçirilenlerin, ölesiye sürgün edilenlerin toprağa gömdüğü düşleri var.
Çünkü
biliyorum kanayan bir yara, açıldığı yerden kapanır ancak.
Biliyorum
en büyük fırtına, en derin sessizlikten sonra kopandır.
Denilir
ki hakikat denilen şey üstünü örtüp ona sırtını döndüğün ve her şeyi geride
bıraktığını düşündüğün bir anda karşında belirendir.
Devletin
steril tarih inşasına, yüzyıllık inkara ve gündelik yaşamda her gün yeniden
üretilen nefret törenlerine rağmen, hakikat sonunda gelivermiştir işte
yüzyıllık yalnızlığın hesabını sormaya; Nicelik olarak ‘çoğunluk’ olamasalar da
bu yalnızlığı kendisine dert edinen insanların yoldaşlığıyla.
Hem
dil sussa da, hakikat bir daha asla sükuta bürünmeyecektir.
Ölülerin
çığlığı kapanan kulakları delip geçerek devletin iliklerine kadar işiteceği o
büyük sese erişmiştir artık ve bu ses duyulmak istenmese de dalga dalga
yayılarak her tarafı sarmıştır. İnkar politikası
çürümüş, çürümüş, çürümüştür.
Yaşıyor
olmaları sebebiyle “şanslı” sayılanların, yani Halep’e, Beyrut’a, Amerika’ya ve
dünyanın dört bir tarafına dağılan nar tanelerinin sesi sınırları aşmıştır.
Soykırımdan canını zor kurtaran ve Amerika’ya
göç etmek zorunda kalan binlerce aileden biri olan Saroyan ailesinin çocuğu
William Saroyan’ın Fresno’dan çıkan sesi Bitlis’te yankılanmaktadır mesela;
“Bir
yandan Fresno’daydık, bir yandan hiç bir yerde. Ölüm içimizden birini
yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl
herhangi bir yere ait olabilirdik ki?”
Ahparige
Sözümüz Var
Daha
evvelinden tanış olamadığım bir gazeteci olan Hrant Dink’in, sahip olduğu
Ermeni kimliğinden dolayı devlet tarafından planlı bir şekilde öldürülüşü,
sonrasında oynanan büyük tiyatro ve yaşanan hukuksal süreç, o dönem üniversite
sınavlarına hazırlanmakla meşgul olan, henüz net bir siyasi kimliği dahi
oluşmamış 17’sinde bir genç olarak benim beynimde büyük depremler yaratmıştı.
Bıçak gibi keskin, zift gibi karanlık o 19 Ocak günü ben gökyüzüne baktım ve
bir söz verdim; Hrant abi’ye bir söz verdim.
Bugünden
sonra yürüdüğüm her yol attığım her adım ve aldığım her soluk bu söze sadık
kalarak yaşamak çabası olacaktı.
Artarak
devam eden ve büyük bir nefret söylemine erişen anti-Ermeni linç
kampanyalarından sonra derslik’lerde, sokaklarda, ilk siyasi “kavgamı” vermeye
ve adalet mücadelesinin sesi olmak için irade göstermeye onun sayesinde
başlamıştım. Ermeni soykırımının 1915 ile sınırlı kalmadığını ve soykırımın o
günden bu güne sürüp gelen bir kan dökme töreni olduğunu acı da olsa
anlamıştım.
Steril, resmi tarih bilgileri dışında, ortada
büyük bir trajedinin olduğuna ihtimal vermeyenler, Hrant Dink’in, Sevag Şahin
Balıkçı’nın, Maritsa Küçük‘ün, yani soykırımdan canını zor kurtarmış ‘bir avuç
Ermeni’nin de mahallelerde, kışlalarda, sokak ortalarında katledilmeleriyle
tarihi düzünden okumaya ayaklanmaya ve sokaklarda milyonlar olup, “Hepimiz
Ermeni’yiz” demeye başlamıştı.
Hrant’ın
öldürülüşüyle büyük bir ruhsal çöküntü yaşayan Ermeniler, halkların Hrant için
kurduğu dostluk elini görünce biraz olsun ferahlamıştı. Devletin tescilli bir
ölüm makinası olduğu biliniyordu bilinmesine ancak halklar düşman olamazdı.
Devletin hukuku Hrant’ın tasarlanarak öldürülüşü karşısında örgütlü suç
bulamamış onun ölümünü birkaç tetikçisine yıkarak aradan sıyrılmayı denemişti.
Bununla kalmayıp onu ölüme götüren süreçte herşeyden haberdar olan
bürokratlarını da valilik ve bakanlık makamlarına terfi ettirmişti.
Tüm
bunlar 24 Nisan‘ın, 1915 ile sınırlı kalan değil günümüze kadar uzanan bir
soykırım politikası olduğunu tescilliyordu. Devlet organları hep bir ağızdan
“son Ermeni kalana kadar” diye sözleşmiş gibiydi. Sevag Şahin Balıkçı‘yı
askerde olduğu esnada bir 24 Nisan günü katlettiler. Onu vuranlar hesap
vermedi.
Şimdi
Sevag’ın mezar taşına baktıkça kanayan bir yara daha da kanıyor, çünkü Sevag’ın
mezar taşında ölüm tarihi 24 Nisan yazıyor.
İşte
tüm bu Ermeni cinayetleri “benim dedelerim soykırım yapmaz” denilen dönemlerde
gerçekleşiyordu ve bu ‘dönemler’ bitmiyordu.
Yakın
tarihte meydana gelen cinayetlerin failleri gerekli cezaları almış, adalet
yerini bulmuş gibi bir de başbakanlığın, soykırımın bir asrı doldurmasına bir
kala 1915 için yayınladığı “taziye mesajıyla” yetinmemiz salık veriliyordu.
Uluslararası kamuoyunda Ermeni soykırımı nedeniyle imaj zedelenmesi yaşanmasın
diye devlet soykırımı daha da meşrulaştıran bir dille bir açıklama
yayınlamıştı.
Bu
esnada Suriye’nin Ermeni kasabası Kessab’ın hükümet destekli çetelerce talandan
ve kıyımdan geçirilişinden bihaber olan güruhlar bu açıklamayı önemsediğini
belirten yorumlarda bulundular, ancak diasporada yaşayan Ermeniler aynı fikirde
değildi çünkü hak verdiğim bir yorumla bu açıklama “soykırımın ambalajlanmış
yeni versiyonu”ydu.
1915’ten
sonra soykırımdan canını zor kurtaranlar, Suriye Deyr-Zor çöllerine kendilerini
zor atanlar, henüz 1915’in yaralarını saramamışken Suriye’deki savaş şirin bir
Ermeni kasabası olan Kessab’a da sıçramış Türkiye destekli cihatçı çeteler, bu
Ermeni kasabasında yaşayanları öldürüp, sürgün edip, ibadethanelerini ve
mülklerini talan etmişlerdi.
Bir
kısım Ermeni Lazkiye’ye kaçarken bir kısmı ise kendisini Hatay Vakıflı’ya
atmıştı. Kessab sürgününün ardından toplumsal bellek aslında 1915’ten beri
sorulan o ortak soruyu sordu:
“Bizler
kaç kez daha ev yapıp, anahtarını bırakıp gitmek zorunda kalacağız ya da kaç
ağaç daha dikip meyvesinden yiyemeden yollara döküleceğiz”
Tarihi
Düzünden Okumaya Ayaklan!
Bütün
bu olanlardan sonra inkarın bittiği müjdesini verebilir miydik?
Yoksa
100 yıldır değişen yönetim biçimine ve iktidarlara rağmen “tek”lemeye devam
eden zihniyetin Anadolu’dan, Suriye’ye Türk/Sünni islam kimliğine uymayan kadim
halkları, mezhepleri kafa kesen IŞİD, El Nusra gibi faşist cihatçı örgütler
eliyle tasfiye etmeye çalıştığını teşhir etmeye devam etmek zorunda mıydık?
Evet belki bunu yapmaktan çok yorulduk ama
bıkmadık. Kuyruklu yalanlarla inkar edilen kanlı tarihi gün yüzüne çıkarırken
bugün de hangi misyonla Ortadoğu hamiliğine soyunulduğunu anlatmaya devam
edeceğiz.
Yanyana
dizili, istedikleri gibi yazdıkları resmi tarih kitaplarını değil, ciltler
arasında “buçuk” rakam dahi etmeyen yüzyıllık boşlukları anlatacağız.
Tüm hücrelerimizle bir asıra yaklaşan inkar politikasına karşı direniyor ve tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı artık diyoruz!
Tarihi
düzünden okumaya ayaklanmalı ki; nar tanelerinin nereye dağıldıkları
görülebilsin.
Tarihi
düzünden okumaya ayaklanmalı ki; milyonların sessiz çığlığı duyulabilsin.
Tarihi
düzünden okumaya ayaklanmalı ki; bugün bir Ermeni’nin kendi yurdunda neden bir
güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda kaldığı kavranabilsin.
Tarihi
düzünden okumaya ayaklanmalı ki; Ortadoğu’da yaşayan son Ermeni yerleşim yerlerinin,
neden Türkiye devleti destekli cihatçı örgütler eliyle insansızlaştırılmaya
çalışıldığı anlaşılabilsin.
Tarihi
düzünden okumaya ayaklanmalı ki; bir halkın 100 yıllık yalnızlığına ses olan
Gasparyan’ın duduğunun sızısı dinsin.
Tarihi
düzünden,
okumaya,
ayaklan,
ayaklan,
ayaklan!
http://fraksiyon.org/1915-tarihi-duzunden-okumaya-ayaklan/
No comments:
Post a Comment