Thursday 23 April 2015

“Bizler kaç kez daha ev yapıp, anahtarını bırakıp gitmek zorunda kalacağız ya da kaç ağaç daha dikip meyvesinden yiyemeden yollara döküleceğiz”

Caner Bingöl
 
 
1915; Tarihi Düzünden Okumaya Ayaklan!
 
“İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.*

Ağrı/Ararat dağının zirvesinden Ermenistan’ı seyreylerken, Djivan Gasparyan’ın duduğunun dingin sesinin beynimin kılcal damarlarına kadar girip vücudumu sardığını hissediyor ve hiç tanışamadığım çocukluk arkadaşlarım Agop’la, Levon’u özlüyorum.

Tüm bu başımıza gelenlerin bir saklambaç oyunu olduğuna, yüze kadar sayıp gözlerimi açtığım zaman onları bir yerlerde bulabileceğime inanmak istiyorum ama olmuyor… çünkü içimde yerini hiç bir şeyle dolduramadığım bir asırlık, lanetli, kocaman bir boşluk var.

Dokunuşları takip ediyorum, geriye kalanın yalnızca kırıntılar olduğunu bilerek.

O lanetli boşluğun büyüklüğü yüzünden hissettiğim sızının derinliği büyük.

Çünkü biliyorum, Cumhuriyetin zenginleşme hikayelerinin satır aralarında kırımdan geçirilenlerin, ölesiye sürgün edilenlerin toprağa gömdüğü düşleri var.

Çünkü biliyorum kanayan bir yara, açıldığı yerden kapanır ancak.

Biliyorum en büyük fırtına, en derin sessizlikten sonra kopandır.

Denilir ki hakikat denilen şey üstünü örtüp ona sırtını döndüğün ve her şeyi geride bıraktığını düşündüğün bir anda karşında belirendir.

Devletin steril tarih inşasına, yüzyıllık inkara ve gündelik yaşamda her gün yeniden üretilen nefret törenlerine rağmen, hakikat sonunda gelivermiştir işte yüzyıllık yalnızlığın hesabını sormaya; Nicelik olarak ‘çoğunluk’ olamasalar da bu yalnızlığı kendisine dert edinen insanların yoldaşlığıyla.

Hem dil sussa da, hakikat bir daha asla sükuta bürünmeyecektir.

Ölülerin çığlığı kapanan kulakları delip geçerek devletin iliklerine kadar işiteceği o büyük sese erişmiştir artık ve bu ses duyulmak istenmese de dalga dalga yayılarak her tarafı sarmıştır.  İnkar politikası çürümüş, çürümüş, çürümüştür.

Yaşıyor olmaları sebebiyle “şanslı” sayılanların, yani Halep’e, Beyrut’a, Amerika’ya ve dünyanın dört bir tarafına dağılan nar tanelerinin sesi sınırları aşmıştır.

Soykırımdan canını zor kurtaran ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalan binlerce aileden biri olan Saroyan ailesinin çocuğu William Saroyan’ın Fresno’dan çıkan sesi Bitlis’te yankılanmaktadır mesela;

“Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiç bir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?”

Ahparige Sözümüz Var

Daha evvelinden tanış olamadığım bir gazeteci olan Hrant Dink’in, sahip olduğu Ermeni kimliğinden dolayı devlet tarafından planlı bir şekilde öldürülüşü, sonrasında oynanan büyük tiyatro ve yaşanan hukuksal süreç, o dönem üniversite sınavlarına hazırlanmakla meşgul olan, henüz net bir siyasi kimliği dahi oluşmamış 17’sinde bir genç olarak benim beynimde büyük depremler yaratmıştı. Bıçak gibi keskin, zift gibi karanlık o 19 Ocak günü ben gökyüzüne baktım ve bir söz verdim; Hrant abi’ye bir söz verdim.

Bugünden sonra yürüdüğüm her yol attığım her adım ve aldığım her soluk bu söze sadık kalarak yaşamak çabası olacaktı.

Artarak devam eden ve büyük bir nefret söylemine erişen anti-Ermeni linç kampanyalarından sonra derslik’lerde, sokaklarda, ilk siyasi “kavgamı” vermeye ve adalet mücadelesinin sesi olmak için irade göstermeye onun sayesinde başlamıştım. Ermeni soykırımının 1915 ile sınırlı kalmadığını ve soykırımın o günden bu güne sürüp gelen bir kan dökme töreni olduğunu acı da olsa anlamıştım.

 Steril, resmi tarih bilgileri dışında, ortada büyük bir trajedinin olduğuna ihtimal vermeyenler, Hrant Dink’in, Sevag Şahin Balıkçı’nın, Maritsa Küçük‘ün, yani soykırımdan canını zor kurtarmış ‘bir avuç Ermeni’nin de mahallelerde, kışlalarda, sokak ortalarında katledilmeleriyle tarihi düzünden okumaya ayaklanmaya ve sokaklarda milyonlar olup, “Hepimiz Ermeni’yiz” demeye başlamıştı.

Hrant’ın öldürülüşüyle büyük bir ruhsal çöküntü yaşayan Ermeniler, halkların Hrant için kurduğu dostluk elini görünce biraz olsun ferahlamıştı. Devletin tescilli bir ölüm makinası olduğu biliniyordu bilinmesine ancak halklar düşman olamazdı. Devletin hukuku Hrant’ın tasarlanarak öldürülüşü karşısında örgütlü suç bulamamış onun ölümünü birkaç tetikçisine yıkarak aradan sıyrılmayı denemişti. Bununla kalmayıp onu ölüme götüren süreçte herşeyden haberdar olan bürokratlarını da valilik ve bakanlık makamlarına terfi ettirmişti.

Tüm bunlar 24 Nisan‘ın, 1915 ile sınırlı kalan değil günümüze kadar uzanan bir soykırım politikası olduğunu tescilliyordu. Devlet organları hep bir ağızdan “son Ermeni kalana kadar” diye sözleşmiş gibiydi. Sevag Şahin Balıkçı‘yı askerde olduğu esnada bir 24 Nisan günü katlettiler. Onu vuranlar hesap vermedi.

Şimdi Sevag’ın mezar taşına baktıkça kanayan bir yara daha da kanıyor, çünkü Sevag’ın mezar taşında ölüm tarihi 24 Nisan yazıyor.

İşte tüm bu Ermeni cinayetleri “benim dedelerim soykırım yapmaz” denilen dönemlerde gerçekleşiyordu ve bu ‘dönemler’ bitmiyordu.

Yakın tarihte meydana gelen cinayetlerin failleri gerekli cezaları almış, adalet yerini bulmuş gibi bir de başbakanlığın, soykırımın bir asrı doldurmasına bir kala 1915 için yayınladığı “taziye mesajıyla” yetinmemiz salık veriliyordu. Uluslararası kamuoyunda Ermeni soykırımı nedeniyle imaj zedelenmesi yaşanmasın diye devlet soykırımı daha da meşrulaştıran bir dille bir açıklama yayınlamıştı.

Bu esnada Suriye’nin Ermeni kasabası Kessab’ın hükümet destekli çetelerce talandan ve kıyımdan geçirilişinden bihaber olan güruhlar bu açıklamayı önemsediğini belirten yorumlarda bulundular, ancak diasporada yaşayan Ermeniler aynı fikirde değildi çünkü hak verdiğim bir yorumla bu açıklama “soykırımın ambalajlanmış yeni versiyonu”ydu.

1915’ten sonra soykırımdan canını zor kurtaranlar, Suriye Deyr-Zor çöllerine kendilerini zor atanlar, henüz 1915’in yaralarını saramamışken Suriye’deki savaş şirin bir Ermeni kasabası olan Kessab’a da sıçramış Türkiye destekli cihatçı çeteler, bu Ermeni kasabasında yaşayanları öldürüp, sürgün edip, ibadethanelerini ve mülklerini talan etmişlerdi.

Bir kısım Ermeni Lazkiye’ye kaçarken bir kısmı ise kendisini Hatay Vakıflı’ya atmıştı. Kessab sürgününün ardından toplumsal bellek aslında 1915’ten beri sorulan o ortak soruyu sordu:

“Bizler kaç kez daha ev yapıp, anahtarını bırakıp gitmek zorunda kalacağız ya da kaç ağaç daha dikip meyvesinden yiyemeden yollara döküleceğiz”

Tarihi Düzünden Okumaya Ayaklan!

Bütün bu olanlardan sonra inkarın bittiği müjdesini verebilir miydik?

Yoksa 100 yıldır değişen yönetim biçimine ve iktidarlara rağmen “tek”lemeye devam eden zihniyetin Anadolu’dan, Suriye’ye Türk/Sünni islam kimliğine uymayan kadim halkları, mezhepleri kafa kesen IŞİD, El Nusra gibi faşist cihatçı örgütler eliyle tasfiye etmeye çalıştığını teşhir etmeye devam etmek zorunda mıydık?

Evet belki bunu yapmaktan çok yorulduk ama bıkmadık. Kuyruklu yalanlarla inkar edilen kanlı tarihi gün yüzüne çıkarırken bugün de hangi misyonla Ortadoğu hamiliğine soyunulduğunu anlatmaya devam edeceğiz.

Yanyana dizili, istedikleri gibi yazdıkları resmi tarih kitaplarını değil, ciltler arasında “buçuk” rakam dahi etmeyen yüzyıllık boşlukları anlatacağız.

Tüm hücrelerimizle bir asıra yaklaşan inkar politikasına karşı direniyor ve tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı artık diyoruz!

Tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı ki; nar tanelerinin nereye dağıldıkları görülebilsin.

Tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı ki; milyonların sessiz çığlığı duyulabilsin.

Tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı ki; bugün bir Ermeni’nin kendi yurdunda neden bir güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda kaldığı kavranabilsin.

Tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı ki; Ortadoğu’da yaşayan son Ermeni yerleşim yerlerinin, neden Türkiye devleti destekli cihatçı örgütler eliyle insansızlaştırılmaya çalışıldığı anlaşılabilsin.

Tarihi düzünden okumaya ayaklanmalı ki; bir halkın 100 yıllık yalnızlığına ses olan Gasparyan’ın duduğunun sızısı dinsin.

Tarihi
düzünden,
okumaya,
ayaklan,
ayaklan,
ayaklan!

*Milan Kundera


http://fraksiyon.org/1915-tarihi-duzunden-okumaya-ayaklan/

No comments:

Post a Comment