Friday 3 April 2015

Dedemin İnsanları: "Noktayı koymak ne kadar zor olsa da; tamamlanmış cümleler, eksik kalmışlara göre daha az acı verir." Çağan Irmak



Çemberimde Gül Oya dizisi yayınlandığı dönemde farklı bir dalgalanma yarattı. Ancak son dönemlerde bu dalgalanmanın etkisinin azaldığını ve yeniden içi boşaltılmış dizilerin yayında olduğunu görüyoruz. Bu dalgalanmayı yeniden yaratmak adına yeni bir proje sunmayı düşünüyor musunuz?

80’ler öncesine ait söylemek istediklerim vardı ve bunlar benim çocukken gördüğüm, çocuk gözlerimin anlattığı hikayeydi. Şimdiyse farklı yerlere yelken açıyoruz, örneğin Dedemin İnsanları diye bir film var senaryosunu yazdığım, benim dedemin gerçek hikayesi. Yaşınız ilerledikçe Türkiye üzerinde takıldığınız, kafanızı taktığınız anlamlar, ifadeler değişiyor. Örneğin, bu filmi neden şimdi yapıyorum, dedemin hikayesini? Benim dedem Girit göçmeni bir Türk’tü, dünyanın en güzel adamlarından biriydi, kültürüyle, birikimiyle, yaşadıklarıyla… Fakat şimdi ülkemiz bize bir saf tutmamızı, bir yere ait olmamızı söylüyor. Oysa Türkiye azınlıklarıyla var olan bir ülke. Türkiye bir göçmen ülkesi. Burada Ortodoks’undan tutun, Hıristiyan’ından tutun, Yahudi’sinden Alevi’sine kadar bir sürü insan var. Bu kabullenmemek, bu Türk olmak çabası ya da bu saf tutmak yani bir yere ait olmak, ille de Türk olmak, çoğunluğa ait olmak… son günlerde beni en çok rahatsız eden şey bu. Bu yüzden de son bir yıldır Dedemin İnsanları’nın senaryosuyla uğraşıyorum. Şimdi de sırada bu var. O dönemlere ait söylenmesi gereken daha bir sürü şey vardır ama bunu başka insanlar yapsın isterim. Çünkü ben siyasal bir dizi ya da siyasal bir film yaptım demiyorum; siyasal çağrışımları olan bir şey yaptım, çünkü siyasal bir film yapmak çok zor. Farkında olmadan ciddi bir yanlışa, savunmadığınız şeyleri savunur hale gelebilirsiniz. Bunlar çok daha ciddi araştırma ve çalışma gerektiriyor. Ama Çemberimde Gül Oya bir şeylerin önünü açtıysa çok mutlu olurum.

Bir düşünsenize, altı ayda bir seyircinin algısı değişiyor, resmen yılda bir, bir şeyler kaybediyoruz bu dokudan. Çemberimde Gül Oya şimdi yayınlansa inanın kaldırılırdı, tutmazdı, insanlar ilgilenmezdi, seyretmezdi. Bu kadar büyük bir erozyon beni korkutuyor açıkçası. O yüzden de bundan sonra yapılacak dizilere büyük şans diliyorum ama sanmıyorum. Karamsar bir tablo çiziyorum ama seyirci çok şey kaybetti. Seyircinin algıları köreldi artık. O yüzden Çemberimde Gül Oya gibi bir iş hala var olabilir mi bilemiyorum, keşke var olsa.

Seyircinin algısının değişimi var kayboluşundan bahsettik, peki ana konusunu ikili ilişkiler üzerinden alan bir yapımda yan konular üzerinden bir toplumsal dert anlatmak mümkün olabilir mi?

Olabilir. Bunun kısacası, acı bir ilacı portakal suyunun içinde eritmek gibi bir şeydir bu. Bazen mecbursunuz böyle şeyler yapmaya çünkü televizyon altı üstü. İnsanların takip etmesi gereken bir hikaye verin, onlara yan hikayeler ekleyin. Çemberimde Gül Oya’da da bir aşk hikayesi vardı, fakat bu dizide bizim en çok hoşumuza giden şey, biz otuz yaş üzeri seyirci seyredecek derken genç bir kitle bu diziyi kucakladı çünkü Türkiye’de böyle şeyler yaşandı. O kadar kısa bir geçmesine olmasına rağmen hiçbiri böyle bir şeyin yaşandığının farkında bile değilmiş. Mesela geçenlerde televizyonda bir bilgi yarışmasında bir soru soruldu, Kenan Evren’le ünlenmiş tatil beldemiz hangisidir diye, bu televizyonda sorulmuş bir soru, ne kadar aptalca bir şey yaptığının farkında mı bilmiyorum. Biz tuhaf paradokslar da yaşadık, Marmaris’te, Babam ve Oğlum’dan gözyaşları içinde çıkan bir kadın yolda Kenan Evren’i görüyor ve “Paşam, sağlığınız nasıl oldu” diye soruyor. Gerçekten de kadın neye ağladığını bilmiyor, zaten ağlama sebebi karşısında duruyor, bu çok tuhaf değil mi? Herkesin kafası öyle karışık ki… Bu yüzden de seyircinin algısı kayboldu.

 
Peki, eski Türk filmlerinin, özellikle Kemal Sunal, Adile Naşit ve Münir Özkul’un filmlerinin bu kadar çok izlenmesinin ve aynı zamanda bu kadar politik bir altyapıya sahip olmalarının nedeni ne olabilir sizce?
Çünkü onlar o kuşağın insanları, ister istemez politikler. Mesela Zeki Öktem’in Kemal Sunal’la yaptığı, zamanına ait, çok güzel mizahi eserler var. Aslında en kötüsü de ne biliyor musunuz, mizah politik olma değerini yitirdi ki bu da çok kötü. Bu ülkede üç tane muhalif olabilecek mizahi yayın organı tanıyorum, Penguen, Leman ve Uykusuz kaldılar sadece. Demek istediğim, o toplumsal hiciv de artık yok.
Peki ,seyircinin algısının kaybolmasının temelinde bir kafa karışıklığı mı var yoksa bu yapılan işlerin bir yönlendirici etkisinin olmamasından mı kaynaklı?
Doğru bir soru. Ben aslında sinemada manipüle etmeye çok inanmıyorum. Manipüle etme, bir yere yönlendirme durumu benim için geçerli değil, aslında hiçbir sanatçı için geçerli olmamalı. Çünkü o zaman sanat slogan atan bir şeye dönüşüyor. Sanat bence slogan atmamalı, bir durumu ortaya koymalı ve bu durum da insanları tartışmaya çağırmalı.
Çemberimde Gül Oya’dan sonraki dönemde, öğrencilerin farkındalıklarının yeniden ortaya çıkışını ve işçi ve öğrenci ayaklanmalarını gördük. Son dönemlerde ise dizilerle birlikte gelen yeni bir uyuşma süreci başladı, bu dizilerin ortaya çıkmasının temelinde bir korkunun varlığından söz edebilir miyiz?
Yıllardır gençlerde istenen bir prototip vardı ve bu prototip yakalandı. Şu anda onlara izletilen diziler ve filmler tamamen onlara sunulan hayatın çatışması. Bir taraftan da hazırda bulunan kitlenin üzerinden devam etmek yapımcıların elbette kolayına gidiyor. Bunu çözebilmek için yine birilerinin çıkıp bir şeyler yapması gerekiyor, yeniden inandırması gerekiyor. Aslında, popüler olan şeylerden hep korkulur. Ben, popüler olan şeyin, eğer iyi yapılmışsa ve doğruysa, popüler olmasından o kadar da korkmuyorum, çünkü bu bir-iki ay sonra, her şey bittikten ve insanların algıları oturduktan sonra gerçekten okunması gerektiği gibi okunabilir. Örneğin, Issız Adam’ı yaptık, sadece iki kişilik bir aşk hikayesiydi, günümüzdeki çağdaş yalnızlığın bir anlatımıydı. Bana göre, çok da kişisel bir filmdi. Fakat film öyle bir noktaya getirildi ki ben bile nefret ettim. Film hakkında herkes konuşmaya ve herkes yazmaya başladı ve filmin algısı başka bir yere çekildi. Böyle bir noktaya getirileceğini hiç tahmin etmemiştik. Ama şimdi, üstünden üç-dört yıl geçti ve belki şimdi doğru okunacak. Şimdi filmi izlediğiniz zaman çağdaş hayatın insanları nasıl yalnızlaştırdığına dair küçük bir hikaye olduğunu fark edeceksiniz. O yüzden popülerlik hem çok tehlikeli hem de bir taraftan popüler olarak birçok insana ulaşabiliyorsanız eğer, bir sorun yok. Şimdi de bir film çekeceğiz örneğin, büyük prodüksiyonlu bir film, Dedemin İnsanları, bu filmde de bazı isimleri oynatıyorum, bazı ünlü tiyatrocuları ve oyunculuk eğitimi almış ünlü isimleri de koyuyorum. Yiğit Özşener örneğin, Yiğit Özşener’i görmek için sinemaya giden yirmi yaşındaki bir genç kız, sonuçta benim filmimi seyredecek ve o filmin ne anlattığını ucundan kıyısından yakalayacak, benim için önemli olan bu. Popüler olmazsak eğer kendi kitlemize ulaşırız ama kendi kitlemiz bunu zaten biliyor. Ben sokaktaki o çocuğa ulaşmanın peşindeyim. O yüzden bir taraftan da dövülen bir yönetmenim ve bunun farkındayım. Ben bir filmin popüler olmasından o kadar da rahatsız değilim açıkçası.
Şunu da sormak isterim, televizyon dizilerinde sıkça gördüğümüz, her ne kadar bir kısmı kaldırılmış olsa da halen devam eden, eşcinselliğin, kadın ve ırk ayrımcılığının bir komedi unsuru olarak kullanılması söz konusu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biraz önce de değindiğim gibi, azınlık olmakla ilgili Türkiye’nin çok ciddi bir derdi var. Her yerde azınlıkları bir tehdit olarak görüyorlar ve korkuyorlar. Azınlığın çoğunluğu tehdit ettiği nerede görülmüş ki? Yeni filmimde bir cümle var, “Bu kadar azsak hepimiz, neden çok olamıyoruz” Aslında çoğunluk kelimesi bir yalan bence. Çünkü çoğunluğa ait olup çoğunluğun kanatları altına girmekle sadece sıradan olabilirsiniz. Kendinize ait renklerden korkmak çok tuhaf bir durum ama o noktaya da getirdiler insanları. Mesela yeni filmde, ki yeni film aynı zamanda Seferihisar’ın da öyküsü ve o hikayelerin hepsi yaşanmış, bütün karakterler gerçek, sadece isimlerini değiştirdim, kimseyi incitmemek adına, orada, diliyle, kimliğiyle, cinsiyetiyle azınlıkların oluşturduğu bir filmi seyredeceksiniz. Ve benim on yaşındaki halimi, tam tersi, faşist, beyaz bir Türk ve bunların hiçbirini kabul etmeyen, dedeyle devamlı kavga eden ve çoğunluğa ait olmak isteyen bir oğlan çocuğunun hikayesi. Bu aslında biraz da günah çıkarma benim için. Mesela bizim evimizde her tarafta kitap vardı ama sokağa çıktığınızda top oynamak zorundasın her çocuk gibi. Hani faşizm büyümemiş, aptal bir çocuktur derler ya, filmde de böyle bir şey var.
 
 

Bir filmi ortaya koymak için ilk önce benim anlatılacak bir hikayem var demek gerekiyor değil mi?
Muhakkak, çünkü Türkiye’de sinema yapmak artık bir konsept işine dönüştü. Bir grup oturuyor ve bazı formüller çıkarılıyor. Bir senaryo yazılıyor, bir yönetmen seçiliyor, kodlamalar doğru oynanıyor ve bizim önümüze bir film çıkıyor. Biz film diye son birkaç yıldır başka şeyler seyrediyoruz. Sinema bir kişinin isteği ve iradesiyle yapılan bir şeydir. Söyleyecek bir sözünüz yoksa bir anlamı da yoktur. Biz bir film yapalım diye oturulmaz masaya, benim bir hikayem var diye oturulur, bu hikaye beni şuradan rahatsız eden bir hikaye ya da şu derdi anlatmak istediğim bir hikaye diye oturulur. Zaten mecbur kalmadıkça bir film yapmayın, bir şey söylemek istemiyorsanız film yapmayın, gerek yok. O yüzden son dönemlerde bir çok film yapılıyor ancak bir süre sonra esamisi okunmuyor.
 

 
 Previous: Altan Gördüm Röportajı – Çeşme Kısa Film Festivali
 

No comments:

Post a Comment