Çemberimde
Gül Oya dizisi yayınlandığı dönemde farklı bir dalgalanma yarattı. Ancak son
dönemlerde bu dalgalanmanın etkisinin azaldığını ve yeniden içi boşaltılmış
dizilerin yayında olduğunu görüyoruz. Bu dalgalanmayı yeniden yaratmak adına
yeni bir proje sunmayı düşünüyor musunuz?
80’ler
öncesine ait söylemek istediklerim vardı ve bunlar benim çocukken gördüğüm,
çocuk gözlerimin anlattığı hikayeydi. Şimdiyse farklı yerlere yelken açıyoruz,
örneğin Dedemin İnsanları diye bir film var senaryosunu yazdığım, benim dedemin
gerçek hikayesi. Yaşınız ilerledikçe Türkiye üzerinde takıldığınız, kafanızı
taktığınız anlamlar, ifadeler değişiyor. Örneğin, bu filmi neden şimdi
yapıyorum, dedemin hikayesini? Benim dedem Girit göçmeni bir Türk’tü, dünyanın
en güzel adamlarından biriydi, kültürüyle, birikimiyle, yaşadıklarıyla… Fakat
şimdi ülkemiz bize bir saf tutmamızı, bir yere ait olmamızı söylüyor. Oysa
Türkiye azınlıklarıyla var olan bir ülke. Türkiye bir göçmen ülkesi. Burada Ortodoks’undan
tutun, Hıristiyan’ından tutun, Yahudi’sinden Alevi’sine kadar bir sürü insan
var. Bu kabullenmemek, bu Türk olmak çabası ya da bu saf tutmak yani bir yere
ait olmak, ille de Türk olmak, çoğunluğa ait olmak… son günlerde beni en çok
rahatsız eden şey bu. Bu yüzden de son bir yıldır Dedemin İnsanları’nın
senaryosuyla uğraşıyorum. Şimdi de sırada bu var. O dönemlere ait söylenmesi
gereken daha bir sürü şey vardır ama bunu başka insanlar yapsın isterim. Çünkü
ben siyasal bir dizi ya da siyasal bir film yaptım demiyorum; siyasal
çağrışımları olan bir şey yaptım, çünkü siyasal bir film yapmak çok zor.
Farkında olmadan ciddi bir yanlışa, savunmadığınız şeyleri savunur hale
gelebilirsiniz. Bunlar çok daha ciddi araştırma ve çalışma gerektiriyor. Ama
Çemberimde Gül Oya bir şeylerin önünü açtıysa çok mutlu olurum.
Bir düşünsenize, altı ayda bir seyircinin
algısı değişiyor, resmen yılda bir, bir şeyler kaybediyoruz bu dokudan.
Çemberimde Gül Oya şimdi yayınlansa inanın kaldırılırdı, tutmazdı, insanlar
ilgilenmezdi, seyretmezdi. Bu kadar büyük bir erozyon beni korkutuyor açıkçası.
O yüzden de bundan sonra yapılacak dizilere büyük şans diliyorum ama
sanmıyorum. Karamsar bir tablo çiziyorum ama seyirci çok şey kaybetti.
Seyircinin algıları köreldi artık. O yüzden Çemberimde Gül Oya gibi bir iş hala
var olabilir mi bilemiyorum, keşke var olsa.
Seyircinin
algısının değişimi var kayboluşundan bahsettik, peki ana konusunu ikili
ilişkiler üzerinden alan bir yapımda yan konular üzerinden bir toplumsal dert
anlatmak mümkün olabilir mi?
Olabilir.
Bunun kısacası, acı bir ilacı portakal suyunun içinde eritmek gibi bir şeydir
bu. Bazen mecbursunuz böyle şeyler yapmaya çünkü televizyon altı üstü.
İnsanların takip etmesi gereken bir hikaye verin, onlara yan hikayeler ekleyin.
Çemberimde Gül Oya’da da bir aşk hikayesi vardı, fakat bu dizide bizim en çok
hoşumuza giden şey, biz otuz yaş üzeri seyirci seyredecek derken genç bir kitle
bu diziyi kucakladı çünkü Türkiye’de böyle şeyler yaşandı. O kadar kısa bir
geçmesine olmasına rağmen hiçbiri böyle bir şeyin yaşandığının farkında bile
değilmiş. Mesela geçenlerde televizyonda bir bilgi yarışmasında bir soru
soruldu, Kenan Evren’le ünlenmiş tatil beldemiz hangisidir diye, bu
televizyonda sorulmuş bir soru, ne kadar aptalca bir şey yaptığının farkında mı
bilmiyorum. Biz tuhaf paradokslar da yaşadık, Marmaris’te, Babam ve Oğlum’dan
gözyaşları içinde çıkan bir kadın yolda Kenan Evren’i görüyor ve “Paşam,
sağlığınız nasıl oldu” diye soruyor. Gerçekten de kadın neye ağladığını
bilmiyor, zaten ağlama sebebi karşısında duruyor, bu çok tuhaf değil mi?
Herkesin kafası öyle karışık ki… Bu yüzden de seyircinin algısı kayboldu.
Peki,
eski Türk filmlerinin, özellikle Kemal Sunal, Adile Naşit ve Münir Özkul’un
filmlerinin bu kadar çok izlenmesinin ve aynı zamanda bu kadar politik bir
altyapıya sahip olmalarının nedeni ne olabilir sizce?
Çünkü
onlar o kuşağın insanları, ister istemez politikler. Mesela Zeki Öktem’in Kemal
Sunal’la yaptığı, zamanına ait, çok güzel mizahi eserler var. Aslında en kötüsü
de ne biliyor musunuz, mizah politik olma değerini yitirdi ki bu da çok kötü.
Bu ülkede üç tane muhalif olabilecek mizahi yayın organı tanıyorum, Penguen,
Leman ve Uykusuz kaldılar sadece. Demek istediğim, o toplumsal hiciv de artık
yok.
Peki
,seyircinin algısının kaybolmasının temelinde bir kafa karışıklığı mı var yoksa
bu yapılan işlerin bir yönlendirici etkisinin olmamasından mı kaynaklı?
Doğru
bir soru. Ben aslında sinemada manipüle etmeye çok inanmıyorum. Manipüle etme,
bir yere yönlendirme durumu benim için geçerli değil, aslında hiçbir sanatçı
için geçerli olmamalı. Çünkü o zaman sanat slogan atan bir şeye dönüşüyor.
Sanat bence slogan atmamalı, bir durumu ortaya koymalı ve bu durum da insanları
tartışmaya çağırmalı.
Çemberimde
Gül Oya’dan sonraki dönemde, öğrencilerin farkındalıklarının yeniden ortaya
çıkışını ve işçi ve öğrenci ayaklanmalarını gördük. Son dönemlerde ise
dizilerle birlikte gelen yeni bir uyuşma süreci başladı, bu dizilerin ortaya
çıkmasının temelinde bir korkunun varlığından söz edebilir miyiz?
Yıllardır
gençlerde istenen bir prototip vardı ve bu prototip yakalandı. Şu anda onlara
izletilen diziler ve filmler tamamen onlara sunulan hayatın çatışması. Bir
taraftan da hazırda bulunan kitlenin üzerinden devam etmek yapımcıların elbette
kolayına gidiyor. Bunu çözebilmek için yine birilerinin çıkıp bir şeyler
yapması gerekiyor, yeniden inandırması gerekiyor. Aslında, popüler olan
şeylerden hep korkulur. Ben, popüler olan şeyin, eğer iyi yapılmışsa ve
doğruysa, popüler olmasından o kadar da korkmuyorum, çünkü bu bir-iki ay sonra,
her şey bittikten ve insanların algıları oturduktan sonra gerçekten okunması
gerektiği gibi okunabilir. Örneğin, Issız Adam’ı yaptık, sadece iki kişilik bir
aşk hikayesiydi, günümüzdeki çağdaş yalnızlığın bir anlatımıydı. Bana göre, çok
da kişisel bir filmdi. Fakat film öyle bir noktaya getirildi ki ben bile nefret
ettim. Film hakkında herkes konuşmaya ve herkes yazmaya başladı ve filmin
algısı başka bir yere çekildi. Böyle bir noktaya getirileceğini hiç tahmin
etmemiştik. Ama şimdi, üstünden üç-dört yıl geçti ve belki şimdi doğru
okunacak. Şimdi filmi izlediğiniz zaman çağdaş hayatın insanları nasıl
yalnızlaştırdığına dair küçük bir hikaye olduğunu fark edeceksiniz. O yüzden
popülerlik hem çok tehlikeli hem de bir taraftan popüler olarak birçok insana
ulaşabiliyorsanız eğer, bir sorun yok. Şimdi de bir film çekeceğiz örneğin,
büyük prodüksiyonlu bir film, Dedemin İnsanları, bu filmde de bazı isimleri
oynatıyorum, bazı ünlü tiyatrocuları ve oyunculuk eğitimi almış ünlü isimleri
de koyuyorum. Yiğit Özşener örneğin, Yiğit Özşener’i görmek için sinemaya giden
yirmi yaşındaki bir genç kız, sonuçta benim filmimi seyredecek ve o filmin ne
anlattığını ucundan kıyısından yakalayacak, benim için önemli olan bu. Popüler
olmazsak eğer kendi kitlemize ulaşırız ama kendi kitlemiz bunu zaten biliyor.
Ben sokaktaki o çocuğa ulaşmanın peşindeyim. O yüzden bir taraftan da dövülen
bir yönetmenim ve bunun farkındayım. Ben bir filmin popüler olmasından o kadar
da rahatsız değilim açıkçası.
Şunu
da sormak isterim, televizyon dizilerinde sıkça gördüğümüz, her ne kadar bir
kısmı kaldırılmış olsa da halen devam eden, eşcinselliğin, kadın ve ırk
ayrımcılığının bir komedi unsuru olarak kullanılması söz konusu. Bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Biraz
önce de değindiğim gibi, azınlık olmakla ilgili Türkiye’nin çok ciddi bir derdi
var. Her yerde azınlıkları bir tehdit olarak görüyorlar ve korkuyorlar.
Azınlığın çoğunluğu tehdit ettiği nerede görülmüş ki? Yeni filmimde bir cümle
var, “Bu kadar azsak hepimiz, neden çok olamıyoruz” Aslında çoğunluk kelimesi
bir yalan bence. Çünkü çoğunluğa ait olup çoğunluğun kanatları altına girmekle
sadece sıradan olabilirsiniz. Kendinize ait renklerden korkmak çok tuhaf bir
durum ama o noktaya da getirdiler insanları. Mesela yeni filmde, ki yeni film
aynı zamanda Seferihisar’ın da öyküsü ve o hikayelerin hepsi yaşanmış, bütün
karakterler gerçek, sadece isimlerini değiştirdim, kimseyi incitmemek adına,
orada, diliyle, kimliğiyle, cinsiyetiyle azınlıkların oluşturduğu bir filmi
seyredeceksiniz. Ve benim on yaşındaki halimi, tam tersi, faşist, beyaz bir
Türk ve bunların hiçbirini kabul etmeyen, dedeyle devamlı kavga eden ve
çoğunluğa ait olmak isteyen bir oğlan çocuğunun hikayesi. Bu aslında biraz da
günah çıkarma benim için. Mesela bizim evimizde her tarafta kitap vardı ama
sokağa çıktığınızda top oynamak zorundasın her çocuk gibi. Hani faşizm
büyümemiş, aptal bir çocuktur derler ya, filmde de böyle bir şey var.
Bir
filmi ortaya koymak için ilk önce benim anlatılacak bir hikayem var demek gerekiyor
değil mi?
Muhakkak,
çünkü Türkiye’de sinema yapmak artık bir konsept işine dönüştü. Bir grup
oturuyor ve bazı formüller çıkarılıyor. Bir senaryo yazılıyor, bir yönetmen
seçiliyor, kodlamalar doğru oynanıyor ve bizim önümüze bir film çıkıyor. Biz film
diye son birkaç yıldır başka şeyler seyrediyoruz. Sinema bir kişinin isteği ve
iradesiyle yapılan bir şeydir. Söyleyecek bir sözünüz yoksa bir anlamı da
yoktur. Biz bir film yapalım diye oturulmaz masaya, benim bir hikayem var diye
oturulur, bu hikaye beni şuradan rahatsız eden bir hikaye ya da şu derdi
anlatmak istediğim bir hikaye diye oturulur. Zaten mecbur kalmadıkça bir film
yapmayın, bir şey söylemek istemiyorsanız film yapmayın, gerek yok. O yüzden
son dönemlerde bir çok film yapılıyor ancak bir süre sonra esamisi okunmuyor.
No comments:
Post a Comment