1940'da
Uruguay'da doğan Eduardo Galeano, büyük, kalın kitaplar yazdı. Venezuella'lı
Hugo Chavez'in Mayıs'ta ona tarihi öğreteceğini umarak Obama'ya hediye ettiği
Latin Amerika'nın Kesik Damarları (1973) 300 sayfadan fazla. Sonra bir de Ateş
Anıları üçlemesi: Yaratılış, Yüzler, Maskeler ile Rüzgarın Yüzyılı toplamda
neredeyse 1,000 sayfa ediyor. Son zamanlarda Galeano daha kısa kitaplar yazdı
ve bir çeşit dünya ekolojisi çalıştı. Aynalar, son çalışması, hemen her şey ve
herkes hakkında -tuzdan haritaya ve paraya, Cleopatra'dan Alexander Hamilton ve
Che Guevara'ya- yüzden fazla kısa yazı içeriyor. Hiç de şaşırtıcı olmayarak,
Galeano'nun bu röportaja verdiği cevaplar az ve öz, şiirsel, mizahi ve bazen de
imalı. "Kelime enflasyonuyla savaşıyorum- ki bu Latin Amerika için paranın
enflasyonundan daha kötüdür," diyor: "Daha az kelimeyle daha çok şey
söylemeye çalışıyorum- çünkü az, çoktur.
Jonah
Raskin: Latin Amerika'yı kulağınıza fısıldayan bir kadın olarak tarif ettiniz.
O anneniz miydi?
Eduardo
Galeano: Hayır, duyduğum annemin sesi değildi, daha çok bir sevgilinin
fısıldayacağı sırlardı.
JR:
Hayatınız süresince neleri kaybettiniz?
EG:
Diyebilirim ki ben başarısızlıklarımın toplamıyım. Gençken futbol yıldızı olmak
isterdim; ama tahta bacaklarım vardı. Sonra aziz olmak istedim ama günahkar
eğilimlerim olduğunda onu da yapamadım. Ondan da sonra sanatçı olmayı denedim.
Sözcüklerle resim yapıyorum.
JR:
Romancı Sandra Cisneros'un kadın gibi yazdığınızı söylediğini ilk okuduğunuzda
cevabınız ne oldu?
EG:
Gülmedim ya da homurdanmadım. Bunu övgü olarak aldım.
JR:
Erkek gibi yazmak ya da Latin Amerikalı gibi yazmak diye bir şey var mı?
EG:
Önemli olan şey dürüst yazmak. Birbirimizi konuştuğumuz kelimelerle tanıyoruz.
Ve sana bir kelime söylediğimde kendimden bir parça da veriyorum.
JR:
Şimdi bir zeitgeist, yaşadığımız çağın ruhu var mı?
EG:
Dünya şu anda silah ateşinin ortasında kalmış kör bir insan gibi gidiyor.
JR:
Ben tarihi imparatorlukların yükseliş ve düşüş hikayeleri olarak görüyorum.
Önerdiğiniz başka bir görüş var mı?
EG:
Öyle ki tarihin en iyi hikayelerinden bazıları mutlu sonla bitmiyor. Tabi ki
tarihin kendisi asla bitmez. Her gün yeniden başlıyor ve aslında bize veda
ettiğini düşündüğümüz zaman o bize "sonra görüşürüz" diyor.
JR:
1968 benim nesilim için çok önemli bir yıldı. Sizin için de önemli yıllar var
mı, yoksa önemli yıllar kendimize anlattığımız güzel hikayeler mi?
EG:
Zaman onu ölçmeye çalışanlarla dalga geçer. Ama bana öyle geliyor ki, zaman
ayrıca rüzgarda kum tepeleri gibi yok almasınlar diye anıları tarihler koyarak
sabitlememizin önemini anlıyor.
JR:
Sanatçılar ve yazarlar bana "sihirli gerçekçiliğin" ( hem büyü gibi
fantastik unsurların yer aldığı hem de gidişatının oldukça gerçekçi olduğu
roman/hikaye türü) sadece edebi bir okul ya da tarz olmadığını, hayat biçimi
olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?
EG:
Bütün gerçeklikler sihirlidir- Kuzey'de ve Güney'de, Doğu'da ve Batı'da, ve tüm
gezegende. Gerçeklerin her zaman sürprizleri ve gizemleri vardır, biz onlara
karşı sağır ve kör olsak da. Belki yazmak onu tam anlamıyla yakalamaya yardımcı
olabilir.
JR:
Edward Said, Oryentalizm'in ve Kültür ve Emperyalizm'in yazarı ve edebi kritiği,
çağımızın -tarihteki her hangi bir çağdan çok daha fazla olarak- sürgünler,
göçmenler ve yeri değiştirilmiş insanlarla tanımladığına inandı. Siz bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
EG:
Dünyanın baskın kültürü bize "ötekinin" bir tehdit olduğunu ve kendi
insanlarımızın tehlikeli olduğunu öğretiyor. Dünyanın bir yarış pisti ya da
savaş alanı olduğu paradigmasını kabul ettiğimiz sürece hepimiz bir şekilde
sürgünde olacağız. İnanıyorum ki bizim topraklarımızdan çok uzaklarda, farklı
zamanlarda doğmuş olsalar da her tür insanla hemşeri olabiliriz.
JR:
Dünyanın bir merkezi var mı? Dış çeper neresi?
EG:
Kitaplarımı, özellikle de sonuncuyu, Aynalar'ı insanlara hiç bir yerin
diğerlerinden daha önemli olmadığını ve kimsenin diğer insanlardan daha önemli
olmadığını anlatmak için yazdım. Kolektif anılarımız, her geçen gün bugünün
gerçekliğini de yok eden dünyayı kontrol edenler tarafından yok ediliyor.
Baskın ülkeler "arkadaşlık" kelimesinin "liderlik" kelimesi
yerine kullanabileceğini öğrenmeliler.
JR:
Şu andan geriye Che'ye bakınca, tüm Che t-shirtlerine, filmlerine ve
biyografilerine bakınca, tüm Latin Amerika'nın onun için duyduğu hayranlık ve
saygının yanı sıra siz şimdi onu nasıl görüyorsunuz?
EG:
Che, Che olmaya devam ediyor. O inatçı bir adam, her gün yeniden doğuyor ve
ölmeyi reddediyor. Bunun sebebi onun çok sıradışı bir insan olmasıdır.
Yapacağını söylediği şeyi yaptı, düşündüğünü söyledi ve bu alışılmış değil.
Dünyamızda sözler ve eylemler çok nadir ittifak yapıyor, yaptıkları zaman da
birbirlerini tanımıyor ya da selamlamıyor.
JR:
Marksizim ne yollarla size kurgu yazarı olarak yardımcı oldu ya da sizi nasıl
engelledi?
EG:
Ben Katolik bir çocukluk ve Marksist bir ergenlik geçirdim. Ben hem Kapital'i
hem de İncil'i okuyan bir kaç kişiden biriyimdir. Beni antropoloji müzesine
koymalılar. Tabi ki ikisinin de etkileri hala hayatımda; ama bana sahip
değiller.
JR:
Bir çok modern yazar kurgusal yazmanın gerçekleri yazmaktan daha kolay olduğunu
söylüyor. Katılır mıydınız?
EG:
Emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim, gerçek tüm şairleri korkuyu,
güzelliği ve deliliğe yönlendiriyor.
JR:
Hiç "Bu çok gelişmiş bir kültür." dediğiniz oldu mu? Daha çok
gelişmiş ya da daha az kültürler var mı sizce?
EG:
Tüm kültürler tanınmayı hak ediyor. Tüm sesler duyulmayı hak ediyor. "Sesi
olmayanların sesi olmak istiyoruz." diyen Kurtuluş Teolojisi'ndeki
arkadaşlara katılmıyorum. Hayır, hayır ve hayır. Hepimizin sesi var. Kutlanmayı
ya da en azından dikkat edilmeyi, başkaları tarafından duyulmayı hak eden
söyleyeceklerimiz var hepimizin. Öyle görünüyor ki insanlığın çoğu susturulmuş,
konuşmaları yasaklanmış.
JR:
Son teknolojiler hakkında ne diyorsunuz?
EG:
Makinelerin suçu yok. Biz kendi makinelerimizin hizmetçisi olduk. Biz kendi
makinelerimizin makinesiyiz. Şüphesiz ki, yeni iletişim araçları karşımızda
değil de bizim hizmetimizde olursa çok yararlı olabilir. Arabalar bizi sürüyor.
Bilgisayarlar bizi programlıyor. Süpermarketler bizi satın alıyor.
JR:
Hayatınızın uzun bir döneminde gazeteciydiniz. Gazetelerin kurumlara
dönüşmesini nasıl görüyorsunuz?
EG:
Gazetecilik ben de derin izler bıraktı. Şimdi her ne kadar kendimi makale
yerine kitap yazmaya adamış olsam da ben gazeteciliğin çocuğuyum. Ayrıca itiraf
etmeliyim ki ben Gutenberg çağından geliyorum. Benim için bir kitap ya da
makaleyi ekrandan okuma imkansız. Dokunduğum ve bana dokunan kağıttan okumayı
tercih ediyorum.
JR:
Yaşlandıkça, gençliğinizde olduğundan daha çok biyolojinin insan hayatında rol
oynadığını fark ettiniz mi?
EG:
Einstein genç olmayı öğrenmenin yıllar sürdüğünü söyledi. İşte bu benim şu
sıralar uğraştığım şey.
*Çeviri:
Yasemin Göl
Kaynak:
Monthly Review Press
8 Kasım 2011 Salı
No comments:
Post a Comment