Monday 13 April 2015

Eduardo Galeano: “Gönlün haritasında sınır yoktur.”

 
1940'da Uruguay'da doğan Eduardo Galeano, büyük, kalın kitaplar yazdı. Venezuella'lı Hugo Chavez'in Mayıs'ta ona tarihi öğreteceğini umarak Obama'ya hediye ettiği Latin Amerika'nın Kesik Damarları (1973) 300 sayfadan fazla. Sonra bir de Ateş Anıları üçlemesi: Yaratılış, Yüzler, Maskeler ile Rüzgarın Yüzyılı toplamda neredeyse 1,000 sayfa ediyor. Son zamanlarda Galeano daha kısa kitaplar yazdı ve bir çeşit dünya ekolojisi çalıştı. Aynalar, son çalışması, hemen her şey ve herkes hakkında -tuzdan haritaya ve paraya, Cleopatra'dan Alexander Hamilton ve Che Guevara'ya- yüzden fazla kısa yazı içeriyor. Hiç de şaşırtıcı olmayarak, Galeano'nun bu röportaja verdiği cevaplar az ve öz, şiirsel, mizahi ve bazen de imalı. "Kelime enflasyonuyla savaşıyorum- ki bu Latin Amerika için paranın enflasyonundan daha kötüdür," diyor: "Daha az kelimeyle daha çok şey söylemeye çalışıyorum- çünkü az, çoktur.

 

Jonah Raskin: Latin Amerika'yı kulağınıza fısıldayan bir kadın olarak tarif ettiniz. O anneniz miydi?

Eduardo Galeano: Hayır, duyduğum annemin sesi değildi, daha çok bir sevgilinin fısıldayacağı sırlardı.

 

JR: Hayatınız süresince neleri kaybettiniz?

EG: Diyebilirim ki ben başarısızlıklarımın toplamıyım. Gençken futbol yıldızı olmak isterdim; ama tahta bacaklarım vardı. Sonra aziz olmak istedim ama günahkar eğilimlerim olduğunda onu da yapamadım. Ondan da sonra sanatçı olmayı denedim. Sözcüklerle resim yapıyorum.

 

JR: Romancı Sandra Cisneros'un kadın gibi yazdığınızı söylediğini ilk okuduğunuzda cevabınız ne oldu?

EG: Gülmedim ya da homurdanmadım. Bunu övgü olarak aldım.

 

JR: Erkek gibi yazmak ya da Latin Amerikalı gibi yazmak diye bir şey var mı?

 

EG: Önemli olan şey dürüst yazmak. Birbirimizi konuştuğumuz kelimelerle tanıyoruz. Ve sana bir kelime söylediğimde kendimden bir parça da veriyorum.

 

JR: Şimdi bir zeitgeist, yaşadığımız çağın ruhu var mı?

 

EG: Dünya şu anda silah ateşinin ortasında kalmış kör bir insan gibi gidiyor.

 

JR: Ben tarihi imparatorlukların yükseliş ve düşüş hikayeleri olarak görüyorum. Önerdiğiniz başka bir görüş var mı?

 

EG: Öyle ki tarihin en iyi hikayelerinden bazıları mutlu sonla bitmiyor. Tabi ki tarihin kendisi asla bitmez. Her gün yeniden başlıyor ve aslında bize veda ettiğini düşündüğümüz zaman o bize "sonra görüşürüz" diyor.

 

JR: 1968 benim nesilim için çok önemli bir yıldı. Sizin için de önemli yıllar var mı, yoksa önemli yıllar kendimize anlattığımız güzel hikayeler mi?

 

EG: Zaman onu ölçmeye çalışanlarla dalga geçer. Ama bana öyle geliyor ki, zaman ayrıca rüzgarda kum tepeleri gibi yok almasınlar diye anıları tarihler koyarak sabitlememizin önemini anlıyor.

 

JR: Sanatçılar ve yazarlar bana "sihirli gerçekçiliğin" ( hem büyü gibi fantastik unsurların yer aldığı hem de gidişatının oldukça gerçekçi olduğu roman/hikaye türü) sadece edebi bir okul ya da tarz olmadığını, hayat biçimi olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?

 

EG: Bütün gerçeklikler sihirlidir- Kuzey'de ve Güney'de, Doğu'da ve Batı'da, ve tüm gezegende. Gerçeklerin her zaman sürprizleri ve gizemleri vardır, biz onlara karşı sağır ve kör olsak da. Belki yazmak onu tam anlamıyla yakalamaya yardımcı olabilir.

 

JR: Edward Said, Oryentalizm'in ve Kültür ve Emperyalizm'in yazarı ve edebi kritiği, çağımızın -tarihteki her hangi bir çağdan çok daha fazla olarak- sürgünler, göçmenler ve yeri değiştirilmiş insanlarla tanımladığına inandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

EG: Dünyanın baskın kültürü bize "ötekinin" bir tehdit olduğunu ve kendi insanlarımızın tehlikeli olduğunu öğretiyor. Dünyanın bir yarış pisti ya da savaş alanı olduğu paradigmasını kabul ettiğimiz sürece hepimiz bir şekilde sürgünde olacağız. İnanıyorum ki bizim topraklarımızdan çok uzaklarda, farklı zamanlarda doğmuş olsalar da her tür insanla hemşeri olabiliriz.

 

JR: Dünyanın bir merkezi var mı? Dış çeper neresi?

 

EG: Kitaplarımı, özellikle de sonuncuyu, Aynalar'ı insanlara hiç bir yerin diğerlerinden daha önemli olmadığını ve kimsenin diğer insanlardan daha önemli olmadığını anlatmak için yazdım. Kolektif anılarımız, her geçen gün bugünün gerçekliğini de yok eden dünyayı kontrol edenler tarafından yok ediliyor. Baskın ülkeler "arkadaşlık" kelimesinin "liderlik" kelimesi yerine kullanabileceğini öğrenmeliler.

 

JR: Şu andan geriye Che'ye bakınca, tüm Che t-shirtlerine, filmlerine ve biyografilerine bakınca, tüm Latin Amerika'nın onun için duyduğu hayranlık ve saygının yanı sıra siz şimdi onu nasıl görüyorsunuz?

 

EG: Che, Che olmaya devam ediyor. O inatçı bir adam, her gün yeniden doğuyor ve ölmeyi reddediyor. Bunun sebebi onun çok sıradışı bir insan olmasıdır. Yapacağını söylediği şeyi yaptı, düşündüğünü söyledi ve bu alışılmış değil. Dünyamızda sözler ve eylemler çok nadir ittifak yapıyor, yaptıkları zaman da birbirlerini tanımıyor ya da selamlamıyor.

 

JR: Marksizim ne yollarla size kurgu yazarı olarak yardımcı oldu ya da sizi nasıl engelledi?

 

EG: Ben Katolik bir çocukluk ve Marksist bir ergenlik geçirdim. Ben hem Kapital'i hem de İncil'i okuyan bir kaç kişiden biriyimdir. Beni antropoloji müzesine koymalılar. Tabi ki ikisinin de etkileri hala hayatımda; ama bana sahip değiller.

 

JR: Bir çok modern yazar kurgusal yazmanın gerçekleri yazmaktan daha kolay olduğunu söylüyor. Katılır mıydınız?

 

EG: Emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim, gerçek tüm şairleri korkuyu, güzelliği ve deliliğe yönlendiriyor.

 

JR: Hiç "Bu çok gelişmiş bir kültür." dediğiniz oldu mu? Daha çok gelişmiş ya da daha az kültürler var mı sizce?

 

EG: Tüm kültürler tanınmayı hak ediyor. Tüm sesler duyulmayı hak ediyor. "Sesi olmayanların sesi olmak istiyoruz." diyen Kurtuluş Teolojisi'ndeki arkadaşlara katılmıyorum. Hayır, hayır ve hayır. Hepimizin sesi var. Kutlanmayı ya da en azından dikkat edilmeyi, başkaları tarafından duyulmayı hak eden söyleyeceklerimiz var hepimizin. Öyle görünüyor ki insanlığın çoğu susturulmuş, konuşmaları yasaklanmış.

 

JR: Son teknolojiler hakkında ne diyorsunuz?

 

EG: Makinelerin suçu yok. Biz kendi makinelerimizin hizmetçisi olduk. Biz kendi makinelerimizin makinesiyiz. Şüphesiz ki, yeni iletişim araçları karşımızda değil de bizim hizmetimizde olursa çok yararlı olabilir. Arabalar bizi sürüyor. Bilgisayarlar bizi programlıyor. Süpermarketler bizi satın alıyor.

 

JR: Hayatınızın uzun bir döneminde gazeteciydiniz. Gazetelerin kurumlara dönüşmesini nasıl görüyorsunuz?

 

EG: Gazetecilik ben de derin izler bıraktı. Şimdi her ne kadar kendimi makale yerine kitap yazmaya adamış olsam da ben gazeteciliğin çocuğuyum. Ayrıca itiraf etmeliyim ki ben Gutenberg çağından geliyorum. Benim için bir kitap ya da makaleyi ekrandan okuma imkansız. Dokunduğum ve bana dokunan kağıttan okumayı tercih ediyorum.

 

JR: Yaşlandıkça, gençliğinizde olduğundan daha çok biyolojinin insan hayatında rol oynadığını fark ettiniz mi?

 

EG: Einstein genç olmayı öğrenmenin yıllar sürdüğünü söyledi. İşte bu benim şu sıralar uğraştığım şey.

*Çeviri: Yasemin Göl

Kaynak: Monthly Review Press
 
8 Kasım 2011 Salı

No comments:

Post a Comment