Cezayirli
yazar, akademisyen ve sinemacı Assia Djebar bize kadınların hikayelerini
anlatır ve kulağımıza şöyle fısıldardı: “Hikaye ilk anlatıldığında merakı
giderir, diğer seferlerindeyse özgürleştirici bir etkisi olur”.
Feryal
Saygılıgil
İstanbul
- BİA Haber Merkezi
14
Şubat 2015
Fransızca
yazan Cezayirli yazar, akademisyen ve sinemacı 78 yaşındaki Assia Djebar (Asiye
Cabar) 6 Şubat’ta Paris’te hayatını kaybetti ve doğduğu ülkesindeki Cherchell
kentinde toprağa verildi. Berberî asıllı olan Djebar’ın asıl adı Fatma Zühre
Imalayan’dı. Müslüman dünyasındaki kadının durumunu ve modernleşmesini
anlattığı, 1957’de yayınlanan Susuzluk (La Soif) adlı romanından sonra Assia Djebar
adıyla tanınmaya başladı.
Assia
Djebar hakkında yazdığım bu yazı Duvar Dergisi’nin 11. sayısında yayımlanmıştı:
Cezayir
(Cherchell kenti) doğumlu yazar, sinemacı ve akademisyen Assia Djebar, yazma serüvenini “annemin gölgesinde
yazıyorum” cümlesiyle dile getirir. Arapça düşünen Djebar, Fransızca yazar.
Susuzluk (La Soif) isimli ilk romanını 1957’de yayımlar ve uzun yıllar
Cezayir’in ilk kadın yazarı olarak kalır.
Bedeninin
bastırılamaz hareketini, uçuşunu yazdığını söyleyen Djebar dille olan ilişkisini
11 Ekim 2000’de, barış ödülü alma vesilesiyle yaptığı konuşmada şöyle anlatır:
“Fransızca
olarak yazıyorum, ki bu dil en azından karşı koyulamaz bir biçimde benim
düşüncelerimi ele geçiren, eski, sömürgeci bir dil. Ancak sevmeye, acı çekmeye,
dua etmeye ana dilim olan Arapça ile devam ediyorum. Bunun dışında dilimin
kaynağı Roma emperyalizmine uzun süre direnen, anaerkilliğin epey bir süre
hâkim olduğu kraliçe Touregs’in dili olan Berberi dili. (...) Özellikle kadın
olduğum ve yazarlık serüveninde harcadığım güçle ilgili olarak bu dili
konuşmuyorum ama unutamam. (...) Dil indirgenemez; kökleşme ve yeniden kökleşme
başka bir deyişle soyağacı arzusudur. Eğer daha da vurgularsak ben eğer Kelt,
Bask veya Kürt olsaydım o dilin gelişim sürecindeki bazı gerekli durumlarda dil
benim için “hayır” demek olurdu... Devletin, dinin veya belirgin bir baskının
ağır iktidarının açığa çıktığı olaylarda, tüm bunları silmek için “hayır”
demek, kafamızın içinde, sessizliğimizde, çekiciliğin toplumsal dayatmasının
reddinde kullanılır bu ilk dilimiz (ana dilimiz). Bu içgüdü sadece bireysel bir
korunma değildir; saf bir gölgenin gururudur. Bir “hayır” çoğu zaman
karşılıksızdır; entelektüel ve ahlakî olarak kendi içinde bir birliktir, bu
geri çekiliş ne bir ihtiyat ne de önceden tasarlanmış bir durumdur. Kısacası bu
“hayır”, sizde hatta kimi zaman düşüncenizden önce açığa çıkan ve doğrulanmayan
bir direniştir.”
İsimsiz
kahramanların özellikle de kadın kahramanların öykülerine kulak vermenin önemli
olduğunu düşünen biri olarak Assia Djebar’ın Mezarı Olmayan Kadın (çev.: Olcay
Geridönmez, Evrensel Yayınları, 2013)isimli anlatısındaki Süleyha’nın öyküsünün
önemine ve yazılış biçimine dikkat çekmek isterim. Djebar, anlatısında
dinlemenin önemini vurgular; Süleyha’nın öyküsünü kadınlardan dinlediklerini
harmanlayarak, o kadınların kimler olduklarından, onların da hikâyelerinden söz
ederek kaleme alır. Süleyha’nın öyküsünü örerken diğer kadınlarınkini de yabana
atmaz. Böylece hikâyeler birbirini çoğaltır.
Mırıldanmalar, fısıldamalar, suskunluklar, haykırışlar arasında bir
metin yaratır:
“Önemli
olan sadece mırıldanmak, fısıldamak ve ötekiler arasında bu atmosfere kendini
teslim etmek: Yükselen seslere, haykırışların yankısına, bastırılmış
inlemelere, düğüm olmuş boğazda iğne gibi batan küçük tırmıklara, bir kez, sık
sık, o kadar fazla tutulmuş gözyaşına, o kadar çok dışarı atılmamış iç
çekişlere… Yalnızca birbirini dinlemek. Havadan nasıl söz edildiğini;
başkalarının, akrabaların, kaynana ve kaynataların, insanın ışığını kesen,
huzurunu, dinginliğini ve sükûnetini çalanların sağlığından nasıl söz
edildiğini dinlemek” (s.57).
Süleyha’nın
öyküsünü anlatmak kadınlar açısından aynı zamanda rahatlamaya yol açar.
Süleyha’yı, kendi Süleyha’larını anlatmak, kendilerini onun yerine koyarak
olmak istediklerini, düşlerini dile getirirler adeta. Başka bir deyişle
konuşmak kadınların “acılarına merhem olur” (s.81).
Süleyha, Fransız egemenliğine karşı direniş ağı kuran,
dağa çıkan, sözünü dinleten eğitimli bir kadındır. Djebar’ın Cherchell’de
ailesiyle birlikte bir zamanlar oturduğu evin duvar komşusudur. İki kızının,
arkadaşlarının, komşularının ve yol arkadaşlarının anlattıklarından yola
çıkarak başka bir deyişle sözlü tarih yaparak kurgular Djebar Süleyha’nın
öyküsünü. 1976 yılının ilkbaharında başlar öykünün ayrıntılarını toplamaya 2001
yılında yayımlayabilir ancak. Süleyha’nın filmini de yapar. Film, hem kurgu hem
de belgeseldir ve Bela Bartok’a adanır. Süleyha’nın yaşamını anlatan filmde,
Süleyha’nın evliliği, kızlarının doğumu, partizanlara katılışı, iki yıllık
kaçak yaşamı, tehlikelere atılması ve kırk iki yaşında Fransızlara esir düşerek
bitiveren yaşamı beyaz perdeye aktarılır. Süleyha’nın bir mezarı yoktur. Bir
daha canlı gözükmez ama Djebar’ın deyişiyle Caesarea’nın dar sokaklarında,
çeşmelerinde, iç avluları ve taraçaları üzerinde dolaşır.
Süleyha’nın
babası köyde eşraftan sayılan tek kişidir. Süleyha belki de bu sayede 1930
yılında bulundukları civarda 13 yaşını doldurmaya yakın ilkokul diplomasını
almayı başaran tek Müslüman kızdır. Çevresindeki kadınların tam tersine köyde
bir Avrupalı gibi hareket eder, peçe takmaz, başını bile örtmez. 1939 ya da
1940 yılında sömürgeciler ona “anarşist” ismini takarlar. Çünkü asla lafını
sakınmaz. “En iyisini Avrupalılar alıyor. Yerliler için geriye sadece kış
arpası kalıyor” diye haykırır fırsatını buldukça. Üç kez evlenir. Sokakta
yürürken kendisine “sen” diye hitap eden Fransız kadına “tanımadığınız biriyle
senli benli konuşamazsınız” diyerek uyarır. Kadın da bunun üzerine “Süleyha
gibi Fransızca bilseydim bile, evimin direğinden, beyimden korkardım. Kendimi
bir hanım olarak sokak ortasında göstermek! Yüzümdeki peçeyi kaldırmak!.. Ne
cesaret varmış bu Süleyha’da da!..” diyerek şaşkınlığını dile getirir.
1956-
1957 yıllarında Süleyha bağımsızlık mücadelesinin öznelerindendir. Kırk iki
yaşındayken üçüncü kocası partizanlara katılıp ortadan kaybolunca o da iki
çocuğunu evde bırakıp dağa çıkar. Esir düşer ve kayıtlara kayıp olarak geçer.
Assia
Djebar Cezayirli bir kadın yazar olarak kendi öyküsü de dâhil olmak üzere (Baba
Evinde Bana Yer Yok) bize Arap kadınlarını, onların hikâyelerini anlatır ve
kulağımıza şöyle fısıldar: “Hikâye ilk
anlatıldığında merakı giderir, diğer seferlerindeyse özgürleştirici bir etkisi
olur” ( Mezarı Olmayan Kadın, s.107).
(FY/ÇT)
* Feryal Saygılıgil, Mimar Sinan Üniversitesi
Sosyoloji bölümünde “Serbest Bölgelerde Kadın Emeği” konusunda doktora tezini
yazdı. Güliz Sağlam’la birlikte “Kafesteki Kuş Gibiydik” (Desa Direnişinde
Kadınlar) “Bölge” ve “Kadınlar Grevde” isimli belgeselleri çekti. Duvar Dergisi
yayın kurulu üyesidir. İstanbul Arel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde ve
MSGSÜ’de ders vermektedir.
No comments:
Post a Comment