Sunday 15 February 2015

Konuşmak, Dinlemek ve Özgürleşmek: Süleyha’nın Öyküsünü Yazmak


Cezayirli yazar, akademisyen ve sinemacı Assia Djebar bize kadınların hikayelerini anlatır ve kulağımıza şöyle fısıldardı: “Hikaye ilk anlatıldığında merakı giderir, diğer seferlerindeyse özgürleştirici bir etkisi olur”.

Feryal Saygılıgil
İstanbul - BİA Haber Merkezi

14 Şubat 2015

Fransızca yazan Cezayirli yazar, akademisyen ve sinemacı 78 yaşındaki Assia Djebar (Asiye Cabar) 6 Şubat’ta Paris’te hayatını kaybetti ve doğduğu ülkesindeki Cherchell kentinde toprağa verildi. Berberî asıllı olan Djebar’ın asıl adı Fatma Zühre Imalayan’dı. Müslüman dünyasındaki kadının durumunu ve modernleşmesini anlattığı, 1957’de yayınlanan Susuzluk (La Soif) adlı romanından sonra Assia Djebar adıyla tanınmaya başladı.

Assia Djebar hakkında yazdığım bu yazı Duvar Dergisi’nin 11. sayısında yayımlanmıştı:

Cezayir (Cherchell kenti) doğumlu yazar, sinemacı ve akademisyen Assia Djebar,  yazma serüvenini “annemin gölgesinde yazıyorum” cümlesiyle dile getirir. Arapça düşünen Djebar, Fransızca yazar. Susuzluk (La Soif) isimli ilk romanını 1957’de yayımlar ve uzun yıllar Cezayir’in ilk kadın yazarı olarak kalır.

Bedeninin bastırılamaz hareketini, uçuşunu yazdığını söyleyen Djebar dille olan ilişkisini 11 Ekim 2000’de, barış ödülü alma vesilesiyle yaptığı konuşmada şöyle anlatır:

“Fransızca olarak yazıyorum, ki bu dil en azından karşı koyulamaz bir biçimde benim düşüncelerimi ele geçiren, eski, sömürgeci bir dil. Ancak sevmeye, acı çekmeye, dua etmeye ana dilim olan Arapça ile devam ediyorum. Bunun dışında dilimin kaynağı Roma emperyalizmine uzun süre direnen, anaerkilliğin epey bir süre hâkim olduğu kraliçe Touregs’in dili olan Berberi dili. (...) Özellikle kadın olduğum ve yazarlık serüveninde harcadığım güçle ilgili olarak bu dili konuşmuyorum ama unutamam. (...) Dil indirgenemez; kökleşme ve yeniden kökleşme başka bir deyişle soyağacı arzusudur. Eğer daha da vurgularsak ben eğer Kelt, Bask veya Kürt olsaydım o dilin gelişim sürecindeki bazı gerekli durumlarda dil benim için “hayır” demek olurdu... Devletin, dinin veya belirgin bir baskının ağır iktidarının açığa çıktığı olaylarda, tüm bunları silmek için “hayır” demek, kafamızın içinde, sessizliğimizde, çekiciliğin toplumsal dayatmasının reddinde kullanılır bu ilk dilimiz (ana dilimiz). Bu içgüdü sadece bireysel bir korunma değildir; saf bir gölgenin gururudur. Bir “hayır” çoğu zaman karşılıksızdır; entelektüel ve ahlakî olarak kendi içinde bir birliktir, bu geri çekiliş ne bir ihtiyat ne de önceden tasarlanmış bir durumdur. Kısacası bu “hayır”, sizde hatta kimi zaman düşüncenizden önce açığa çıkan ve doğrulanmayan bir direniştir.”

İsimsiz kahramanların özellikle de kadın kahramanların öykülerine kulak vermenin önemli olduğunu düşünen biri olarak Assia Djebar’ın Mezarı Olmayan Kadın (çev.: Olcay Geridönmez, Evrensel Yayınları, 2013)isimli anlatısındaki Süleyha’nın öyküsünün önemine ve yazılış biçimine dikkat çekmek isterim. Djebar, anlatısında dinlemenin önemini vurgular; Süleyha’nın öyküsünü kadınlardan dinlediklerini harmanlayarak, o kadınların kimler olduklarından, onların da hikâyelerinden söz ederek kaleme alır. Süleyha’nın öyküsünü örerken diğer kadınlarınkini de yabana atmaz. Böylece hikâyeler birbirini çoğaltır.  Mırıldanmalar, fısıldamalar, suskunluklar, haykırışlar arasında bir metin yaratır:

“Önemli olan sadece mırıldanmak, fısıldamak ve ötekiler arasında bu atmosfere kendini teslim etmek: Yükselen seslere, haykırışların yankısına, bastırılmış inlemelere, düğüm olmuş boğazda iğne gibi batan küçük tırmıklara, bir kez, sık sık, o kadar fazla tutulmuş gözyaşına, o kadar çok dışarı atılmamış iç çekişlere… Yalnızca birbirini dinlemek. Havadan nasıl söz edildiğini; başkalarının, akrabaların, kaynana ve kaynataların, insanın ışığını kesen, huzurunu, dinginliğini ve sükûnetini çalanların sağlığından nasıl söz edildiğini dinlemek” (s.57).

Süleyha’nın öyküsünü anlatmak kadınlar açısından aynı zamanda rahatlamaya yol açar. Süleyha’yı, kendi Süleyha’larını anlatmak, kendilerini onun yerine koyarak olmak istediklerini, düşlerini dile getirirler adeta. Başka bir deyişle konuşmak kadınların “acılarına merhem olur” (s.81).               

Süleyha,  Fransız egemenliğine karşı direniş ağı kuran, dağa çıkan, sözünü dinleten eğitimli bir kadındır. Djebar’ın Cherchell’de ailesiyle birlikte bir zamanlar oturduğu evin duvar komşusudur. İki kızının, arkadaşlarının, komşularının ve yol arkadaşlarının anlattıklarından yola çıkarak başka bir deyişle sözlü tarih yaparak kurgular Djebar Süleyha’nın öyküsünü. 1976 yılının ilkbaharında başlar öykünün ayrıntılarını toplamaya 2001 yılında yayımlayabilir ancak. Süleyha’nın filmini de yapar. Film, hem kurgu hem de belgeseldir ve Bela Bartok’a adanır. Süleyha’nın yaşamını anlatan filmde, Süleyha’nın evliliği, kızlarının doğumu, partizanlara katılışı, iki yıllık kaçak yaşamı, tehlikelere atılması ve kırk iki yaşında Fransızlara esir düşerek bitiveren yaşamı beyaz perdeye aktarılır. Süleyha’nın bir mezarı yoktur. Bir daha canlı gözükmez ama Djebar’ın deyişiyle Caesarea’nın dar sokaklarında, çeşmelerinde, iç avluları ve taraçaları üzerinde dolaşır.

Süleyha’nın babası köyde eşraftan sayılan tek kişidir. Süleyha belki de bu sayede 1930 yılında bulundukları civarda 13 yaşını doldurmaya yakın ilkokul diplomasını almayı başaran tek Müslüman kızdır. Çevresindeki kadınların tam tersine köyde bir Avrupalı gibi hareket eder, peçe takmaz, başını bile örtmez. 1939 ya da 1940 yılında sömürgeciler ona “anarşist” ismini takarlar. Çünkü asla lafını sakınmaz. “En iyisini Avrupalılar alıyor. Yerliler için geriye sadece kış arpası kalıyor” diye haykırır fırsatını buldukça. Üç kez evlenir. Sokakta yürürken kendisine “sen” diye hitap eden Fransız kadına “tanımadığınız biriyle senli benli konuşamazsınız” diyerek uyarır. Kadın da bunun üzerine “Süleyha gibi Fransızca bilseydim bile, evimin direğinden, beyimden korkardım. Kendimi bir hanım olarak sokak ortasında göstermek! Yüzümdeki peçeyi kaldırmak!.. Ne cesaret varmış bu Süleyha’da da!..” diyerek şaşkınlığını dile getirir. 

1956- 1957 yıllarında Süleyha bağımsızlık mücadelesinin öznelerindendir. Kırk iki yaşındayken üçüncü kocası partizanlara katılıp ortadan kaybolunca o da iki çocuğunu evde bırakıp dağa çıkar. Esir düşer ve kayıtlara kayıp olarak geçer.

Assia Djebar Cezayirli bir kadın yazar olarak kendi öyküsü de dâhil olmak üzere (Baba Evinde Bana Yer Yok) bize Arap kadınlarını, onların hikâyelerini anlatır ve kulağımıza şöyle fısıldar:   “Hikâye ilk anlatıldığında merakı giderir, diğer seferlerindeyse özgürleştirici bir etkisi olur” ( Mezarı Olmayan Kadın,  s.107). (FY/ÇT)

* Feryal Saygılıgil, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünde “Serbest Bölgelerde Kadın Emeği” konusunda doktora tezini yazdı. Güliz Sağlam’la birlikte “Kafesteki Kuş Gibiydik” (Desa Direnişinde Kadınlar) “Bölge” ve “Kadınlar Grevde” isimli belgeselleri çekti. Duvar Dergisi yayın kurulu üyesidir. İstanbul Arel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde ve MSGSÜ’de ders vermektedir.

No comments:

Post a Comment