Fotoğraf:
Berge Arabian
Lora
Sarı 12.02.2015
!f
İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu yıl bir gününü özel bir
etkinliğe ayırıyor. ‘Sinema Türk-Ermeni Fay hatlarına şifa olabilir mi?’
sorusuyla yola çıkan diasporalı ve Türkiyeli sinemacılar, bir coğrafyanın
tarihini sinema diliyle anlatmanın imkân ve zorluklarına odaklanacak.
Festivalde, avangart’ın şahı Sergei Parajanov’un 2014’te restore edilen
kültleşmiş filmi ‘Narın Rengi’ de Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşacak.
Festival programında 1915’i görünür kılan !f’in 22 Şubat’ta düzenlenecek ‘Özel
Bir Gün’ etkinliğini festival yönetmeni Serra Ciliv anlattı.
Tanıtımı
“1915’in üzerinden 100 yıl geçmişken” ifadesiyle başlayan ‘Özel Bir Gün’
başlıklı etkinliğinizle, soykırımın 100. yılına güçlü bir gönderme
yapıyorsunuz. Bir festivalin böyle bir duruş sergilemesinin, her şeyden önce
cesaret gerektirdiğini düşünüyorum.
Bir işin
cesaret meselesi olduğunu düşündüğünüzde, onu korku takip ediyor. Biz de,
1915’e bakmanın bir cesaret meselesi olduğunu düşünmedik ya da düşünmek
istemedik. Yaşanan acılara bakmanın ve insan hikâyeleri dinlemenin cesaret
gerektiren bir şey olduğunu kabul etmek de istemiyoruz. Bu hikâyeler yokmuş
gibi davranmak yaralarımızı ancak derinleştirir. Bir yerlerde, “Hikâyelerini
anlayabildiğimiz insanlardan nefret etmemiz mümkün değildir” gibi bir şey
okumuştum. Bu etkinlik de tam olarak bunun üzerine kurulu. Ben senin gözünün
içine bakıp, “Anneannen sana ne anlattı?” sorusunu açıkyüreklilikle
sorabilmeliyim. Hikâyeni dinlerken, onları gözünün içine bakarak dinleyebilecek
kadar güçlü olmalıyım.
Festival
programında Çanakkale Savaşı’yla veya 1915’i ‘dengeleyeceği’ düşünülebilecek ne
varsa onunla ilgili bir şeyler olmaması ‘orta yol’u benimsemediğinizi
gösteriyor. Sözleriniz, 1915’in sizin için bu yıla özgü bir mesele olmadığını
da işaret ediyor.
Bizim
dillendirilmeyeni dillendirmek gibi bir derdimiz var. Rahatça konuşulabilen
şeyleri masaya yatırmanın bizim görevimiz olduğunu düşünmüyoruz. Aslında tüm
hikâye, Joshua Oppenheimer’ın ‘Act of Killing’ini izlememle başladı. Bu filmin
kalbime bu kadar dokunmasının nedeni, insanın insana yapabileceği kötülüğün
haddi hesabı olmadığını göstermesi. Bu filmde, bir suçun milletçe konuşulamıyor
olması, korkunun devam ediyor olması sebebiyle, kuytuya çekilen, hayatlarına
devam edemeyen kurbanları gördük. Bu yıl programda ‘Act of Killing’in ikinci
bölümü ‘Look of Silence’ var. O da affedebilmekle ilgili. Oppenheimer bu kez,
abisi o çok küçükken öldürülmüş Adi’yle beraber, abisini ve diğer herkesi
öldüren katillerin evlerini dolaşıyor. Adi, bu insanların gözlerinin içine
bakarak, sessizce, yapılanları dinliyor. Bu katillerden birinin yanında kızı
var; o anlatırken kızı dönüp ona bakıyor. Babasının yaptıklarını dinlemedi mi
bu çocuk bugüne kadar? Dinledi. Ama babası olanları Adi’ye anlattığında,
babasının yapmış olduğu şeyle ilk defa yüzleşiyor. Babasından nefret etmesine
yol açmıyor bence ama o an bir travma yaşamasına sebep oldu. Bu da, kabul edilmemiş
bir suçu anlamanın travması bence. Böyle bir travmadan geçmeden ve af dilemeden
şifaya ulaşamayacağımızı düşünüyorum. Ben kendimi Türk olarak
konumlandırmıyorum ve zaten bir Türk olarak değil, kolektif olarak, sadece
Türkiye’nin değil bütün dünyanın suçunu taşıdığımızı düşündüğüm için özür
dilemek gerektiğine inanıyorum. Özür hem dilenene, hem dileyene şifa getirir.
Dolayısıyla senin içinde herhangi bir acı varsa, ben onu tanır ve insanlık
adına senden özür dilersem, bu ikimize de iyi gelecektir.
'Narın
Rengi', 21 Şubat'ta Fitaş'ta gösterilecek
Anlatabilmenin
ve karşınızda sizi samimiyetle, inanarak dinleyebilecek birinin olması bile iyi
geliyor...
Etkinlikte
aynen bunu gösteren bir oturum var. Ezgi Kılınçaslan, ‘Sessizlik Duvarını Yıkmak’
başlıklı etkinlikte bunu anlatacak. Ezgi, 2008’de bir fotoğraf atölyesi için
gittiği Lübnan’da Ermenilerle tanışıp hikâyelerini filme almış. Etkinlikte bu
filmden parçalar da olacak. Filmde, hikâyelerini anlatan Ermeniler “Bunları bir
Türk’e ilk defa anlatıyorum. Bir Türk’e anlatabilmek ve bir Türk’ün beni
dinlediğini görmek beni çok rahatlatıyor” gibi sözler söylemiş. Ezgi de kendini
Türk olarak konumlandıran biri değil ama burada şunu görebiliyoruz: Bu
hikâyelerin karşıdan karşıya geçmesi iyi geliyor.
Arsinée
Khanjian ile Çiğdem Mater de, bu etkinlikte, ‘Diasporalı’ bir Ermeni ile bir
‘Türk’ün nasıl arkadaş olduğunu anlatacak. Bu oturumu etkinliğe nasıl dahil
oldu?
Arsinée
iki yıl önce Türkiye’ye bir konuşmaya geldiğinde çok etkilenmiştik. ‘Aşk ve Başka
Bi’ Dünya’ yarışmasının jüri üyelerinden biri olsun istedik. ‘Özel Bir Gün’de,
Atom Egoyan’ın ‘Citadel’ini göstereceğiz. Arsinée’nin filmin ardından
konuşabileceğini düşündük ama bu sohbetin ne üzerine olması gerektiğini
bilmiyorduk. Çiğdem, Arsinée’yle çok yakın. Bize onu Türkiye’ye ilk gelişinde
çok tedirgin olduğunu, ve her gelişinde de başlangıçta böyle hissettiğini
anlattı. Bu tedirginliği yaşamaması için, Çiğdem’in moderatör olacağı bir
konuşmada, tedirginlikten ve birbirimizin hikâyelerinden yola çıkan bir dostluk
hikâyesi anlatalım dedik. Aslında çok doğal bir şekilde gelişti tüm program,
entelektüel birileri çıksın ve konuşsun istemedik. ‘Diyar’ın yönetmeni Devrim
Akkaya ile ‘Bizim Atlantis’in yönetmeni Artür Sukiasyan da, bir oturumda,
filmlerini çekerken hissettikleri üzerine konuşacak.
Artür
Sukiasyan'ın Tuzla Kampını anlatan 'Bizim Atlantis'imiz' belgeseli 20 Şubat'ta
Fitaş'ta.
Festivalde
‘Bizim Atlantis’in bir gösterimi de olacak. Soykırımın en güçlü alt
temalarından biri olan ‘kamp’larla ilgili bir filmi programa almak bilinçli bir
seçim miydi?
Soykırımdan
sonra ortada kalan çocuklarla ilgili bir film seyrettim ve çocuklar üzerine
düşünmeye başladım, çünkü olanları insanın tahayyülü almıyor. Bence sinemanın
yaptığı da bu; senin tahayyülün dışında kalanları göstermek. Zorunlu göçü, bir
felaketi düşünürken, bazı soruları atlayabiliyorsun, mesela ‘Çocukların
ayakları üşümüş müdür?’ kadar detay bir soru aklına gelmeyebiliyor. Ancak bir
sürü şey izledikten, bir sürü şeyi anlamaya başladıktan sonra bu soruları
sormaya başlıyorsun. Detayları görmeye, bu soruları düşünmeye başladığımda
düştü kucağımıza ‘Bizim Atlantis’.
Bir de,
‘kült’ bölümünde gösterilecek olan ‘Narın Rengi’ var...
Göstereceğimiz
kopya ‘Narın Rengi’nin restore edilmiş hali. Filmin başında da anlatılıyor,
‘Narın Rengi’nin nasıl tekrar dolaşıma sokulduğu ve nerelerden geldiği. 100.
yılda böyle kıymetli bir restorasyon çıkınca karşımıza, hemen programa aldık.
Bir de, ben daha önce hiç seyretmemiştim Paracanov’u, aklım uçtu!
Letonyalı
korku filmi yönetmeni Hayk Garabetyan'ın 'Turuncu Ceketli Adam' filmi de İf
programında
Partiden
çıkan festival
!f’te
partilerin özel bir önemi olduğu belli. İşin bu yönü nasıl gelişti?
Festival
başlamadan partiler başlamıştı aslında. 15-16 yıl önce, üç arkadaş bir araya
gelip kültür-sanat etkinlikleri yapmak istedik. Bir mekân buluyor, elektronik
müzik çalan insanlar ayarlıyor ve her geceye bir tema koyuyorduk. Ayda bir-iki
kez olan etkinliklerdi bunlar. Sanatçı bildiğimiz ama aslında sanatçı olarak
tanınmayan arkadaşlarımızı topladık ve onlara her gece için belirlediğimiz
konsepti anlattık. “Şu tarihte, bir yerde (nerede olduğunu söylemiyorduk) işini
kuracaksın” diyorduk. Kimseye haber vermemesi gerektiğinden, bir sürü insan
gizli gizli yapardı işlerini; video, enstalasyon vs. Etkinliğe iki gün kala
açıklardık mekânı, sanatçı ekibe. Bu etkinlikler hiçbir zaman gazetelere
çıkmadı, kimse haberdar değildi. İlkini bir pavyonda yapmıştık. Neredeyse 100
kişi vardı. Hepimiz dörder-beşer arkadaşımızı çağırmıştık. Sonra gelen o beş
arkadaşa, bir sonrakine isterlerse iki arkadaşlarını daha getirebileceklerini
söyledik. Beşinci etkinlikte 1500 kişi olmuştuk. Boyumuzu aştı tabii, polis
kapıya geldi, dolayısıyla devam ettiremedik. Ama orada İstanbul’un bütün
yaratıcı insanlarıyla tanışmış olduk. AFM bize bir festival yapmamızı
söylediğinde, bir festivalin nasıl yapıldığını bilmesek de, bu ‘parti’ler
sayesinde herkesi tanıyorduk. Festival oradan çıktı. Bu yüzden, ilk senemizde,
küçük çaplı da olsa bir partimiz oldu.
Peki,
‘gökkuşağı’ partileri nasıl doğdu?
İlk
gökkuşağı partimizi birinci yılımızda yapmıştık; ben dahil 12 kişi gelmişti.
Benim için çok özel bir geceydi, çünkü ben kendimin ne olduğunu da anlamaya
çalışıyordum. Seyrettiğim gökkuşağı filmleriyle, kendi hayatımda olan
bitenlerle, gökkuşağı partileriyle... Benim için !f İstanbul nasıl kalp atışı
gibi büyüyen bir şeyse, birbirimize değerek büyüdüğümüz bir hikâye olduysa, gökkuşağı
partileri de öyle oldu.
No comments:
Post a Comment