Sunday, 15 February 2015

Ah mine’l Aşk! Ah teslimiyet!

Bir aşkın sınırlarında olsaydınız hangisini feda ederdiniz:

Aşkı mı? Sınırları mı?

Geçen yıl 14 Şubat için yazdığım “Bunları boşver ne haber Aşk’tan?” yazısından sonra bir arkadaşım, “Sana aşk-meşk yazısı yazmak yakışıyor mu? Sen hiç Hasan Cemal’in aşk yazısı yazdığını gördün mü?” diyerek sıkı bir fırça çekmişti bana.

Sonradan nedense aklıma takıldı. Araştırdım ama bulamadım. Gerçekten, Hasan Cemal hiç aşk üstüne yazı yazmamış mıydı?

Arkadaşım benden, ülke ve dünya gündemine-politikalarına dair yazılar bekliyordu sadece. Oysa, en çok onları yazarken zorlanıyordum.

Bir delinin kuyuya attığı taşları her gün yeniden ve yeniden çıkartmaya çalışmak misali. Hiç aralıksız, birbiri ardına uçurulan balonların peşinde oradan oraya sürüklenmek. Ülkenin -ve dünyanın- politik kaosunun yarattığı, çıkışı olmayan cehennemlerimizde.

Delilik.

Politikacılar, dünyayı yöneten adamlar... Memlekette, emniyet şeritleri de onlara ait ama hayatlarının tüm öyküsü 2 dakika 32 saniyeye sığabiliyor kasetlerde.

Oysa hayalimde, bir gönül ilişkisi yüzünden baskı, tehdit, şantaja maruz kaldığında -kadın ya da erkek fark etmez- kürsüye çıkıp “Size ne! Yüreğimin hesabını size mi vereceğim!” diyebilecek siyasetçiler var.

Ama hiç biri çıkıp da “Oradaydım ulan! Aşık oldum. Seviyorum. Size ne!” diyemeyecek.

Hiç birinde o yürek yok.

Çünkü herbiri kendi zamanlarının ve kalplerinin hırsızı. Aşkı, çalınmış zamanlarına ve cüzdanlarına sığdırabiliyorlar.

Çünkü hayatlarını alışveriş merkezine çeviren, kalplerini bir hediye paketi gibi süsleyen kadınlarla, birbirlerine yazgılı, her biri.


Ruhlarından koparılmış bedenleri, anlamlarından soyunmuş yüzleriyle kıvranıyorlar kapalı kapılar ardında. Hayata karşı barikatlar kurmuş, bekleşiyorlar.


Delilik.

İlk gençlik yıllarımda annem için, ders kitabı haricindeki tüm kitaplar aşk-meşk kitabıydı. “Bu aşk-meşk kitaplarını okuyacağına, otur da dersine çalış!” diye çıkışırdı, mütemadiyen.

O yüzden ben, çocukluğumun evinde tüm kitaplarımı geceleri yorganın altında, pili sürekli arıza yapan eski bir fenerin titrek ışığında okudum. Bir de sabahın köründe uykulu gözlerle gittiğim okullarda, derslerde, kitapların arasına sıkıştırdığım romanlar vardı. Ama en çok liseye başladığım yıl okumuşum olmalıyım, diye düşünüyorum şimdi. Çünkü o yıl karnemde bir sürü zayıfım vardı.

Annem bir bakıma haklıydı. Aralarında aşk-meşk kitapları da vardı. “Ben sana mecburum,” diye başlayan şiirler de.

Ama bizim aşka mecbur olduğumuz günlerde, aşk yoktu.

Büyüklerimizin bizim için ‘doğru’ bulduğu şeyler vardı. Aralarında aşk, yoktu.

Hayatımızda en çok yokluğu ile göze çarpan şeydi, aşk.

Ayıptı, günahtı, yasaktı, yalandı.

Oysa, o isyan günlerinde aşk, dünyanın bütün kötülükleriyle başedebilmek için, ölümüne mücadele etmemiz gereken bir savaşın ta kendisiymiş gibi gelirdi bana.

Hepimizin, ilk önce öğrenmesi gereken aşk ile savaş arasındaki ayrımmış, oysa.

Aşka en çok yaklaştığımız anlar, ölüme en çok yaklaştığımız anlarmış.

Geçen haftalarda yine bir okur arkadaşım ile ‘inanç’ üzerine yazışırken “ayaklarım suya erdiğinden beri…” diye başlayan bir cümle kurmuştum. O da bana yanıt olarak "belki de, suya değen ayaklarınız değil, gölgenizdi Sibel hanım…" demişti.

O günden beri düşünüyorum.

Suya değen gölgem. Ateşe değen gölgem. Karanlığa değen gölgem. Işığa değen gölgem. Aşka değen gölgem… 

Öyle, değip de geçemeyen.

Burada, oturduğum yerde, penceremden yağmuru ve ağaçların yapraklarıyla oynayan rüzgârı izlerken, düşünüyorum.

Ya aşka değen yüreklerimiz değil de, gölgelerimizse çoğu zaman?

“Hayatını, bir arayış macerası olarak yaşamaya mahkûm olanların sığınabilecekleri en özel yerler, çıplak ruhlardır. Ruhun çıplaklığı öylesine yakıcı, öylesine ürkütücü ve öylesine muhteşemdir ki sadece saklanmadan yaşama cesaretine sahip olanlar ona gözlerini kaçırmadan bakabilirler.

Genel-geçer bir iyilik halini yaşamaktansa, ruhunun en karanlık noktasındaki kötülüğü, altın tepside sunulan kesik bir baş gibi taşıyanlar; öyle sessiz gelin ki... ruhumda bulayım sizi.”

Yazıyormuş kapıda. Girerken fark etmemiştim. Öyle birdenbire açılıvermişti önümde. Hiç beklemediğim bir anda. Sessizce süzülüvermiştim içeriye.

Hiç şüphesiz ölümcül bir rastlantıydı.

Bir adım atmıştım ve Araf’taydım. Cennet ve Cehennemin arasında. Araf’ta ve ayazda.

Ruhunun en karanlık noktasındaki kötülüğü, altın tepside sunulan kesik bir baş gibi taşıyanlardan değildim. Henüz. Yine de gözlerimi kaçırdığımı hiç hatırlamıyordum. Ne daha öncesinde ne de şimdi.

Karşı karşıya duruyorduk öyle; göz-göze ve nefes nefese. Duruyorduk, Kundera’nın Tomas ve Tereza’sı misali. Onun ruhunda var olmanın dayanılmaz hafifliği, benim ruhumda cehennemin ağırlığı.

Ben onu kendi cehennemimde yakarım diye korkuyordum. Ama o beni cennetinde yakacaktı. En sonunda.

Ah mine’l Aşk! Ah teslimiyet!

“Derler ki aşk insanı köleleştirir. Tutku şeytanın ta kendisidir. Aşk yüzünden yitip giden nice insan vardır.

Doğrudur.

Korku ile şehvet arasında bir yerde tutku var.

Bataklıkla dağlar arasında bir yerde; günah ile arzu arasında bir yerde; Tanrı ile Şeytan arasında bir yerde tutku var.

Sadakat, samimiyet, sevecenlik umuduyla yanarken, en değerli şeylerimizle rulet oynayan insanlarız biz. Kumar oynamak bir zaaf, bir günah değil; insan olduğumuzun bir ifadesi öyleyse. Paradokslardan besleniyor kalplerimiz.

Hepimiz kumar oynarız. Kimisi oyun masasında yapar bunu, kimisi başka yerlerde. Kazanmak umuduyla oynarız ama bizi asıl heyecanlandıran neleri kaybedebileceğimizi bilmektir.

Oynarsın, kazanırsın, oynarsın, kaybedersin. Oynarsın.” *

Din adamlarının ve keşişlerin dediklerine aldırma; sabah erken kalkmasan da karşılaşabilirsin Tanrı’yla. Çile insanoğlunun icadıdır. Günahlar, ayıplar ve yasaklar insanoğlunun icadıdır.

Günah, korku ile tutkunun arasında bir yerdedir.

Donmakla erimek arasında, aşk ile umutsuzluk arasında, korku ile arzu arasında, tutku var.

Tutku karşı konulmazdır, denir. Hayır, kendisi dışında her şeye karşı koyabilir.

Aşk ve tutku. Her ikisini de tanıdım. Bıçaklar kadar ince, bıçaklar kadar zalim.

“Silahlardan birini seç” diyorum sevdiğim adama: “Bıçak ya da tabanca.”

Her şeyin sonunda, o son anda Araf’ta ve ayazda duruyoruz yine, karşı karşıya. Kıpırdamadan. Aramızda yıllar, belli belirsiz gölgeler var.

Eğer bıçağı seçersen diyorum, içimden, onu yüreğine saplayacağım. Parçalayacağım kalbini. Hiç acımayacağım.

Eğer tabancayı seçersen diyorum, onu kafama dayayacağım ve çekeceğim tetiği. Parçalayacağım beynimi. Hiç acı hissetmeyeceğim.

Bana, kendisiyle başa çıkamadığını söylüyor. Kendini, kendi ellerinden alamadığını.

O yüzden mi bıçağı seçiyor?

Ona doğru bir adım atıyorum, bıçağı elinden alıyorum ve parçalıyorum kalbini.

Kulaklarımda Ramiz Dayı’nın o yürek titreten sesi: “Çünkü herkes öldürür sevdiğini...”

“Bıçağın kimin elinde olduğunun önemi yok,” diyor Calliope. “Onu benim uğruma öldürdün.”

“Doğru,” diyorum. “Senin uğruna öldü... Ama ben kendim için yaptım.”

Bunu söyler söylemez uyanıyorum ama gözlerimi açmaya korkuyorum. Ellerimde sevdiğim adamın çoktan soğumaya başlamış kanı.

Bir an, o bir anlık uyanma anında bugüne kadar uğruna savaştığım, inandığım, bildiğim, biriktirdiğim her şey ters-yüz oluyor. Sevdiklerini öldüren -öyle ya da böyle öldüren- tüm o kadın ve erkekleri bir an için ‘anlarım’ diye dehşete düşüyorum. Ürküyorum kendimden. İçimde insan olmaya dair ne varsa, hepsinden ürküyorum.

Ama şimdi anlıyorum ki benim de herkes gibi, aşk ile savaş arasındaki ayrımı öğrenmem gerekiyordu. Bedeli ne olursa olsun. Artık biliyorum. Neye mal olmuş olursa olsun.

Ah mine’l aşk... Ah teslimiyet...


* Tuncel Kurtiz  “Oysa herkes öldürür sevdiğini”


* Μαντώ & Sertab Erener  “Φως & Aşk”
https://www.youtube.com/watch?v=lvtLr_gM59A

* Ah mine’l aşk: “Aşkın elinden”

* Jeanette Winterson “The Passion/Tutku”

* Es muss sein: “Olmazsa olmaz!” (“hayatın, olmazsa olmazı” anlamında...)

* Kitsch: “Çöp!” (benim serbest çevirim ve yorumumla...)

No comments:

Post a Comment