Önsöz,
s. 13-18
Bu
kitap yedi yıllık bir hayat incelemesinin kaydıdır. Bu kaydın amacı ne tür
deneyimlerin beni mutlu ettiğini bulmaktı.
İzlediğim
yöntem şuydu:
a)
Gündelik hayatta kendimi özellikle mutlu hissettiğim anları yakalamak ve
bunları kelimelere dökmeye çalışmak.
b)
Mutluluğun hangi koşullarda ortaya çıktığına dair bir kural bulmak amacıyla bu
kayıtları tekrar tekrar gözden geçirmek.
Kitabın
biçimini deneyin doğası belirledi. Sorunun nasıl geliştiğini göstermek için
günlüğümden bazı bölümleri kullandım. Neticeye ulaşmamı sağlayan fikirleri ve
ipuçlarını nasıl zamanla birbirine eklediğim anlaşılsın diye olguları kendi
bakış açımdan aktarmaya çalıştım.
Kitabı
yazma sebebimle yayımlatma sebebim aynı değildi. Kitap, elindeki olguların
fazlalığından kafası karışmış, atladığı bir şeyi bulma umuduyla bütün
tahkikatını gözden geçiren ve özetini yapan bir dedektif ruhuyla yazıldı. Bu
yüzden de projemin dördüncü yılında bu kitabı yazmaya başladığımda sonunun
nasıl geleceğini bilmiyordum ya da hayal meyal seçebiliyordum. Bu anlamda
kitap, şüpheleri, gecikmeleri, yanlış iz peşinde koşmaları da inceleyen
eşzamanlı bir günlüktür ve yazılma sürecinin kendisi araştırmanın hayati bir
parçasıdır.
Kitabı
yayımlama sebebimse, muhtemelen bulduğum şey kendi mizacıma ve içinde yaşadığım
koşullara has olsa da, onu bulurken kullandığım yöntemin başkalarına faydası
olabileceğini düşünmemdir, ulaştıkları sonuçlar benimkinin tam aksi olsa bile.
Bugünlerde böyle bir yönteme duyulan ihtiyaç açıkça ortada; insanın gerçekten
sevdiği ve sevmediği şeyleri keşfetmesini, seri üretim bir idealden ödünç
almadığı, gerçekten kendisine ait olan değerler için bir standart oluşturmasını
sağlayabilecek bir yöntem bu. Ancak
benden başkaları bu yöntemi faydalı bulsa bile bu kitap kesinlikle mutlu
olmanın yolları üzerine yazılmış bir eser değil. “Neleri seviyorum?” sorusunu
sorduğumda bulduğum şeylerin olabildiğince hakikate sadık bir kaydı bu. “Bunu
yapın,” demiyor, “Bunu yaparsanız neler olur?” sorusuna verilebilecek
cevaplardan birini veriyor sadece. Ben yaptığımda olanlar beni de şaşırttığına
göre, eminim burada anlattığım deneyimleri uzak ve yabancı bulacak başkaları da
çıkacaktır. Zira psikologlar insan mizaçları arasında büyük farklılıklar
olduğunu, her mizacın aşırı uçlarında olanların, karşıtını tümüyle yanlış
anladığını ve çoğunlukla aşağıladığını söyler. İnsanın yanlış bir tavır, yani
kendi mizacının eğilimlerine aykırı bir tavır takınabileceği düşüncesi de doğru
görünüyor; bu yüzden de benimle aynı deneyi yapmaya heves eden birileri olursa,
tıpkı benim gibi, aslında olduklarını zannettikleri kişiden çok farklı bir
mahluk olduklarını keşfedebilirler.
Keşiflerimde
kaçınılmaz bir şahsi koşullanma olsa da içlerinden bazılarının bütün herkes
için geçerli olabileceğini düşünüyorum. Mesela bir şeyi zihinsel olarak
bilmekle “yaşanmış” deneyim olarak bilmek arasında büyük fark olduğunu
keşfettim. Bu herkesçe bilinen bir gerçek olsa da hayati bir önem taşıyor.
Psikoloji üzerine yazılmış bilimsel kitapları okudukça deneyimin hayati
olgularının nasıl dışarıda bırakıldığını gördüm. Fikirlere görünüşte büyük bir
yeterlikle hâkim olduğun halde, bilgilerini hayata uygulamaya çalıştığında
bocalamanın mümkün olduğunu göstermek için okurlardan ilk birkaç bölümü okurken
şunu akıllarında tutmalarını rica edeceğim: Psikoloji bölümünden üstün başarı
belgesiyle mezun oldum ve bu deneyi sürdürdüğüm sırada pskiloji bilgimi, ders
vererek, araştırma yaparak ve başka şekillerde kullanarak hayatımı
kazanıyordum. Aslında bilmekle yaşamak arasındaki bu uçurum karşısında duyduğum
huzursuz şüphe, bu yöntemi geliştirmekte ilk adımları atmama sebep oldu.
Descartes’ı hatırlayarak, bana öğretilen her şeyden şüphe ederek işe başladım
ama bilgilerimi bir mantık ve argüman yapısı oluşturacak şekilde tekrar inşa
etmeye çalışmadım. Aklımdan değil hislerimden öğrenmeye çalıştım. Ama algımı
incelemeye, deneyimlerimi gözden geçirmeye başladığım andan itibaren, farklı
algılama şekilleri olduğunu ve bu farklı şekillerin beni farklı hakikatlere
ulaştırdığını keşfettim. Hayatı kafamdaki farkındalık merkeziyle, at
gözlüklerinden görmek anlamına gelen bir dar odak vardı, bir de bütün bedenimle
bilmek anlamına gelen, gördüğüm şeyleri algılayışımı hayli değiştiren geniş bir
odak vardı. Dar odağın aklın yolu olduğunu keşfettim. İnsanın hayat üzerine
fikir yürütmek gibi bir alışkanlığı varsa, hislere de aynı yoğunlaşmış ilgiyle
yaklaşmaması, hislerin genişliğini, derinliğini ve yüksekliğini gözden
kaçırmaması çok zor. Ama beni mutlu eden tam da o geniş odaktı.
Bunu
bulduktan sonra bir sonraki hedefim bu geniş odağın neye bağlı olduğunu
araştırmak oldu, çünkü bunu her istediğimde elde edemediğimi fark ettim.
Buradan yola çıkarak zihnimin daha önce hiç bilmediğim bir bölümünü keşfettim.
Düşüncem ne zaman “kör” olsa yani ne zaman düşündüğüm şeylerin farkında
olmasam, düşüncelerimin çocuksu ve mantıksız bir hal almaya meyilli olduğunu
gördüm. Elbette mesleki çalışmalarım dolayısıyla “bilinçdışı zihnin” içeriği ve
alışkanlıkları üzerine pek çok tanım okumuştum ve bilinçdışı tanımı gereği,
yardım almadan kendimde bilemeyeceğim bir şeydi. Ama psikanalistin karanlık
krallığıyla, bilinçli düşüncemin işlenmiş toprakları arasında bulunan ıssız
bölgeyi kendi kendime büyük bir randımanla keşfedebileceğimi bilmiyordum.
Bir-iki basit gözlem numarasıyla kendimde çok beklenmedik şeylerin farkına
var abileceğimden habersizdim. Yavaş yavaş bu bölgeyi keşfederek algımın
kuvvetini hangi güçlerin kısıtladığını ve bozduğunu, daha önceki gözlemlerimin
gün ışığına çıkardığı bu mutluluk kaynağından sürekli faydalanmamı neyin
engellediğini anlamaya başladım.
Kendi
içimdeki beklenmedik eğilimlerle sürekli yüz yüze gelsem de, olup bitenler
üzerine düşünmek için teorik terimler bulmak uzun zaman aldı. Ancak bu kitabın
büyük bölümünde anlattığım yolculuğumu tekrar gözden geçirme teşebbüsünden
sonra keşiflerimin bir kısmına ışık tutan bir teori geliştirebildim.
Başlangıçta hedefim teorileri değil olguları sunmak olduğundan bu yorumu
ayırarak Sonsöz’de ele aldım. Aşağıda teorinin kısa bir özetini bulabilirsiniz.
Yaşadığım
zorlukların, her insan kişiliğinin iki farklı tarafı olduğunu, her kadın ve
erkeğin potansiyel olarak hem erkek hem dişi olduğunu anlama konusundaki
beceriksizliğimden kaynaklandığını söyleyebilirim. Her birimizin içinde temelde
birbirine zıt ama birbirini tamamlayan eğilimler olduğunu, bu kutupların her
düşünce ve duygunun yönünü belirlediğini ve normalde cinsel ilişki olarak
adlandırılan şeyin çok ötesine geçtiğini daha önce fark etmemiştim. Öyle
görünüyor ki en makbul yaşam tarzının eril tarz olduğunu zannetmişim, nesnel
bakış ve başarı üzerine kurulu bir erkek hayatı yaşamaya çalışmışım. Ancak
alttan alta bunun asıl istediğim şey olmadığını hissetmiş olmalıyım, çünkü
deneyimlerimi sorgulamayı denediğim anda farklı bir duruşa yönelik itkiler
keşfetmeye başladım ve bunun sonucunda ruhsal dişiliğin ne anlama geldiğini bir
nebze anlayabildim. Dolayısıyla çalışmalarımın neticelerinden biri de
cinselliğin fizyolojik bir meseleden ibaret olmadığının keşfiydi, ama bunu daha
iyi anladıkça işin fiziksel yönü daha fazla önem kazandı. Bilimsel yazılarda
işime yarayacak çok az şey bulmuş olmama şaşmamak lazım, çünkü bu
çiftcinsiyetlilik teorisinin ışığında, fizyoloji ötesinde dişil bir duruşun nasıl
gelişeceğinin entelektüel açıdan hiç anlaşılmamış olduğunu gördüm. Gelişmiş
dişil duruş doğal olarak mistisizmde ifade bulduğundan, analitik zihin
tarafından ona kuşkuyla bakıldığını ve zihin açıklığı gerektiren tarafsızlığın
düşmanı olarak görüldüğünü düşünüyorum. Nesnel akıl yürütmenin karşısındaki en
zor iş, elbette kendi zıddını anlamaktır.
Tanıdığım
insanların (erkek olsun, kadın olsun) çoğu “eril” zekâyı, yani öznel sezgi
karşısında nesnel akıl yürütmeyi bir kült haline getirmiştir. Görünen o ki ben
de bu modaya uymuşum ve mantık simgelerinin “hakikat” olduğu, geri kalan her
şeyin sadece “istek-gerçekleştirimi” olduğu iddiasını kabul etmişim. Senelerce
bana kısır gelen bir entelektüel dille konuşmaya çabalamışım, evrenle ilişkimi
bana uymayan terimlerle anlamak için kendimi zorlamışım. Evren karşısında dişil
bir duruşun, zihinsel ve biyolojik açıdan, aslında eril bir duruş kadar meşru
olduğunu anlayamamışım; bunun tek sebebi de dişil duruşun, şimdiye kadar asla
tam manasıyla anlaşılamadığı, kendini de anlamadığı için mitolojik ve dini
simgelerine özel bir saygı ve meşruluk vermiş olması. Dişil ya da öznel duruşun
kendini anlamak için eril zekâya ihtiyacı olsa da, yetkin erkek zekâsına sahip
olan çoğu tanıdığımın yeterince iki-yönlü olmadığını fark ettim; bu yüzden de
ister erkekte ister kadında olsun, nesnelliğin anlamına dair bir fikirleri
yoktu. Weininger ve D. H. Lawrence gibi kendi dişiliğini kısmen anlamış olanlar
da korktukları için ondan nefret ediyor ve onu küçük görüyorlardı. Ben de ondan
korkmuş, hayatımı benim için yapay olan eril amaçlarla doldurmaya çalışmıştım.
Öyle görünüyor ki amaçlarını kaybetmek istemeyen eril tarafım, dişilliğe açık
bir hale gelmeye cesaret edememişti çünkü kimliğini kaybetmekten korkmuştu.
Böylesi bir açıklık oluşana kadar da ben, amaç odaklılığıma eşlik eden dar
dikkat odağından kurtulamamıştım.
Bütün
bunlardan, insanın hayatındaki sorunlarla yüzleşirken birbirine tamamen zıt iki
farklı tavır benimseyebileceği sonucunu çıkarttım. Birincisi dış dünyayı
değiştirmeye çalışmak, ikincisi kendini değiştirmeye çalışmak. Her ne kadar bu
tavırların ikisi birden herkeste potansiyel olarak mevcut olsa da çoğumuz
tek-yönlü bir hal almışız ve ilişkilerimizin çoğunda bu tavırlardan birini
tercih etmiş, ona meyletmişiz. Dışsal meselelerle uğraşan, amaçlarına uyacak
şekilde insanları ve şeyleri kontrol etmeye çalışan birisi için karşıt tavrın
sorunları ürkütücü ve gerçekdışıdır. Kendi kişiliğini dünyaya dayatma arzusu
olmayan, dış dünyanın ona sunduklarını kabul eden ve yeni bir varlığa dönüşen
kişiye de diğer tavır yüzeysel gelir – aynı zamanda korkulacak bir şeydir. Yine
de bu karşılıklı küçümseme ve korkunun yanı sıra hepimizde karşıt tavıra bir
özlem, dengeyi yeniden tesis etmek ve iki-yönlü bir kişilik olmak için
bilinçdışı bir gayret de vardır, Platon’un tanrıları tahtlarından indirmeye
kasteden sekiz uzuvlu varlıkları gibi.
Araştırmam
sırasında kendimi daha az düşünmenin yollarını aramaya başladım çünkü böyle tek
yönlü bir yaklaşımı sıkıcı buluyordum. Ancak kendisi hakkında daha az
düşünmenin herkese iyi geleceğini düşündüğüm anlamına gelmez bu. Kendilerini
sürekli dışsal amaçlara vakfetmeye eğilimli insanlar, dengeyi aksi yönde
bulabilirler.
Beni
bu keşiflere götüren yönteme gelince, katı görev ya da yüksek ahlaki gayretle
değil mutluluk anlarıyla ilintili olduğu için bu yöntemin kolay olduğu
zannedilmesin. Öğrendim ki asıl kolay olan insanın gerçekten sevdiği şeye
gözlerini kapamasıymış, kendi ihtiyaçlarını başkalarından hazırlop kabul
etmesiymiş, değerleri günbegün kalburdan geçirmekten kaçınmasıymış. Son olarak,
kendisinin zannettiğinden çok daha aptal olduğunu anlamaya hazır olmayan kimse
bu deneye kalkışmasın.
Londra,
1934
No comments:
Post a Comment