Monday, 23 February 2015

Yaşamsızlığın İntihar Tebessümü

Kendini bakışa sunmaya, teslim etmeye alışkın yığın, iktidarların gözetleyiciliğinden hoşnut kalır, gözetlendikçe gevşer, “ayrısı gayrısı olmadığını” göstermekten haz alır, iktidarın gözünde meşrulaşmak için açıldıkça açılır, saçıldıkça saçılır. Görüntünün ve gürültünün cazibesiyle kendini ortaya sermekten pornografik bir haz alan yığın, gözetlemekten de aynı hazzı alır: Röntgenciliğin ve teşhirciliğin birlikteliği! Farklı olmadıklarını, genelin, vasatın içinde yer aldıklarını, iktidara, modaya (ve medyaya) uyduklarını, paraya ve sopaya itaat ettiklerini gösterebilenlere –tüm bunları farklılık söylemi içinde yapanlara– bu hayatta yer vardır. (Sessizliğin Anarşisi 31)

Işık Ergüden’in tarifini yaptığı birbirlerinden farkı olmayan ve farkları olmadıkları için bu hayatta kendilerine yer bulan yığınlar, yaşadıkları bu hayatın itaat üzerine kurulu, estetize edilmiş, kalabalık bir yalnızlık şekli olduğunu bilmez, görmez veya bunu görmemezlikten gelir. İtaat üzerine kurulu bir tümellik olarak Ergüden’in betimlediği ‘bu hayat’ kendi içinkendine kattığı, kendi sesinin vekili olan ‘tekili’ sevip desteklerken,tüme vardırmayacak tekil ‘bireylerden’ hiç hoşlanmaz. Çünkü bu tümellik, bireyi herkesleştiren, yutarak çoğaltan ve yığınlar yaratan bir normalleştirmeyi amaçlar. Böylece, birey otoriteye boyun eğerken, boyun eğmenin gerekliliğini de içselleştirir. Otorite korkulası ve arzulanılası olur. Korkusuyla itaat,
arzusuyla da devamlılığı sürdürülür. Bu süreklilik ‘tümel bir bireylik’ olgusu yaratır. Bu herkes olma, herkesleşme halidir. Birey kendiliğinin yitimi, bireyin bireyliğinden intiharını yaratır. Öğrenilmiş bir feda olarak, can atarcasına bir intihar. Kutlayarak, eğlenerek,toplanarak, çoğullaşarak birey hadımının inanmışlığına yapılan ritüelistik bir intihar. Evvel intihar etmiş zombi bedenlerin sevinç naralarının dayanağı, güvencesi olan intihar.

Birey kaybının ‘artık paydası’; tıraşlanmış, yalnızlığından koparılmış, biricikliği çoğullaştırılmış, topluma katılmış - kazandırılmış, herkes kadar herkesleşmiş, herkesleştirilmiş bir toplum ifadesi. Köle, kör ve mutlu! Gelecek zaman çıkmazının şimdiki zaman çekimini yapmaya çalışan çoğul bir tek-tip algısı. Ergüden’in sözleri bunu şairane ve yalnız ve yılmaz şöyle özetler: “Yer üzerindeki en uzak geçmişinden Evren İçindeki geleceğine, biyolojik varlığından ruhsallığına uzanan, gidip gelen, fırlayan, kendini fırlatan insan; geçmişe ve geleceğe, şimdiki halini fırlatan insan – yüzünü ve bedenini, ayrı ayrı, geçmişe ve geleceğe döndüren, kimi zaman her ikisini de aynı yöne döndüren insan–; insanlaştırılmış olduğundan, bebeklik ve vahşilik hali zor kullanılarak uygarlaştırıldığından,aslında köleliğini köleliğine fırlatır daima” (39).

Kısaca söylendiğinde, Ergüden’in tarif ettiği, parçası olduğumuz bu hayat!, yaşanılası değil çoğulluğun tek-tipliliği ile projelendirilmesi gerekendir. Yaşanacak olan, yaşanması gerek olan, ödevini yapanın alacağı mükâfatıdır. Ödev itaat. Mükâfat da ‘yaşama dair’ olan değil; yığının öğrendiği, öğrettiği ‘hayata ait’ olandır. Birey, bu nedenle, ‘yaşayacak olan’dan önce neyi-nasıl yaşayacağını ‘öğrenmesi gereken’dir. Neleri nasıllarla öğrenmek tekil için şart, neleri nasıllarla öğretmek de çoğulun kanunudur. Her öğrenen bir taşıyıcı; her taşıyıcı da öğreten bir mekanizma olarak ‘herkesin’ kendisidir. Birey bu yolla herkes, herkes de öğrenme ve öğretme sürecini kendi burgacında ‘herkes için bireye karşı’ savuran bir araçtır.

İtaat üzerine kurulu bu mekanizma, kendi meşruiyetini, kendi oluşunu temin edebilmek için hayatın ne olmadığını ve ne olmaması gerektiğini önce dayatır. Hizanın kaybolmaması için kuralcı, yasakçı ve o ana kadar süre gelmiş sürü alışkanlıklarının da muhafazakâr savunucusudur. Yığına ne olmadığını söyleyerek, olunmayacaklardan geriye kalan! olmak için mecbur kalınanı sunan ve içselleştirtip, yücelterek, sevdiren bir mekanizmadır. Mecbur kalınanlar içerisinden, ‘bonkör görünümlü bir pintiliğin’ demokratik savurganlığıdır. Seçme şansının olduğu! ve neyi seçmek gerektiğinin fazlasıyla öğrenilmiş olunduğu sessiz bir müdahaledir. Mazoşizmin fetişizmine saplantılı, bulaşıcı bir heyulasıdır. Öğrenilmiş, tek-tipleştirici, sırıtkan, çoğul bir yalnızlığın sakinliği, enerjisi ve mutluluğudur. Sistem, el ele, el birliğiyle, genişler, esnektir: Yitirdiği şeyin kendi hayatı olduğunun farkında olmayan bön ve budala yığın, seve seve yer aldığı sistem içinde itişip kakıştıkça, basamak sayısı sürekli artan merdivenin en altlarında herkes birbirini ezip tırmanmaya çabaladıkça, sistem yaylanır, esner, herkesi kapsamayı bilir. Üretim, tüketim, seyir, eğlence, boş zaman, görüntü, gürültü, iktidar hırsı... dışında kalma ihtimali taşıyanı; ya “birey olma”, “farklılık”, “marjinallik”, “özel hayat”, “muhalif-lik” gibi söylemlerle emer, denetim ve pazar içi kılar, ya da “toplum düşmanı” olarak damgalar, anarşist, terörist, bölücü, deli, meczup, aşırı, romantik... diye adlandırıp tanımlayarak, dışlar, kapatır, fiziksel olarak imha eder. Herkesleşenler, herkesleşmenin huzuru ve güveni içinde mutludur artık. (28)

Çoğul bir yalnızlığın mutluluğu, zombi bedenlerin biraradalığı, hareketi, açlığı ve oburluğu. Tek-tiplilik soruları sevmez, sorgulamayı da tanımaz. Bireyi tüketmek üzere ‘ortak bir kendilik’ üretmenin, teşhirinin, kabulünün, memnuniyetinin fasit döngüsünde geçirilen yaşamların mirasyediciliği. Herkesin ortak mirası, ne toprak ne de başka bir maddi araç. Kültür yaratmak, taşımak ve dayatmak. Taşımak kaçınılmaz, ya dayatma? Walter Benjamin, kültürlenmenin sırlı sularının hem tanrısal bir berraklığa hem de şeytani bir bulanıklığa dönüşebilme potansiyelini faşizmi örnekleyerek ifade eder:..faşizmin, oluşumu da, topluma kendini kabul ettirebilmesi de modern toplumların kültür yaşamının kendi işleyişinden yararlanarak olmaktadır.

Yaşamın kendisi üzerinde etkide bulunabilmek, yaşam'ı özgürce biçimlendirebilmek olanaklarından soyutlanan modern toplum insanı; faşizm olgusu henüz ufukta gözükmediği zamanlarda dahi, faşizmin oluşturucu temelleri üzerine kurulmuş bir hayatın ve bu hayatı sürekli kılan bir yaşama üslubunun içindedir. Bu yaşama üslubu ise, modern toplum insanlarına, yaşamın kendisi üzerindeki söz haklarını yitirdikleri ölçüde, yaşamın kendisini değil, yaşamın bazı odaklarca estetize edilmiş replikasını yaşamakla yetinmek zorunluluğunu getirmektedir. Bu nedenle, yaşamın kendisinin yerine, onun, dışımızdaki odaklarca estetize edilmiş replikasının yaşanabilmesinin mutlaklaştırılmış biçimi olan faşizm, modern toplumların "kitle kültürü" içinde yaşayan insanlar için artık, fazla yabancı olmayan bir olgudur. (49)

İntihara Doğanlar: Yaşamsızlık İfadesi Olarak Estetize Edilmiş Hayat

Yaşamın kendisi üzerinde söz hakkının yitirildiği ve ona alternatif olmayan kurgulanmış, tasarlanmış, tekrar tekrar inşa edilen bu hayat, bireyin içine itildiği, içine doğarak ‘içine öldürüldüğü’ bir mecburi hizmet. Ergüden’in ifadesiyle “Doğum, bir yere, bir zamana. Ve doğuş, istilaya uğramak: geçmişin, ailenin ve çevrenin istilasına. Kişi bir uzantı artık; ailenin, çevrenin, toplumun, kuşağın, tarihin uzantısı. Yaşayan ve ölü bir tarihe, tasarı ve hayallere eklenir kişi; içselleştirir ya da dışlar tüm bunları, ama sonuçta, bir amaç ve anlam edinir kendine: Soyun, toplumun, kurumların yeniden üretimi. Amaçta ve anlamda ortaklık, herkes gibi, “içerden biri” olmak, kurallara ve hiyerarşiye riayet etmek, mertebeleri birer ikişer tırmanmak; hayatta kalma, tutunma gücüne ve iktidarına sahip, mutlu kişi!” (11). Bir yere ve zamana ölü doğmak, uslu bir tümelliğin gebeliğinin müjdesi, intiharıdır. Herkes ile – herkes olarak intihar, heplenmiş, uslu olmayı içselleştirmiş yığın bir tek-tipliliğin saadeti. Geleneğin kutsiyeti, ortodoksinin galibiyeti, sermayenin zekâsı, girişimciliği; türlerin kökeninin sustuğu yer. Ölü doğum ne bir yer

Söylenmesi gerekeni bilip! söyleyemediği, söylemediği; bildiğini! gizlediği, gizlemesi
gerektiğini öğrendiği; öğrendiğini kabullendiği ve uyguladığı zamanın kabulü; ve kabul dışının bilinmediği, bilinmeyenin mutluluğudur intihar. Stratejist kaygılarla terbiye edilen, sonranın, yarının fırsatçı ümidini taşıyan, bir başkasını itaat ettirmeyi bilerek ya da bilmeden arzulayan her itaat kabulü eylem, intihara doğmuş her birey için ‘herkesliğin’ öğrenilmiş ortaklığı içerisinde yaşam bulur. Tek-tipliliğe ait özgünlük karşıtı yığın sesleri, ortaklık yaratımını - herkesliği, bireylere yüklenecek benzer arzu, hırs ve korkular üzerine inşa eder.

Sessiz bir teşebbüsün intiharı. Söylenmemiş sözün ağırlığı gibi. Yine Sessizliğin Anarşisi’nde Işık Ergüden bunu: “susuyor olmaktan başka ortaklıkları olmayanların ortak eylemi...” (52) şeklinde açıklarken yaşam ile girilen tekil her angajmanın değerli olmasına rağmen, artık özgün olmayan, herkese, herkesliğe ait sesin hatta sessizliğin, tümel öğretilerin tek-tipliliği içerisinde duyulamayan, anlaşılamayan kuru bir gürültüyü oluşturduğuna işaret eder. İntihar her an ve her yerde tüm sessizliğiyle toplu icra edildiğine göre hayatın estetik kılınışını da normal karşılamak gerekir. Çünkü artık bahsi geçen, ‘yaşam’ değil bizatihi ‘hayatın’ kendisidir. Farkına varılmadan yaşanan mazoşist doyumların çokluğunun, emsal gösterilebilirliğinin, emsal alınabilirliğinin mutlu kabulüdür intihar. Öğrenilmiş çıkarlara kurban edilen bir özgün benlik sessizliğidir; varlığın varlıksızlığa tecessümü, varlığın tümel bir varlığa dönüştürülmesi, varlığın yoksanmasıdır intihar.

Tümelliğin neden ve sonucu olan tek-tiplilik ile idrak olunan yaşamsızlığı ironik olarak intiharın bir biçimi olarak sunmanın yerinde olduğunu düşündüm. Yaratılmış hayatların birbirlerine benzerliği ve bunların artık üzerinde söz hakkı bulunulamayan yaşamın kendisine bir müdahale şekli olduğunu göstermek ve özellikle Ergüden’in düşündürücü ifadelerinin rehberliğinde, aslında sözlük anlamı üzerinden herhangi birinin öz yaşamını sonlandırması olarak hepimizin bildiği intiharı farklı bir çerçeveden ele alıp düşündürmek istedim. Yoksa sözlük anlamıyla bildiğimiz intihar için farklı pek çok sebep sonuç ilişkisi veya ilişkisizliği üzerinden anlatı oluşturmak mümkün.

Doğruluğu, yanlışlığı, günah oluşu, olmayışı, ‘tutunamayan’ bir zihnin kendini imha edişi şeklinde, felsefi, edebi, psikolojik, psikiyatrik vs. gibi farklı, ayrı veya birlikte okumalar ve düşünmeler üzerinden tartışmak mümkün. Sözlük anlamıyla düşündüğümüzde, bir açıklama getirme gafletine düşersek belki bunun için: Varlık, yaratma gayretinin rastlantısallığında belge alan bir ardıl varsama, oluş ise; intihar için de her ne sebeple olursa olsun itirazı olan bir zihnin, hakkında yazılacak ardıl tanımlamalara rağmen kendiliğinin yıkılgan iradesi olduğu söylenebilir. Çünkü doğum bir yere ve zamana düşerek yaratan, çoğaltan ve istila eden bir eylem ise, intihar da bir zaman ve yeri tayin idrakindeki otonomi olarak görülebilir.

Olumlayıcı veya itiraz edici bir tavır yerine ‘kavramın’ parçalara bölünerek farklı görmeleri nasıl sağlayabileceğini özellikle bu yazının en başından beri takip ettiği çizgide işlemeyi özellikle tercih ettim. “La Révolution Surréaliste” dergisinin 1924’te yayımlanan ilk sayısındaki bir duyuru üzerine Antonin Artaud’un kaleme aldığı alttaki metni ‘varlık, oluş, yokluk’ üçgenini ileri doğru bir ivmelenme hareketinin mecburiyeti olarak ölümü ve intiharı anlatmak yerine, gerisin geri bir olmayışı arzulaması açısından düşünmeye değer buluyorum:

Peki, evvelki bir intihar hakkında ne diyebilirsiniz, bizi adımlarımızı gerisin geri takip etmeye sevk etmiş bir intihar – ama ölümün tarafına değil de, varoluşun diğer tarafına götüren adımlarımızı. Benim için değer taşıyan yegâne intihar bu olurdu. Ölmek gibi bir arzum yok, var olmamayı istiyorum ben; Antonin Artaud’nun ondan çok daha zayıf olan benliğini oluşturan bu salaklıklar, vazgeçişler, reddedişler ve kör karşılaşmalar faslına hiç düşmemiş olmayı… Bu başıboş malulün benliği, zaman zaman, bizzat kendisinin üzerine tükürdüğü şeye gölgesini düşürüyor – nice zamandır sakat ve kaçak, zahiri ve imkânsız olduğu halde kendini gerçekliğin içinde bulmuş bu benlik. Kimse benliğin zayıflığını onun kadar derinden hissetmedi, insanlığın birincil, temel zayıflığı. Yok etmek, var olmama.

Bitirirken, ‘hayata’ rağmen ‘yaşamı’ düşleyebilen, düşünebilen ve hisseden, tümele, tektipliliğe itirazı olan, tekil varlıkların ısrarcı varoluşlarını sürdürme duygusunu başarılı bir şekilde dillendiren Işık Ergüden’in yılmaz ifadeleriyle noktalamanın yerinde olacağını düşünüyor ve onun sözlerini bu duygudaşlığın muhataplarının sesi ve temsili olarak gösterilebileceğine inanıyorum:

Hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmaması için Auschwitczh’ten bu yana bunca emare birikmişken hâlâ felsefe yapıyor, şiir yazıyor olmak bir yana, yaşıyor olmak bile bir karabasan gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa ve hâlâ yaşıyorsak; direndiğimiz her yerde iktidarların kadiri mutlaklığını dengelediğimizi, geri çekildiğimiz her yerde oyunu iktidarlara terk ettiğimizi fark ediyorsak; çıkışsız, ümitsiz, kısır döngüler içinde, giderek daha kötüye gidişi her an hissederek hâlâ yaşıyorsak; intihar etmiyor ve yaşıyorsak; hayatlarımızı iyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi estetik, etik kategorilerle değil, kötünün kötüsü, yanlışın yanlışı gibi “alt” kategorilerle ifade ediyorsak; ve yaşadıklarımız ancak bir öfke yığını olarak içimizde birikirken, üstüne üstlük ayakta kalmamızı sevgilerimizden çok öfkelerimize borçlu olduğumuzu da fark ediyorsak... belki de tüm bu farkındalığımızdır, yıkıcılığımıza etik ve estetik bir değer katabilen. (59)

…İntihar etmeyip yaşıyorsak, anlamın büyüklüğünden değil, hayatın içine düşmüş olmaktan, muzur bir merak ile ıstıraplı bir inadın götüreceği yeri görme isteğinden; bir de, üstüne üstlük, şahsi duruşun gölgesinin topluma bir lanet olarak düşmesini diliyor olmaktan başka bir anlamı yoktur her güne yeniden başlamanın. (10)


M.Önder Göncüoğlu
Aralık 2014 Muğla 

Kaynakça:
Benjamin, Walter. Estetize Edilmiş Yaşam: Sanat'tan Savaş ve Siyasete Alman Faşizminin Kuramları.
Derleyen: Ünsal Oskay. Der Yayınları. İstanbul, 1995.
Ergüden, Işık. Sessizliğin Anarşisi. Kaos Yayınları. İstanbul, 2008.
Skopbülten. “Sürrealizm 1924-2014 / İntihar Bir Çözüm mü?” Antonin Artaud, Çeviri: Elçin Gen

(8.4.2014). http://www.e-skop.com/skopbulten/surrealizm-1924-2014-intihar-bir-cozum-mu/1890

Wednesday, 18 February 2015

Tezer Özlü’den Notlar:

“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”
                                                  

“İnsan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor,oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü.”

“İnsanın başkalarına söylemek istedikleri kendi duymak istedikleridir.Yazdıkları,okumak istedikleridir.Sevmesi sevilmeyi istediği biçimdedir.”

“Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler. Öyleyse yaşamımızı neden yabancılar arasında geçirmiyoruz.”

“Duygular,duygular,duygular.Bırak kentleri,bırak yapıların görkemini,yoksulluğunu,bırak yolları,istasyonları,insanları,yabancıları,sevdiklerini,çocukluğunu,ölen uzaktaki insanlarını,bırak,bırak,bırak içinde seni kemiren seni bırak.Bak nerelere varıyor gökyüzü.Hangi zamanlara.Hangi sonsuzluğa.Git.”

“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur – artık hiçbir yerdesin.”

“- Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
- Yaşarsın. Herkes herkessiz yaşayabilir.”

“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.”


“Anlatamayacağım. Bu insanlar Guguk Kuşu filmini de Napolyon’un Yaşam Öyküsü filmini de limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa elimden ne gelir?”

“Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarlağım çevresinde dönen bir yolculuğun. Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.”

“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.”

“Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken...gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek......... isterim hep.”

“İçimdeki kıpırdanışları dinliyorum. Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum. Dünyanın bize yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum.” 

“Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı?”                                                                                     

“Derin bir uykuya düşmeye çabalıyorum. Olmuyor. Uzun sürüyor uykunun gelip, beni bana unutturması.”


“Ben köylüleri köylerde seviyorum.”

“Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek,tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni.Yaşamı, GİTMEK olarak algılıyorum.”

“Sınırları tanıyan, benimseyen, bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın sonundaki bireysel bağımsızlığa erişemeyecek. Hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak.”

“Karanlık uzun geceler vardır. Kapalı gözlerimle uzandığım. Birkaç saatin bana ait olduğu karanlıklar.”

“Bazı kitaplar, gerçek yaşamdan daha duyarlı, daha büyük boyutlara götürüyor beni.”

“İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım.”

“Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.”


“Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır.”
“Kafamda hep saplantılar. Kendini sürüklüyorum. Aynı korkunç sıkıntıyla. İnsanlar arasına. Çünkü yerim, insanların arası. Sabah uyanınca günün boşluğu korku veriyor bana.”

“Dünyasındaki insanlardan biriydim. Onunla birlikte hiçbir şeyim ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor.”

 “Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı.”

“İçin için henüz ölmediğime, yaşamın sürekliliğini duyduğuma seviniyorum.”

“Ama her şey yalnızlık içinde büyüdü. Büyüdü. İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı bir başınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu anımsattığı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgarının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa.”

“Susarken, yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, boşalırken. Bu duyguyu yitirmediği sürece insanın bunalımı bile anlamlı. Duygular, bir kişi olarak belirlenmese de. Ama insan bu duygularını birinin tenine, bedenine aktarabilse, bunu başardığı an yaşam inandırıcı oluyor. İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan ve ölen canlıyı yenen tek duygu.”

― Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk


Journalist Stabbed to Death in Istanbul Because of a Snowball!


Nuh KÖKLÜ

02/17/2015


Journalist Nuh Koklu had been playing snow fight with his friends on the evening of February 18 in Istanbul’s Kadıköy district when he was going back home from Homeland Security Bill sit-in that ended earlier at Kadıköy’s ‘Bull Square’. The area is known for its relaxed atmosphere and peaceful neighborhood except for police’s violent attacks on peaceful protests. During the snow fight, according to the Turkish media, a snowball hit a shop window, which caused the shopkeeper’s anger.

Angry shopkeeper got furious over a snowball, went out to attack the youngsters playing in the street. As the spice seller realized that the club is not effective in beating youngsters, and when he was outnumbered and pushed back in his attack, he went inside his shop, grabbed a knife running after the young people. One from the group fell on the ground, shopkeeper attacked, Nuh went in to protect his friend. The shopkeeper stabbed Nuh Koklu’s heart repeatedly.


The shop of the killer shopowner has been marked “Murderer” by some friends of the journalist

Nuh was taken to a hospital nearby but he had died. The shopkeeper is also taken to a hospital. The witnesses say the shopowner had shouted “go tell the police, I have enough reports for psychological state… They would have to release me before you know it anyways!” The reports killer shopowner refers to are the ones cited in Turkish Penal Code’s article 46.


The shop of the killer shopowner has been marked 
“Murderer” by some friends of the journalist               
President Erdoğan’s Rhetoric Had an Effect?

This incident took place not long after Turkish President Erdoğan’s notorious comments regarding the legality of violence applied by shopkeepers. At a speech he gave at the union of shopowners, Erdoğan had said “shopowners of this country are protectors of honor, peace and stability on streets, they are the soldiers, guardians, police of streets; when the moment comes they suppress coup attempts.” These remarks had drawn reaction by many people in Turkey, especially from the supporters of protest movements who still felt the grief and anger for over a dozen killed protesters.





  



Ali İsmail Korkmaz
Erdoğan’s speech came not long after the trial of murderers of Ali İsmail Korkmaz, who was beaten to death by police and shopkeepers during Occupy Gezi protests. Rhetoric adopted by government members seems to have a much greater impact on society when it comes to justification of violence and legitimacy of monopoly over violence.






Nuh Köklü during a strike                                             
The shop of the killer shopowner has been marked “Murderer” by some friends of the journalist
Nuh Köklü was a member of the Journalists’ Union of Turkey (TGS), and acted as the workplace representative of TGS during the 2009 Sabah strike, eventually becoming one of the 10 journalists discharged because of industrial action.

The Yeldeğirmeni Solidarity Group published a statement following the murder, saying, “This is a hate murder! It is the outcome of the hate towards a cheerful group of women and men playing snowball.”

The last ever tweet he shared read “paranoid governments’ biggest fear is a people united; it is time of a univocal reaction to all kinds of troubles now.” According to his friends, Nuh’s last words were “Please let this be a dream!”


Muktedir erkekliğin tecavüzcü fıtratı I Oya Baydar


Self-portrait as the Allegory of Painting La Pittura  Artemisia Gentileschi


18 Şubat 2015

Gencecik bahar dalı Özgecan’ın vahşice katledilmesi cinnet sınırlarında gezinen toplumun pimini çekti. Bu son kadın cinayeti, artık katliama varan benzer cinayetlerin toplumun duyarlı kesimlerinde biriktirdiği öfkeyi, tepkiyi, korkuyu, çaresizliği bir patlama ile ortaya serdi. Her gelişmenin, her olayın siyasî husumetin, kamplaşmanın, cepheleşmenin aracı haline getirildiği bu sağlıksız,  vicdansız ortamda, siyasî-ideolojik kavga şimdi Özgecan’ın acısı üzerinden sürdürülüyor.
Kadınlar ayakta, gençler ayakta, siyasiler sahnede; laik kesim meydanlarda, sokaklarda, medyada, kadın cinayetlerinin, tecavüzlerin, kadına şiddetin hesabını iktidardan soruyor.

İktidar, tuhaf ama anlaşılabilir bir savunma refleksiyle Özgecan’ın ailesinin etrafında pervane. Başbakan ve eşi ellerinde sihirli değnek varmışçasına, kadına şiddetin mutlaka sona erdirileceğini taahhüt ediyorlar. Erdoğan iki kızını Mersin’e göndermiş, kızlar babalarının konuya ne kadar önem verdiğini göstermek için iki lafı beceriksizce üst üste koyma telaşındalar. AKP’li kimi bakanlar, milletvekilleri, ama sadece onlar değil kısasa kısas zihniyetinin sokaktaki adamdan devletin en üst kademesine kadarki temsilcileri -fırsat bu fırsat- idam cezası getirilmeli ezberini tekrarlayarak toplumun hassas sinir uçlarına dokunup parsa toplama peşindeler. Özgecan’ın hunharca katledilmesi toplumdaki nefrete, bozulmaya, vicdansızlaşmaya ayna tutuyor. Ve bu ayna, kimi AKP destekçisi, iktidar yandaşı yazarların, siyasetçilerin, kimi adı ünü duyulmuş Müslüman muhafazakâr kişilerin, fetvacı derin hocaların karanlık yüzlerini yansıtıyor.

Bu satırların sahipleri utanmazlar mı hiç?

Nihat Doğan diye bir medya yaratığının attığı tweet öne çıktı, ama sadece tweet’lerde değil gazete köşelerinde, TV kanallarında, konuya ilişkin iğrenç ya da çarpık düşünceler beyan eden kadınlar, erkekler, yazarlar, siyasetçiler, din hocaları ne yazık ki hiç az değil. Örneğin şu satırlar, AKP yandaşlığı ve Erdoğan hayranlığı ile bilinen, son zamanlarda piyasaya sürülen bir kadın yazara ait. Özellikle ünlem işaretlerini aynen koruyarak aktarıyorum:

“Özgecan’ın ailesi Tunceli’den gelmiş. Tuncelili bir Alevî ailenin kızı. Velhasıl Dersimli!.. Bir diğer ayrıntı ise kız yanında biber gazı taşıyor. Demek oluyor ki bu noktada kızın tepkisini bilenler var!!! Herhangi bir minibüse binmiyor kız. Orada bir jandarmanın (!) çevirdiği minibüse biniyor. İşin ilginç yanı, olayda neden jandarma var (!)… Kitle eylemleri oluşturmak için uygun bir konu seçilmiş gibi görünüyor !!! Ve olayı hemen Selahattin Demirtaş’ın sahiplenmesi oldukça manidar…”

Tayyip Erdoğan’ın çevresindeki paranoyak komplo teorisyenleri bile bu kadarına cesaret edemezlerdi. Genç hanım yazarımız Ak Saray zihniyeti ve söyleminin parlak bir örneğini sunarak Cumhurbaşkanlığı danışmanlığını gerçekten hak ediyor.
Yeni Şafak gazetesinin bir başka kadın yazarından: “Müslüman ülke, tecavüz…fırsatçılığa soyunmayın. Amerika’da da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın.”
Doğrudur; çenelerimizi kapatalım, yatıp bacaklarımızı açalım, dayağı, tecavüzü sineye çekelim, erkek şiddetine sessizce katlanalım, öldürülmeyip sağ kalırsak da Allaha dua edelim. Nasıl olsa Amerika’da da oluyormuş böyle vakalar…
Aynı gazetenin bir başka kadın yazarından Özgecan cinayetini protesto eden kadınlara:

“Susun ve doktora gidin. Bi kendinize gelin, dizilerdeki gibi kahraman mı olacaksınız sanıyorsunuz.”

Aynı gazeteden, kafasıyla değil cinsel organıyla düşünüp konuşmakla, Erasmus’u orgazmus sanmakla ünlü bir adam, hem köşesinde hem çıktığı TV programında: “Suçlu medya. Laik papazlar! Gece gündüz cinsel özgürlük, bireysellik, egoizm naraları atarsanız olacağı bu!” diye feryad ediyor.
Bu tarz yüzlerce alıntı yapılabilir, hem de sadece kıyı köşe yazarlarından, iktidar kankası örtülü örtüsüz bacılarımızdan değil, muktedirlerin, siyasilerin bizzat kendilerinden de.

Kadına şiddetin kaynağı tam da o fıtrat işte!

Nerede yanlış yaptık, kadına şiddetin önüne nasıl geçebiliriz? sorularına cevap aranırken özellikle Müslüman muhafazakârların üzerinde birleştiği nokta, o kesimden bir yazardan alıntıyla: “Müslüman bilincini kuşanmak, fıtrata dönmek”.

Kadına yönelik şiddet ve vahşet, Diyanet İşleri Başkanı’ndan başlayıp iktidarın sözcülerine, yazarlarına, kanaat önderlerine,hocalarına kadar, Müslüman muhafazakâr değerlerin yitirilmesiyle, fıtrattan sapılmasıyla, “gaddar ve zalim bir kültürün” yani Batı kültürünün iğvâsıyla, saldırısıyla açıklanıyor. Kimileri de, ilim bilim sahibi görünmek için akıllarının boyunu aşan kaptalizm analizlerine girişip sapla samanın karıştığı izahlar peşindeler. Ardından da, sadece Müslüman muhafazakârlarca değil toplumun geniş kesimlerince paylaşılan klişeleşmiş çözüm önerisi geliyor: Aile kurumunun pekiştirilmesi ve idam cezasının geri getirilmesi…
Aile ve idam konularını bir başka yazıya bırakıp işin bam teli olan fıtrat (insanın yaratılıştan gelen doğası, huyu, mizacı) meselesine dönersek, kadına yönelik şiddetin esas ve tartışılmaz kaynağı muktedir erkek fıtratıdır. Erkeklik “fıtraten” iktidarla eşitlenir. Erkekliğin (yaratılmış değil kazanılmış) fıtratında  iktidar tutkusu, tahakküm ve şiddet vardır. Muktedir erkek fıtratı kendini her şeyden önce kadın üzerinden pekiştirir ve yeniden üretir.

Özellikle tek tanrılı dinler fıtratı yaratana ve yaratılışa bağlayarak insanın kendini aşma, özgürleşme, prangalardan kurtulma atılımını engeller. Kadere rıza gösterme, verili düzeni ve o düzenin hakimlerini kabullenme, muktedire boyun eğme, fıtrat kavramıyla, kader olarak dayatılır. Oysa toplumsal cinsiyet rolleri, toplumda kadınla erkeğin yeri, kadının konumu, vb. fıtratın değil toplumsal organizasyonun, toplumsal kültürün ve zihniyetin ürünüdür. Yaratılıştan gelen biyolojik-fizyolojik farklılıklar kadınla erkek arasında hiyerarşik bir durum, bir alt-üst ilişkisi değil, iki cinsiyetin eşitliğini ve birbirini tamamlamasını sağlar. Kadınla erkek eşit değildir sözü özensiz bir dil sürçmesi değil, fıtrat öğretisinin temel kuralıdır.
Toplumlar, ilkel toplumlardan karmaşık organizasyona  sahip toplumlara doğru evrildikçe biyolojik farklılıklar (özellikle kadının doğurganlığı, insan yavrusunun yaşayabilmek için bir süre ‘ana’ya bağımlılığı, kadının savaşa, öldürmeye değil korumaya, yaşatmaya dönük psikolojik güdüleri) erkek egemenliğini, erkek iktidarını, muktedir erkeklik zihniyetini yaratmıştır. Muktedir erkekliğin ilk ve pervasız iktidar alanı kadındır.

Bütün dinler, özellikle tek tanrılı semavî dinler erkek iktidarının kaleleridir. Bütün bu dinlerde Allah ‘baba’dır. Peygamberler, tebliğciler, din büyükleri, ulema erkektir. Kuraları onlar koyar, kutsal kitapları onlar yazar, Allah’ın kelamı dediklerini onlar kendi erkek dillerinden aktarır. İslamiyet (hele de Sünnî Müslümanlık) erkek egemenliğinin mutlak ve tartışmasız olduğu dindir. Kadın-erkek eşitliği (modern toplumda yasalara geçse bile) dinen asla kabul edilemeyecek bir kavramdır. Muktedir Müslüman erkeğin kadına bakışı, en olumlu yorumla, Özgecan cinayetinden sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Kadınlar bize Allah’ın emanetidir” sözünde ifadesini bulur. Kur’an’a atfen sık sık tekrarlanan kadın yüceltmeleri de, erkeğin dölleyip kendine evlatlar verecek “ana kadın”la sınırlıdır. IŞİD’in, Boko Haram’ın, benzer yapıların, dünyanın gözleri önünde sergilenen kadınlara yönelik uygulamaları bir sapmadan çok, günümüzde kabul edilmesi güç olan aşırı bir yorum sayılabilir. Müslüman bilincini kuşanıp fıtrata dönmeyi isteyenler, kadın konusunda aradıkları modelin ipuçlarını IŞİD’çilerin uygulamalarında bulabilirler.

Gerçeği görmeye cesaret edelim

Muktedir erkekliğin kadına bakışı sadece dinî inançla değil, toplumsal yapıyla, geleneklerle, tarihten gelen etkiler ve yerel özelliklerle karşılıklı etkileşim içinde biçimlenir, yaygın bir zihniyete dönüşür. Gerçeği görelim: Kadın ve cinsellik konusunda toplumumuza hakim olan zihniyet muhafazakârlığı da aşan bir yasakçılık ve bağnazlıktır. Erkeğin şerefini namusunu, malı kabul ettiği kadının ahlakına, faziletine bağlayan; kadının ahlakını faziletini de bacak arasında arayan zihniyet ne bugünün iktidarıyla ne de AKP ile sınırlıdır. Toplumsal ahlakı kadının cinselliği üzerinden tanımlayan anlayış; töre cinayetlerinden namus cinayetlerine, beden fobisinden “kadın” demeyi bile ayıp sayıp kadını “bayan” yapan dile, “dişi köpek kuyruğunu sallarsa” türünden iğrençliklere, hamile kadınlar sokağa çıkmasın fetvalarına sürüp gider.
Kuşkusuz, günümüzün muktedirleri kafalarındaki Müslüman muhafazakâr toplum modelini hayata geçirmeye çabalarken bu ilkel ve kadın düşmanı zihniyeti attıkları her adımla, kadın aşağılamaları ile, kadını analık işleviyle kısıtlama, kadınla erkeği daha ilk okuldan, neredeyse beşikten birbirlerinden ayırma çabalarıyla, kız çocukları erkek çocuklardan uzak tutmayı dindarlık ve ahlak gibi göstermeleriyle, kadının bedeni ve yaşamı üzerinde tek hak sahibi olduğunu inkâr eden tutum ve uygulamalarıyla pekiştiriyorlar. Tepkilerin iktidara yönelmesinin nedeni de bu.

Peki ne yapacağız? Kadına şiddeti engellemek için yaygın şekilde dile getirilen ailenin güçlendirilmesi, idam cezasının geri getirilmesi, vb. önlemler ne kadar geçerli olur? Yarına bırakalım. 

Sunday, 15 February 2015

İnsanlığın bittiği yerde erkeklik başlar – Özgür Babaoğulları

15 Şubat 2015

Sadistliği su götürmez bir vakayı eleştirmek kolay, maazallah herkes abdest alıp iki Fatiha okur gibi tepkilere doymamakta. Oysa bu pislik evde, okulda ve sokakta boy veriyor. Daha minicik çocukken pipinin ne kadar değerli, kadınınsa canımız sıkılınca tekmelenecek denli bir şey olduğunu öğreniyoruz

Kadının dikenli patikalarda yürütüldüğü bu ülkede hayat, erkek denen yontulmamış densizler ordusuna vakfedilmiş dört şeritli gıpgıcır pembe otobanlı tecavüz yolları açmaktan ibaret. Tıpkı insanaltı sadist güdülerle işlenmiş bir cinayette etek boyu ölçen akademisyen unvanlı bir zevzeğin pembe otobüs fikri gibi. Yahut canı ve karnı burnunda kadında ahlak ilkesi arayan herif-i na-şerif gibi. Özgecan gitti. Haberlerde gördüm, hakikaten özge bir can. Katil zanlısı yaratığı da gördüm. Deliller son derece müspet, rahatlıkla konuşabilirim: Tecavüzcü her yaratık gibi yüzünde beşeriyete dair herhangi anlamlı bir kıvılcım bulunmayan insanaltı bir yaratık. Yüzüne dikkatlice bakın, nette fotoğrafları mevcut. Benzeri tüm yaratıklardan hiçbir farkı olmayan şablon bir tip. Asıl sorun şu: Bunlar ürüyor, hem de o kadar çok ki…

Ürüyorlar, hem de milyonlarca… Öyle ki, bu ülkede her birey önce ne insan, ne kadın, ne çocuk olarak doğar: Yalnızca ve yalnızca önce “erkek” olarak doğuyoruz. Kadın bile olsa önce “erkek” olarak doğurulur ve “erkek” yetiştirilir. Bu topraklarda beşeriyet, medeniyet, tarih vs yoktur: Adına her ne denirse densin önce “erkeklik” vardır. Medeniyet, beşeriyet, ahlak, ecdat, din, milliyet vs adına her ne denirse özünde hepsi palavra. Hepsi aslında tek bir şeydir: Erkeklik! Ondandır ki bu topraklarda “erkekliğin” dışında her şey ötelenir, yaşatılmaz. Az ve azınlık olsun istenir. Denemesi bedava: Erkekçe olmayan hiçbir yolla iş bulamazsınız. Erkekçe olmadan yemek yiyemez, gülemez, eğlenemez, sevişemez, okuyamaz, evlenemez, kızlı-kızlı, kızlı-erkekli, insan insana oturamaz, konuşamaz, düşünemezsiniz. Nefes almak, su içmek dahil erkekçe olmadan yapılan her şey ayıplanır, dışlanır, gayrı meşru görülür. Din, ahlak, milliyet, eğitim, kültür her şeyin en genel belirleyen ve kapsayıcı kümesi merkezine erkekliğin oturduğu bir kocaman boş kümedir. Hülasa, o yüzdendir ki bu topraklarda beşeriyet ve onu ima edecek gerçek anlamıyla bir medeniyet yoktur, erkeklik vardır. Bu toprakların olmayan medeniyetinin merkezinde -insan vs elbet fazla lüks- erkekler ve erkeğe benzeyenler olabilir ancak.
Dikkat, erkek çıkabilir!

Erkekler, kadın kılığına girip tenha bir sokakta yürümeye çalışsınlar. Laf yemeden geçebilecekleri bir tane sokak bulamazlar. Hadi kadın kılığına girmek “erkekliğe” zeval verir. İnternet bağlantısı olan bir bilgisayar bulup kadın ya da çocuk takma ismiyle bir sohbet sitesine girip beklesinler. Birkaç dakika içinde onlarca kişi yazacak ve her 10 kişiden 5’i selam sabah vermeden fantezilerini yazmaya, sevişme teklif etmeye başlayacak. Geçenlerde yapılan araştırmadan sonra bizzat denedim, takma bir çocuk ismiyle girdim ve sadece on dakika içinde 50’ye yakın istismar girişimine maruz kaldım. Üstelik “çocuğum” dememe rağmen!

Vaziyet buyken Özgecan’ın akıbetine şaşırmak hakikaten zor. Çünkü bu ülkede kadınların taciz edilmeden yürüyebilecekleri sokak sayısı her şehirde bir elin parmaklarını geçmez. İstisnadır. Tersinden söylersek, güvenli sokaklar hiç yok gibidir, tüm sokaklar tehlikelidir. İstatistikler de bunu doğrular. Her yıl on bine yakın kadın tecavüze uğruyor. Her on kadından 7-8’i mutlaka tacize uğruyor, sarkıntılık görüyor. Her yıl on binden fazla çocuk da istismara uğramakta. Bunlar bir şekilde bildirimi yapılan vakalar. Gerçek sayı bunun en az 3 misli. Korktuğu, baskı gördüğü, utandırıldığı için uğradığı cinsel saldırıyı söylemeyenler, söyleyenlerin en az 2-3 misli. Adli sistemse, mağdurları yıldırmak için dizayn edilmiş gibi. Mağdurların adli süreçlerde o travmaları tekrar yaşamaları vakayı adiye. Az evvel verilen sayılara bir de genel erkek şiddeti vakalarını ekleyin. Her yıl 300’e yakın ölüm, on binlerce yaralama, dayak vs. Kadının güvenle yaşayacağı bir tek alan yok; medeniyete bak, çay demle!

Kadın reyonları

Ve bir ülke. Ülke değil fütürist ve sadist bir gerilim filmi. Dökülmeyen, elinizde kalmayacak bir yeri yok ve beşeriyete dair üretecek anlamını hepten yitirmiş bir bataklık. Her yanımız rezil kere rezil teke gibi erkeklik, ter ve pislik kokuyor. Ve bizler her tarafı kan, ter, ayak ve pislik kokan bu bünyeye iki tas su döküp abdest aldırmaya uğraşıyoruz ki sabah akşam çamaşır suyunda bekletsen arınmaz. Anamın bir sözü var: O kadar pis ki, köpek yalasa karnı doyar! Sadistliği su götürmez bir vak’ayı eleştirmek kolay, maazallah herkes abdest alıp iki Fatiha okur gibi tepkilere doymamakta. Oysa bu pislik evde, okulda ve sokakta boy veriyor. Daha minicik çocukken pipinin ne kadar değerli, kadınınsa canımız sıkılınca tekmelenecek denli bir şey olduğunu öğreniyoruz. Eve gelen amcalar ve dayılar hep pipimizi görmek istiyor. Bebekliğimizden beri pipimizin bir tür maymuncuk olduğunu anlıyoruz. Konuşmaya başlayınca anlamını bilmesek bile pipimizi bir şeylere sokup çıkarmanın, ağzımızda pipimizle dolaşmanın bizi rahatlattığına koşullanıyoruz. Salaş bir marketin sebze reyonunda geziyoruz hep. Koşup top oynayacak yaşta mahallemizin bıçkın ağabeylerinden sokakta yürüyen kadınların uzuvlarının hangi meyvelere benzediğini eşsiz mecazlarla tahsil ediyoruz. Muz, hıyar, patlıcan sair sebze ve meyveleri hep çüklerle yiyoruz. Karpuz, şeftali, domates vs ise popo ve memeyle. Soframızda hep kadınlığı katık ediyoruz. Çoğu kere sofraya dua, şükür ya da neşeyle değil; evde, sokakta, dışarıda yahut akıldaki herhangi bir kadına küfürle başlıyoruz. Yemeğin suyuna bandığımız annemiz olurken, salatanın ekşisi kız kardeşimiz oluyor. Bulaşıklarıysa hep ablamızla yıkıyoruz. Evin, okulun, sokağın ve kendimizin temizliğini hep kadının teriyle yapıyor; kirli çoraplarımızı her zaman onların dolaplarında saklıyoruz. Kaçımız birer minik firavun gibi yetişmedi ki?
Ailedeki genel tahsilimizde öğrendiğimiz ilk şeylerse “Kadın gibi ağlamamak, kırıtmamak, nazlanmamak, gülmemek ve ciddi olmak.” Önce evin erkeği olmayı öğreniyoruz. Başta annemiz ve varsa kız kardeşlerimiz olmak üzere namus diye bir şey olduğunu anlıyoruz. Namus dediysek, öyle çalıp çırpmamak, dürüst olmak, haksızlığa karşı çıkmak vs değil: Kadın bedeni. Sonra mahallemizin namusları olduğunu anlıyoruz. Okula başlayınca da tüm toplumun namusunun yani bekâretinin bizden sorulması gerektiğini. Mecazi biçimle başlayan tahsilimiz giderek daha bir ete kemiğe bürünüyor. Böylece, sebze-meyve reyonuyla başlayan kariyer de gençliğe gelince kasabın çırağı ve kalfalığına erişiyor. Yaşımız kemale erince her birimiz usta bir et simsarı; yani kasap oluyoruz.
İnsana, doğaya, çevreye ve topluma dair bilgilerimizin temeli simsarla koyun arasındaki dramatik ilişki kadar oluyor. Öncelikle nesnelerle aramızda kanlı ve ticari bir ipek yolu uzanıyor. İşte bu temele milleti, dini, ahlakı ve devleti oturtuyoruz. Üzerine koyduğumuz her yeni kavram, kasapla koyun arasında uzanan ticari yolda araçsallaşan yeni bir ürün. Başka bir ifadeyle milleti, devleti, dini, ahlakı ve toplumu hep “erkekliğince” biliyoruz. Devlet, toplum, millet, aile, din ve ahlakla kurduğumuz ilişki ticari faaliyetlerin ve metanın biriktiği birer hayvan pazarı. Ve elbet, devlet-toplum-aile-ahlak’ın döngüsel biçimde ürettiği şey de erkeklik yani pazarın bizzat kendisi oluyor. Böylesi bir döngüde şişen kof erkek egolarımızdan gayrı unutturulmak istenen hep bizzat kedimiziz. Önce kendimize, sonra kadına, sonra da tüm topluma yabancılaşmış ucube ve basit organizmalara dönüşüyor, dönüştürüyoruz. Döngünün motivasyonu erkeklik, kendisi mezbaha olunca ürettiği şey de hep kan, pislik ve ter. Ağlamayı, gülmeyi, zayıf olmayı, üzülmeyi, takdir etmeyi, sevmeyi bilmeyen; içi alabildiğince kibir, ego ve hırsla dolu; ağzında hep ben dili dolanan, alabildiğince kontrolcü, denetimci, otoriter garip yaratıklar. En tepeden en aşağıya hızla göz gezdirin: Ne kadar çok olduğumuzu göreceksiniz…

Sarolta Ban














Hayatım İçin Mücadele Ettim ve Kazandım

Sohaila Abdulali 17 yaşında iken

15/02/2015

Sohaila Abdulali yaşamını ABD'de sürdüren bir yazar ve gazeteci. 1980 yılında 17 yaşındayken Hindistan’ın Mumbai şehrinde bir çetenin tecavüzüne uğrayan ve hayatta kalmayı başaran Sohaila Abdulali'nin uğradığı tecavüzden üç yıl sonra Hindistan’da yayımlanan feminist dergi Manushi için yazdığı makale:

Hayatım İçin Mücadele Ettim ve Kazandım

Bundan üç yıl önce on yedi yaşındayken dört adamın toplu tecavüzüne uğradım. Adım ve fotoğrafım bu makale ile 1983 yılında yayımlanan Manushi dergisinde mevcut.

Ben Bombay’da büyüdüm ve halen Amerika’da okuyorum. Tecavüz üzerine bir tez yazıyorum ve birkaç hafta önce evime, Hindistan’a araştırma yapmak için geri geldim. Üç yıl önceki o günden beri insanların tecavüze dair fikirlerinin, tecavüz eden ve tecavüze uğrayanlar hakkındaki fikirlerinin ne kadar yanlış olduğunun son derece farkındayım. Tecavüz mağdurlarına yapıştırdıkları yaftaların da öyle. İnsanlar tekrar tekrar ölümün belki de kaybedilen o kutsal ‘bekaretten’ daha iyi olduğunu ima edip duruyorlar.  Ben bunu kabul etmeyi reddediyorum. Benim için hayatım çok değerli. Kadınların kendilerine yapıştırılacak bu tür yaftalardan korunmak için sessiz kaldıklarını ama bunu yaparken de sessizliklerinden dolayı korkunç acılar çektiklerini düşünüyorum. Erkekler pek çok nedenden dolayı hep kurbanları suçluyor, ne acayip ki kadınlar da öyle. Belki içselleştirilmiş ataerkil değerler yüzünden, belki de kendilerini böylesine ürkütücü bir ihtimale karşı sağlam kılmak için.

Ilık bir Temmuz akşamı oldu her şey. Kadınların tecavüz suçlarına karşı geliştirilmiş kanunlar talep etmeye başladıkları yıldı. Arkadaşım Raşit ile beraberdik. Yürüyüşe çıkmıştık, Bombay’ın banliyölerinden biri olan Chembur’daki evimden bir buçuk mil uzaklıkta bir yerde, bir dağ eteğinde oturuyorduk. Ellerinde orak olan dört adamın saldırısına uğradık. Bizi dövdüler, dağa tırmanmaya zorladılar ve bizi orada iki saat tuttular. Fiziksel ve psikolojik olarak istismar edilmiştik, hava kararınca bizi birbirimizden ayırdılar, çığlıklar atıyorduk. Bana tecavüz ettiler, Raşit’i de rehine olarak tuttular. Eğer ikimizden birisi direnirse, ötekisi zarar görecekti. Bu etkili bir taktikti.

Bizi öldürüp öldürmemeye bir türlü karar veremediler. 

Hayatta kalmak için elimizden ne geliyorsa yaptık. Amacım yaşamaktı, yaşamak her şeyden önemliydi benim için. Başlarda saldırganlarla fiziksel olarak mücadele ettim. Beni yere serdiklerinden sonra da sözlü olarak mücadele etmeye devam ettim. Öfkenin ve bağırıp çağırmanın bir faydası yoktu; ben de insanlıktan bahsetmeye başladım onlara, bir insan olduğumu, onların da aslında insan olduklarını anlattım durdum. Bu söylediklerimden sonra biraz daha nazik oldular, en azından bana o an tecavüz etmeyenleri. İçlerinden birisine eğer beni ya da Raşit’i öldürmezlerse,  ertesi gün geri geleceğimi ve onunla buluşacağımı, tecavüzcüm ile buluşacağımı söyledim. Bu sözlerimin bedeli benim için ifade edebileceğimden de ağırdı ama tehlikede olan iki hayat vardı ortada. Oraya tek bir şartla geri giderdim, elimde çok ama çok sivri bir alet varsa, o adamın bir daha tecavüz etmesini engelleyecek bir alet. Bana senelerce sürmüş gibi gelen bir işkencenin ardından (Sanırım on kere tecavüz ettiler ama o kadar çok canım yanıyordu ki bir süre sonra neler olup bittiğini fark edemez hale gelmiştim.) bıraktılar bizi. Bırakırken de bir erkekle yalnız olduğum için ne tür ahlaksız bir orospu olduğum üzerine uzun bir diskur çektiler. Onları en ifrit eden şey de buydu. Her seferinde sanki bana bir iyilik yapıyormuş gibi davranıyorlardı, bana bir ders veriyorlarmış gibi. 

Onlarda o gece gördüğüm ‘ben bilirimciliğin’ en fanatik haliydi.

Bizi dağdan aşağıya indirdiler, karanlık bir yolda birbirimize tutuna tutuna, yalpalaya yalpalaya yürüdük. Bir süre bizi takip ettiler, ellerindeki orağı sallayıp duruyorlardı – belki de en korkuncu buydu, kaçış çok yakındı ama ölüm hâlâ başımızın üzerinde bir yerde asılıydı. Sonunda eve vardık, yıkılmış, yaralanmış ve parçalanmıştık. İnanılmaz bir duyguydu serbest olmak, hayatımız için pazarlık etmekten ve söyleyeceğimiz her kelimeyi tartmak zorunda olmaktan kurtulmuş olmak. Her kelimemizi tartıyorduk çünkü biliyorduk onları öfkelendirmek karnımıza yiyeceğimiz bir orak manasına gelecekti. Öyle tuhaf bir rahatlama hissi kaplamıştı ki iliklerimize kadar tüm bedenimizi, sonunda kelimenin tam anlamıyla histerik bir şekilde inlemeye başladık. Tecavüzcülerime ciddi ciddi hiç kimseye bir şey söylemeyeceğime dair söz vermiştim ama eve gelir gelmez babama polisi aramasını söyledim. Ben onları endişelendirdiğim için ne kadar endişeliysem, o da o kadar endişeliydi, şaşkındı. Yaşadığımı bir daha kimse yaşamasın diye elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Polis duyarsızdı yaşadığımıza, hor gören bir tavırları vardı ve ne yapıp edip beni suçlu bulmayı becerdiler. Ne olduğunu sorduklarında, her şeyi son derece açık bir şekilde anlatmıştım. Utanan sıkılan, yanakları kızaran bir kurban olmamam tam bir rezaletti onlar için. Yaşadıklarımın herkes tarafından öğrenileceğini söylediklerinde bunun benim için sorun olmadığını ifade ettim. Dürüst olmak gerekirse ne Raşit’in ne de benim suçlanabileceğim aklımın ucundan bir kere bile geçmemişti. ‘Korunmam’ için suça yatkın gençlerin kaldığı bir eve yerleştirilmem gerekebileceğini söylediler,  bana tecavüz edenlerin yargı önüne çıkmasını sağlayabilmek için pezevenkler ve tecavüzcülerle aynı yerde yaşamaya razıydım.


Kısa süre sonra adalet sisteminde kadınlar için adalet olmadığını fark ettim. Bize dağda ne yaptığımızı sorduklarında öfkelenmeye başladım. Raşit’e neden bir şey yapmadığını sorduklarında bağırmaya başladım. Raşit’in direnmesinin benim için daha da fazla işkence demek olduğunu anlamıyorlar mıydı? Ne tür giysiler giydiğimi ve Raşit’in bedeninde neden hiç görünür bir iz olmadığını (Orağın sapıyla sürekli karnına vurdukları için iç kanaması vardı.) sorduklarında çaresizlik hissiyle ve korkuyla ağlamaya başladım. Bunun üzerine babam haklarında tam olarak ne düşündüğünü söyleyerek polisleri evden kovdu. İşte polisin bana verdiği tüm destek bundan ibaretti.

Ortada bir suç olduğuna dair hiçbir işlem yapılmadı. Polis yürüyüşe gittiğimizi ve dönüşte eve  ‘geç kaldığımızı’  yazan bir tutanak tuttu.

Neredeyse üç yıl oldu ama hâlâ bu yaşadıklarımı düşünmediğim tek bir günüm geçmedi. Güvensizlik hissi, kırılganlık, korku, öfke, çaresizlik, sürekli bunlarla mücadele ediyorum.
Bazen yolda yürürken arkamda ayak sesleri duyduğumda terlemeye başlıyorum, çığlık atmamak için dudağımı ısırıyorum. Dostane dokunuşlarda sıçrıyorum ve sıkı atkılar, fularlar filan takamıyorum. Boğazıma yapışmış iki el gibi geliyorlar bana. Erkeklerin gözünde beliren o belirli bakışı görünce yüreğim hopluyor. O bakış çok sık beliriyor erkeklerin gözünde. Ama pek çok açıdan artık daha güçlü bir insan gibi hissediyorum kendimi. Hayatımın kıymetini hiç olmadığı kadar çok biliyorum. Her günüm bir hediye. Ben hayatım için mücadele ettim ve kazandım. Olumsuz hiçbir tepki beni böyle hissetmekten, bunun olumlu bir şey olduğunu düşünmekten alıkoyamaz.

Erkeklerden nefret etmiyorum. Bu çok kolay olurdu. Hem pek çok erkek de farklı şekillerde zulüm görüyor. Nefret ettiğim ataerkil düzen, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna dair, erkeklerin kadınların sahip olmaması gereken haklara sahip olduklarına dair ve erkeklerin bizlerin haklı sahipleri olduklarına dair o yalanlar silsilesinden nefret ediyorum.

Feminist arkadaşlarım tecavüze uğradığım için kadın meseleleri ile ilgilendiğimi düşünüyorlar. Öyle değil.  Yaşadığım tecavüz feminist olma nedenlerimden sadece bir tanesi. Neden tecavüzü diğer nedenlerden ayırayım ki? Neden sadece tecavüz istenmeyen bir ilişki biçimi olsun ki? Bize aslında her gün tecavüz edilmiyor mu, sokakta yürürken ve tüm gözler üzerimizdeyken? Bize birer cinsel nesneymişiz gibi davranıldığında da, haklarımız hiçe sayıldığında da ve pek çok farklı biçimlerde ezildiğimizde de tecavüz edilmiyor mu bize? Kadınların ezilmesi tek bir boyutta ele alınamaz. Örneğin bir sınıf analizi yapmak çok mühim ama bu bile çoğu tecavüzün kişinin kendi mensubu olduğu sınıfta gerçekleştiğini anlatmaya yetmiyor.

Kadınlar farklı şekillerde ezildikleri sürece tecavüze uğrama tehlikeleri hep var olacak. Tecavüzün hep etrafımızda olduğunu ve farklı biçimleri olduğunu idrak etmeliyiz. Sessizlik içinde üstünü kapamamalıyız tecavüzün ve tecavüzü olduğu gibi algılamalıyız; yalnızca tecavüz edenin suçlu olduğu bir şiddet suçu olarak.

Hayatta kaldığım için kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar mutluyum. Tecavüze uğramak yine kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar korkunçtu ama hayatta kalmak bence bundan çok daha önemli. Bir kadının elinden böyle hissetme hakkını alıyorsanız, değer yargılarınız ile ilgili son derece yanlış bir şeyler var demektir. Eğer birisi saldırıya uğruyorsa ve hayatta kalabilmek için onu dövmelerine izin veriyorsa, hiç kimse o kişinin kendi rızası ile dövüldüğünü düşünmez. Söz konusu tecavüz olduğunda ise kadına neden kendine bunu yapmalarına izin verdiği sorulur hep, neden direnmediği, yaşadığı şeyden zevk alıp almadığı.

Tecavüz belirli bir kadın grubunun başına gelen bir şey değil, tecavüz edenler de belli bir grup erkek değil. Tecavüz eden vahşi bir deli de olabilir, yan komşunuz bir oğlan çocuğu ya da son derece sevecen bir amca.  Tecavüzün başka kadınların sorunu olduğu algımızdan vazgeçelim. Evrenselliğinin farkına varalım ve tecavüz denen olguyu doğru düzgün anlayalım.

Bu dünyadaki güç ilişkileri değişene kadar, kadınların erkeklerin mülkü olduğu fikri ortadan kalkana kadar hep bu korkuyla, haklarımızın hiçbir şekilde cezalandırılmadan ihlal edileceği korkusu ile yaşayacağız.

Ben ölümden dönmüş biriyim, bir felaketzede. Kimseden bana tecavüz etmesini istemedim ve tecavüzümden de zevk almadım. Görüp görebileceğim en korkunç işkenceydi o gece yaşadığım. Tecavüz asla bir kadının kendi suçu değildir. Bu yazdığım yazı da kendimizi potansiyel kurbanlar olmadığımıza ikna etmek için uydurduğumuz ve aslında bunu yaparken gerçek kurbanları bir insanın yaşayabileceği en acı tecrite mahkûm ettiğimiz o son derece konforlu mitleri yıkmak, sessizliği bozmak için atılmış bir adımdır aslında.


www.sohailaink.com