Kendini bakışa
sunmaya, teslim etmeye alışkın yığın, iktidarların gözetleyiciliğinden hoşnut
kalır, gözetlendikçe gevşer, “ayrısı gayrısı olmadığını” göstermekten haz alır,
iktidarın gözünde meşrulaşmak için açıldıkça açılır, saçıldıkça saçılır.
Görüntünün ve gürültünün cazibesiyle kendini ortaya sermekten pornografik bir
haz alan yığın, gözetlemekten de aynı hazzı alır: Röntgenciliğin ve
teşhirciliğin birlikteliği! Farklı olmadıklarını, genelin, vasatın içinde yer
aldıklarını, iktidara, modaya (ve medyaya) uyduklarını, paraya
ve sopaya itaat ettiklerini gösterebilenlere –tüm bunları farklılık söylemi
içinde yapanlara– bu hayatta yer vardır. (Sessizliğin Anarşisi 31)
Işık Ergüden’in
tarifini yaptığı birbirlerinden farkı olmayan ve farkları olmadıkları için bu hayatta
kendilerine yer bulan yığınlar, yaşadıkları bu hayatın itaat üzerine kurulu,
estetize edilmiş, kalabalık bir yalnızlık şekli olduğunu bilmez, görmez veya
bunu görmemezlikten gelir. İtaat üzerine kurulu bir tümellik olarak Ergüden’in
betimlediği ‘bu hayat’ kendi içinkendine kattığı, kendi sesinin vekili olan
‘tekili’ sevip desteklerken,tüme vardırmayacak tekil ‘bireylerden’ hiç
hoşlanmaz. Çünkü bu tümellik, bireyi herkesleştiren, yutarak çoğaltan ve yığınlar
yaratan bir normalleştirmeyi amaçlar. Böylece, birey otoriteye boyun eğerken,
boyun eğmenin gerekliliğini de içselleştirir. Otorite korkulası ve arzulanılası
olur. Korkusuyla itaat,
arzusuyla da
devamlılığı sürdürülür. Bu süreklilik ‘tümel bir bireylik’ olgusu yaratır. Bu herkes
olma, herkesleşme halidir. Birey kendiliğinin yitimi, bireyin bireyliğinden
intiharını yaratır. Öğrenilmiş bir feda olarak, can atarcasına bir intihar.
Kutlayarak, eğlenerek,toplanarak, çoğullaşarak birey hadımının inanmışlığına
yapılan ritüelistik bir intihar. Evvel intihar etmiş zombi bedenlerin sevinç
naralarının dayanağı, güvencesi olan intihar.
Birey kaybının ‘artık
paydası’; tıraşlanmış, yalnızlığından koparılmış, biricikliği çoğullaştırılmış,
topluma katılmış - kazandırılmış, herkes kadar herkesleşmiş, herkesleştirilmiş
bir toplum ifadesi. Köle, kör ve mutlu! Gelecek zaman çıkmazının şimdiki zaman
çekimini yapmaya çalışan çoğul bir tek-tip algısı. Ergüden’in sözleri bunu şairane
ve yalnız ve yılmaz şöyle özetler: “Yer üzerindeki en uzak geçmişinden Evren İçindeki
geleceğine, biyolojik varlığından ruhsallığına uzanan, gidip gelen, fırlayan,
kendini fırlatan insan; geçmişe ve geleceğe, şimdiki halini fırlatan insan –
yüzünü ve bedenini, ayrı ayrı, geçmişe ve geleceğe döndüren, kimi zaman her
ikisini de aynı yöne döndüren insan–; insanlaştırılmış olduğundan, bebeklik ve
vahşilik hali zor kullanılarak uygarlaştırıldığından,aslında köleliğini
köleliğine fırlatır daima” (39).
Kısaca söylendiğinde,
Ergüden’in tarif ettiği, parçası olduğumuz bu hayat!, yaşanılası değil çoğulluğun
tek-tipliliği ile projelendirilmesi gerekendir. Yaşanacak olan, yaşanması gerek
olan, ödevini yapanın alacağı mükâfatıdır. Ödev itaat. Mükâfat da ‘yaşama dair’
olan değil; yığının öğrendiği, öğrettiği ‘hayata ait’ olandır. Birey, bu
nedenle, ‘yaşayacak olan’dan önce neyi-nasıl yaşayacağını ‘öğrenmesi
gereken’dir. Neleri nasıllarla öğrenmek tekil için şart, neleri nasıllarla
öğretmek de çoğulun kanunudur. Her öğrenen bir taşıyıcı; her taşıyıcı da öğreten
bir mekanizma olarak ‘herkesin’ kendisidir. Birey bu yolla herkes, herkes de öğrenme
ve öğretme sürecini kendi burgacında ‘herkes için bireye karşı’ savuran bir
araçtır.
İtaat üzerine kurulu
bu mekanizma, kendi meşruiyetini, kendi oluşunu temin edebilmek için hayatın ne
olmadığını ve ne olmaması gerektiğini önce dayatır. Hizanın kaybolmaması için
kuralcı, yasakçı ve o ana kadar süre gelmiş sürü alışkanlıklarının da muhafazakâr
savunucusudur. Yığına ne olmadığını söyleyerek, olunmayacaklardan geriye kalan!
olmak için mecbur kalınanı sunan ve içselleştirtip, yücelterek, sevdiren bir mekanizmadır.
Mecbur kalınanlar içerisinden, ‘bonkör görünümlü bir pintiliğin’ demokratik savurganlığıdır.
Seçme şansının olduğu! ve neyi seçmek gerektiğinin fazlasıyla öğrenilmiş olunduğu
sessiz bir müdahaledir. Mazoşizmin fetişizmine saplantılı, bulaşıcı bir
heyulasıdır. Öğrenilmiş, tek-tipleştirici, sırıtkan, çoğul bir yalnızlığın
sakinliği, enerjisi ve mutluluğudur. Sistem, el ele, el birliğiyle, genişler,
esnektir: Yitirdiği şeyin kendi hayatı olduğunun farkında olmayan bön ve budala
yığın, seve seve yer aldığı sistem içinde itişip kakıştıkça, basamak sayısı
sürekli artan merdivenin en altlarında herkes birbirini ezip tırmanmaya
çabaladıkça, sistem yaylanır, esner, herkesi kapsamayı bilir. Üretim, tüketim,
seyir, eğlence, boş zaman, görüntü, gürültü, iktidar hırsı... dışında kalma
ihtimali taşıyanı; ya “birey olma”, “farklılık”, “marjinallik”, “özel hayat”,
“muhalif-lik” gibi söylemlerle emer, denetim ve pazar içi kılar, ya da “toplum
düşmanı” olarak damgalar, anarşist, terörist, bölücü, deli, meczup, aşırı,
romantik... diye adlandırıp tanımlayarak, dışlar, kapatır, fiziksel
olarak imha eder. Herkesleşenler, herkesleşmenin huzuru ve güveni içinde
mutludur artık. (28)
Çoğul bir yalnızlığın
mutluluğu, zombi bedenlerin biraradalığı, hareketi, açlığı ve oburluğu.
Tek-tiplilik soruları sevmez, sorgulamayı da tanımaz. Bireyi tüketmek üzere ‘ortak
bir kendilik’ üretmenin, teşhirinin, kabulünün, memnuniyetinin fasit döngüsünde
geçirilen yaşamların mirasyediciliği. Herkesin ortak mirası, ne toprak ne de
başka bir maddi araç. Kültür yaratmak, taşımak ve dayatmak. Taşımak kaçınılmaz,
ya dayatma? Walter Benjamin, kültürlenmenin sırlı sularının hem tanrısal bir
berraklığa hem de şeytani bir bulanıklığa dönüşebilme potansiyelini faşizmi örnekleyerek
ifade eder:..faşizmin, oluşumu da, topluma kendini kabul ettirebilmesi de
modern toplumların kültür
yaşamının kendi işleyişinden yararlanarak olmaktadır.
Yaşamın kendisi
üzerinde etkide bulunabilmek, yaşam'ı özgürce biçimlendirebilmek olanaklarından
soyutlanan modern toplum insanı; faşizm olgusu henüz ufukta gözükmediği
zamanlarda dahi, faşizmin oluşturucu temelleri üzerine kurulmuş bir hayatın ve
bu hayatı sürekli kılan bir yaşama üslubunun içindedir. Bu yaşama üslubu ise,
modern toplum insanlarına, yaşamın kendisi üzerindeki söz haklarını
yitirdikleri ölçüde, yaşamın kendisini değil, yaşamın bazı odaklarca estetize
edilmiş replikasını yaşamakla yetinmek zorunluluğunu getirmektedir. Bu nedenle,
yaşamın kendisinin yerine, onun, dışımızdaki odaklarca estetize edilmiş
replikasının yaşanabilmesinin mutlaklaştırılmış
biçimi olan faşizm, modern toplumların "kitle kültürü" içinde yaşayan insanlar için
artık, fazla yabancı olmayan bir olgudur. (49)
İntihara Doğanlar:
Yaşamsızlık İfadesi Olarak Estetize Edilmiş Hayat
Yaşamın kendisi
üzerinde söz hakkının yitirildiği ve ona alternatif olmayan kurgulanmış, tasarlanmış,
tekrar tekrar inşa edilen bu hayat, bireyin içine itildiği, içine doğarak ‘içine
öldürüldüğü’ bir mecburi hizmet. Ergüden’in ifadesiyle “Doğum, bir yere, bir
zamana. Ve doğuş, istilaya uğramak: geçmişin, ailenin ve çevrenin istilasına.
Kişi bir uzantı artık; ailenin, çevrenin, toplumun, kuşağın, tarihin uzantısı.
Yaşayan ve ölü bir tarihe, tasarı ve hayallere eklenir kişi; içselleştirir ya
da dışlar tüm bunları, ama sonuçta, bir amaç ve anlam edinir kendine: Soyun,
toplumun, kurumların yeniden üretimi. Amaçta ve anlamda ortaklık, herkes gibi,
“içerden biri” olmak, kurallara ve hiyerarşiye riayet etmek, mertebeleri birer
ikişer tırmanmak; hayatta kalma, tutunma gücüne ve iktidarına sahip, mutlu
kişi!” (11). Bir yere ve zamana ölü doğmak, uslu bir tümelliğin gebeliğinin
müjdesi, intiharıdır. Herkes ile – herkes olarak intihar, heplenmiş, uslu
olmayı içselleştirmiş yığın bir tek-tipliliğin saadeti. Geleneğin kutsiyeti,
ortodoksinin galibiyeti, sermayenin zekâsı, girişimciliği; türlerin kökeninin
sustuğu yer. Ölü doğum ne bir yer
Söylenmesi gerekeni
bilip! söyleyemediği, söylemediği; bildiğini! gizlediği, gizlemesi
gerektiğini
öğrendiği; öğrendiğini kabullendiği ve uyguladığı zamanın kabulü; ve kabul dışının
bilinmediği, bilinmeyenin mutluluğudur intihar. Stratejist kaygılarla terbiye
edilen, sonranın, yarının fırsatçı ümidini taşıyan, bir başkasını itaat ettirmeyi
bilerek ya da bilmeden arzulayan her itaat kabulü eylem, intihara doğmuş her
birey için ‘herkesliğin’ öğrenilmiş ortaklığı içerisinde yaşam bulur.
Tek-tipliliğe ait özgünlük karşıtı yığın sesleri, ortaklık yaratımını -
herkesliği, bireylere yüklenecek benzer arzu, hırs ve korkular üzerine inşa
eder.
Sessiz bir teşebbüsün
intiharı. Söylenmemiş sözün ağırlığı gibi. Yine Sessizliğin Anarşisi’nde
Işık Ergüden bunu: “susuyor olmaktan başka ortaklıkları olmayanların ortak
eylemi...” (52) şeklinde açıklarken yaşam ile girilen tekil her angajmanın
değerli olmasına rağmen, artık özgün olmayan, herkese, herkesliğe ait sesin
hatta sessizliğin, tümel öğretilerin tek-tipliliği içerisinde duyulamayan,
anlaşılamayan kuru bir gürültüyü oluşturduğuna işaret eder. İntihar her an ve
her yerde tüm sessizliğiyle toplu icra edildiğine göre hayatın estetik
kılınışını da normal karşılamak gerekir. Çünkü artık bahsi geçen, ‘yaşam’ değil
bizatihi ‘hayatın’ kendisidir. Farkına varılmadan yaşanan mazoşist doyumların
çokluğunun, emsal gösterilebilirliğinin, emsal alınabilirliğinin mutlu
kabulüdür intihar. Öğrenilmiş çıkarlara kurban edilen bir özgün benlik
sessizliğidir; varlığın varlıksızlığa tecessümü, varlığın tümel bir varlığa
dönüştürülmesi, varlığın yoksanmasıdır intihar.
Tümelliğin neden ve
sonucu olan tek-tiplilik ile idrak olunan yaşamsızlığı ironik olarak intiharın bir
biçimi olarak sunmanın yerinde olduğunu düşündüm. Yaratılmış hayatların birbirlerine
benzerliği ve bunların artık üzerinde söz hakkı bulunulamayan yaşamın kendisine
bir müdahale şekli olduğunu göstermek ve özellikle Ergüden’in düşündürücü ifadelerinin
rehberliğinde, aslında sözlük anlamı üzerinden herhangi birinin öz yaşamını sonlandırması
olarak hepimizin bildiği intiharı farklı bir çerçeveden ele alıp düşündürmek istedim.
Yoksa sözlük anlamıyla bildiğimiz intihar için farklı pek çok sebep sonuç ilişkisi
veya ilişkisizliği üzerinden anlatı oluşturmak mümkün.
Doğruluğu,
yanlışlığı, günah oluşu, olmayışı, ‘tutunamayan’ bir zihnin kendini imha edişi
şeklinde, felsefi, edebi, psikolojik, psikiyatrik vs. gibi farklı, ayrı veya
birlikte okumalar ve düşünmeler üzerinden tartışmak mümkün. Sözlük anlamıyla
düşündüğümüzde, bir açıklama getirme gafletine düşersek belki bunun için:
Varlık, yaratma gayretinin rastlantısallığında belge alan bir ardıl varsama,
oluş ise; intihar için de her ne sebeple olursa olsun itirazı olan bir zihnin,
hakkında yazılacak ardıl tanımlamalara rağmen
kendiliğinin yıkılgan iradesi olduğu söylenebilir. Çünkü doğum bir yere ve
zamana düşerek yaratan, çoğaltan ve istila eden bir eylem ise, intihar da bir
zaman ve yeri tayin idrakindeki otonomi olarak görülebilir.
Olumlayıcı veya
itiraz edici bir tavır yerine ‘kavramın’ parçalara bölünerek farklı görmeleri
nasıl sağlayabileceğini özellikle bu yazının en başından beri takip ettiği çizgide
işlemeyi özellikle tercih ettim. “La Révolution Surréaliste” dergisinin 1924’te
yayımlanan ilk sayısındaki bir duyuru üzerine Antonin Artaud’un kaleme aldığı
alttaki metni ‘varlık, oluş, yokluk’ üçgenini ileri doğru bir ivmelenme
hareketinin mecburiyeti olarak ölümü ve intiharı anlatmak yerine, gerisin geri
bir olmayışı arzulaması açısından düşünmeye değer buluyorum:
Peki, evvelki bir
intihar hakkında ne diyebilirsiniz, bizi adımlarımızı gerisin geri takip etmeye
sevk etmiş bir intihar – ama ölümün tarafına değil de, varoluşun diğer tarafına
götüren adımlarımızı. Benim için değer taşıyan yegâne intihar bu olurdu. Ölmek
gibi bir arzum yok, var olmamayı istiyorum ben; Antonin Artaud’nun ondan çok
daha zayıf olan benliğini oluşturan bu salaklıklar, vazgeçişler, reddedişler ve
kör karşılaşmalar faslına hiç düşmemiş olmayı… Bu başıboş malulün benliği,
zaman zaman, bizzat kendisinin üzerine tükürdüğü şeye gölgesini düşürüyor –
nice zamandır sakat ve kaçak, zahiri ve imkânsız olduğu halde kendini
gerçekliğin içinde bulmuş bu benlik. Kimse benliğin zayıflığını onun kadar
derinden hissetmedi, insanlığın birincil, temel zayıflığı. Yok etmek, var
olmama.
Bitirirken, ‘hayata’
rağmen ‘yaşamı’ düşleyebilen, düşünebilen ve hisseden, tümele, tektipliliğe itirazı
olan, tekil varlıkların ısrarcı varoluşlarını sürdürme duygusunu başarılı bir şekilde
dillendiren Işık Ergüden’in yılmaz ifadeleriyle noktalamanın yerinde olacağını düşünüyor
ve onun sözlerini bu duygudaşlığın muhataplarının sesi ve temsili olarak gösterilebileceğine
inanıyorum:
Hiçbir şeyin artık
eskisi gibi olmaması için Auschwitczh’ten bu yana bunca emare birikmişken hâlâ
felsefe yapıyor, şiir yazıyor olmak bir yana, yaşıyor olmak bile bir karabasan
gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa ve hâlâ yaşıyorsak; direndiğimiz her yerde
iktidarların kadiri mutlaklığını dengelediğimizi, geri çekildiğimiz her yerde
oyunu iktidarlara terk ettiğimizi fark ediyorsak; çıkışsız, ümitsiz, kısır
döngüler içinde, giderek daha kötüye gidişi her an hissederek hâlâ yaşıyorsak;
intihar etmiyor ve yaşıyorsak; hayatlarımızı iyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi
estetik, etik kategorilerle değil, kötünün kötüsü, yanlışın yanlışı gibi “alt” kategorilerle
ifade ediyorsak; ve yaşadıklarımız ancak bir öfke yığını olarak içimizde
birikirken, üstüne üstlük ayakta kalmamızı sevgilerimizden çok öfkelerimize
borçlu olduğumuzu da fark ediyorsak... belki de tüm bu farkındalığımızdır,
yıkıcılığımıza etik ve estetik bir değer katabilen. (59)
…İntihar etmeyip
yaşıyorsak, anlamın büyüklüğünden değil, hayatın içine düşmüş olmaktan, muzur
bir merak ile ıstıraplı bir inadın götüreceği yeri görme isteğinden; bir de,
üstüne üstlük, şahsi duruşun gölgesinin topluma bir lanet olarak düşmesini
diliyor olmaktan başka bir anlamı yoktur her güne yeniden başlamanın. (10)
M.Önder Göncüoğlu
Aralık 2014 Muğla
Kaynakça:
Benjamin, Walter. Estetize
Edilmiş Yaşam: Sanat'tan Savaş ve Siyasete Alman Faşizminin Kuramları.
Derleyen: Ünsal Oskay.
Der Yayınları. İstanbul, 1995.
Ergüden, Işık. Sessizliğin
Anarşisi. Kaos Yayınları. İstanbul, 2008.
Skopbülten.
“Sürrealizm 1924-2014 / İntihar Bir Çözüm mü?” Antonin Artaud, Çeviri: Elçin
Gen
(8.4.2014).
http://www.e-skop.com/skopbulten/surrealizm-1924-2014-intihar-bir-cozum-mu/1890