"Ünlü
ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan
kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine
giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar
"Yaşam
bir deha işi değil. Bir sürgün, köle düzeni. Kurtuluşu ummak. Safdillik.
İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım
salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum."
Özyıkım
istencinin ne denli zor gerçekleştirileceğine ilişkin en yerinde tanımlardan
biridir Vüsat O. Bener’in Dönüşsüzlüğe Övgü’deki bu betimi. Düşünülür,
tasarlanır, hatta hata yapılır, birkaç denemede bulunulur. Belki bu yüzdendir
intiharın bir yardım çığlığı olarak sorunsallaştırılışı… Kimileri
kurtarılacağını bilerek eyler bu edimi, kimileriyse gözükara atlar uçurumdan
aşağıya… Uçurumdan kurtulmanın tek yolu, derinliğini ölçmek ve kendini o
boşluğa bırakmaktır. Karar verilse ya da aklın bir yerinde nihai çıkış olarak
daima muhafaza edilse de nasıl pratiğe dökülecektir hayata dair bu son eylem?
Camus’nün
de belirttiği gibi önemli olan tek felsefe sorunudur intihar. Yaşamın yaşanmaya
değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt
vermektir. Tanrı yargısının işini bozmak kolay mı?
Tasarlayıp
gerçekleyemediğinde kişi kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyor. Bir türlü
oluşamama durumunda ise kolaylaştırıcılar, bunu meslek edinen iş adamları var:
İntihar danışmanları!
1800′lerin
gotik yazarı Robert Louis Stevenson, İntihar Kulübü adlı muhteşem romanında,
1899 yılının İngiltere’sinde, üyelerine ölümü garanti eden bir intihar kulübü
kurgular. Karısının ölümüyle yıkılan genç Yüzbaşı Henry Joyce’un katılımı
dolayımıyla haberdar olduğumuz ve romanın asıl atmosferini oluşturan bu
kasvetli, ürkütücü malikâne, kendi yaşamlarına son verecek kadar cesur
olmayanların toplanarak kumar masasında bir katil, bir de maktul seçişlerine
sahne olur her gece. İnsanların acizliklerinden faydalanarak kaza süsü verilmiş
intiharları tasarlayan bu kulübün hikâyesi, klasik bir fantazya değil tarih
boyu zalimin mazlumu ezmek üzere icat ettiği düzen, kurum ve mekanizmaların
işleyişine göndermede bulunan bir tür gerçek kurmaca. Hayatımızın orta yerine
kurulu ölüm kamplarının, birer aksiyon kahramanına dönüşen intihar
bombacılarının
kurmacalaştırıldığı çağımızda ölüm pornografisi, tadına doyulmaz bir
seyirlik
alan!
Jacques-Louis David –
Marat’ın Ölümü
Çağdaş
Kore Edebiyatı’nın parlayan yazarlarından Kim Young-Ha, Kendimi Yıkmaya Hakkım
Var adlı romanında, hayatla uzlaşamayan insanların intihar danışmanlığını yapan
bir karakter yaratırken ölümün pornografikleştirilişini eleştiriyor usuldan.
Çağdaşları gibi ülkesindeki temayülleri fantezi ögesiyle birleştirerek sunan
Young-Ha, Kore Savaşı’nın izlerini bir türlü üzerinden atamayan, askeri
diktatörlükle yönetilen bireylerin hayatlarındaki kırılma noktalarını başarıyla
yakalayabilen bir yazar. Romanın çıkış noktası ise Sylvia Plath… İntihar: Kan
Dökücü
Tanrı kitabının yazarı A. Alvarez’e, intihar olgusuna bambaşka bir yönden
bakmayı öğreten Plath, Young-Ha’yı da derinden etkilemiş. Çocuklarını uyutup,
onları sağlama aldıktan sonra gaz ocağının vanasını açıp intihar eden Plath’ın
"Kan fışkırmasıdır şiir. Ve bunu önlemenin yolu yoktur" mısranın izinde
kurguladığı romanında, yazı ile ölümü karşı karşıya getiriyor Young-Ha:
"Bu çağda tanrı olmak isteyenler için sadece iki yol vardır: Yazmak ya da
öldürmek." Romanın anlatıcısı ve kahramanı, adı sır gibi saklanan, resme,
edebiyata, sinemaya, müziğe meraklı bir Koreli. Bir entelektüel, bir estet. İyi
niyetli olmadığı halde öyleymiş gibi yapan, buz gibi katil olduğu halde katil
değilmiş gibi davranan bir emprovize cinayetler uzmanı; Highsmith’in nefret ve
korkudansa sempati ve empati uyandıran katil kahramanı Ripley gibi…
Serbest
bırakılan arzu
Ünlü
ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan
kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine
giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar. Babasının tecavüzüne
uğrayan kızdan yakında askere gidecek olan eşcinsele, dayak yiyen kadına dek
dertli insanlara deva olmaya çalışır. Herhangi birinin bir
başkasını
öldürmesi için akıl vermek değildir ama işi. İnsanların bilinçaltlarının
derinliklerine attığı ihtirasları dışarı çıkarmak ister o sadece. Serbest
bırakılan arzu kendi kendini çoğaltmaya başlayıp hayal gücü gelişmeye
başladığında karşısındaki insanın ‘müvekkili’ olacağına dair izler
keşfeder.
Ona para kazandıracak değil, yaratıcılığına katkıda bulunacak seçilmiş
müşterileriyle dost, arkadaş ve sevgili olarak yaşamlarının tüm zerreciklerine
nüfuz eder. Yazacağı romanın emsalsiz malzemeleridir onlar. Ancak gerçek
hayatta böyle cesur kahramanlara rastlanabilir çünkü. Bir otelde uyku hapıyla
intihar eden Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı ‘nda yazdığı gibi "Kendini
yıkan kişi, her şeyden önce, bir güldürücü, kendi kendisinin efendisi olan
biridir."
Ölümlerine
bizzat tanık olduğu müşterileriyle yaşanan olayları konu alan yazılar yazarak
bir tanrı görünümüne büründüğünü düşünen kahramanımız, elindeki malzeme on
cildi aşmaya başlayınca bunları gün ışığına çıkartmaya karar verir ve belki de
okuduğumuz ilk cilttir henüz. Müşterilerini, kalemiyle tekrar dünyaya getiren,
onların diriliş sahnelerini izleyerek beslenen bir anlatıcı kahramanın
anlattığı öykülerden oluşan roman, Tolstoy’un Diriliş’i, Gogol’ün Ölü Canlar’ı
ve
Stevenson’un İntihar Kulübü’nün zemini üzerine kurulu çağdaş bir fantazya.
Kahramanın
bilgisayarındaki ilk dosya Judith adlı bir kadına ait. C. ve K. Kardeşler ile
ilişki içinde verilen Judith, Gustav Klimt’in ‘Judith’ adlı tablosundaki
kadından imajını alan bir tür Madonna imgesiymişçesine, anlatının her yerinde
belirir. Orhan Pamuk’un Gizli Yüz’ündeki gibi kâh ekranda, kâh bir resmin
içinde beliren bu hayal kadın, suçluluk duygusuyla tutkunun iç içe
geçtiği,
haz ile acı eşiğinin bulanıklaştığı bir tür tinsel sarhoşluk içine sürükler
kahramanımızı. Onunla bir sinemada tesadüfen tanışan ve müşterisi olmaya ikna
eden anlatıcı için Judith, adeta iradenin yıkımıdır. Kendi Judith’inin
tablodaki gerçeğini görmek amacıyla Viyana’ya giden kahramanımız, Gustav
Klimt’in tablosunun önünde düşünürken Nazizm’in geçerek kırdığı bu kentte sanat
ile şiddetin içi içeliğindeki dehşeti fark eder. Belki de bu şiddeti yaratan,
iradeyi yıkan büyülenmedir; o büyük akıl tutulması! Çünkü insan ancak
büyülendiği zaman hesapsız cömertliğin dünyasına transfer olabilir. Klimt’in
‘Judith’inden büyülenerek onun gerçek hayattaki izdüşümünü arayan ama bulduğu
her kopyanın, bir başkası için çoğaltılmış olduğu görgüsüyle çelişen
kahramanımız için nihai çözüm, karanlığın içindeki büyülenmeye terk etmektir
kendini. Büyünün müsebbibi figüre ait olmaktan çok kendi gözüne ait bakışın
arkeolojisiyle resimde,
modernliğin
kendisine yaptığı şeyi görür; sistemli olarak moleküler ögelerine, lekeye,
çizgiye, renge, biçime indirgenme…
Gustav Klimt – Judith
Günümüzde
ölümün, televizyondan canlı olarak yayınlanan bir tür pornografiye
dönüşmesinden rahatsız olsa da kendisi de bu ekonominin rantını yemekte,
intihar etmeye karar veren müşterilerine, kendini öldürmüş insanların
fotoğraflarını fütursuzca ve soğukkanlılıkla gösterebilmektedir oysa.
Gerçek
cinayet görme merakının her açıdan tatmin edildiği pornografik dünyamızı hasır
altından hicveden Young-Ha, ölüm fotoğraflarının çoğaltılarak sahip oldukları
anlamın basitleştirildiğini, hatta meşrulaştırıldığını ‘Mimi’ başlıklı bölümde
de incelikle işler. Kahramanın diğer müşterisi olan Mimi, bir performans
sanatçısıdır. Otuz yaşını geçmiş bu kadın da Judith’i anımsatır ona.
Anlatıcının alteregosu olması muhtemel C. adlı bir adamın sergisinin açılışında
gösterilecek bir videoda oynayan ancak daha sonra bundan pişman olan Mimi’nin
nedamet gerekçesi, bir ekranda sonsuzlaştırılmak ve kendi kendinin kopyasına
dönüşmektir. Âşık olduğu tüm kadınları ‘tablodaki kadın’a dönüştürmek,
hayalinde ilanihaye canlı tutmak için onları ölüme gönderen ve yok oluşlarını
izlemekten haz duyan kahramanımız, Mimi’nin bir küvetin içindeki kanlı
bedenini, parmak izi bırakmadan terk ederek bitirir romanını. Fetişistik
imgesini yükleyebileceği yeni kentler, yeni kadınlar karşısına çıkacaktır nasıl
olsa…" Hande Öğüt
*
Kitaptan
Geceleri
çok geç saatlerde uyuduğum doğrudur. Bazen sabaha karşı kuşların sesiyle
irkildiğim de. Ancak ömrümün kaçta kaçı ölümdür, kaçta kaçı ise hayatım,
bilemem. Küçük yüzdeler halinde, araya sıkıştırmaya çalıştığım birçok şey de
oldu. Ömrümün kaçta kaçını kapladığını bilmediğim hayatımı, neye adamam
gerektiğinden de emin değilim. Ancak size başka bir öyküden bahsedeyim.
Hayatını, Holfernes'in kafasını almaya adayan Judith'in öyküsü. Hayatı bir
şeylere adamanın kendisi ve adanmışlıkların hazzını ölçmek, Gustav Klimt'in
Judith'inde, ölümsüzlüğe sürükleniyor. Ancak, var olan hayatı ölümsüzlüğe
adamak, hayatı ölümle biçmek değil midir?
"Sanatın
amacı güzelliği, hatta yaşayan güzelliği dile dökme arzusuysa eğer, performans
dışındaki bütün sanatlar sahte. Uzlaşma, boş bir ebediyete karşı duyulan
arzuların artığı değil midir? Performansa yapılan bütün saldırılar gerçek
güzellikten duyulan korkudandır. İnsanlar ölümsüzlüğe duydukları saplantıdan
dolayı gerçek güzelliği hapsederler. Onlar ölmüş sanata alışmış kölelerdir."
Kişinin,
kendini yıkmaya hakkı var mıdır? Ya da uzlaşmayı inkâr etmeye? Camus intihara
bir teslim oluş gözüyle bakıyordu. Öyle midir? Ölüme mi teslim oluştur bu;
yoksa karşısında dikilmenin saçmalığını anladığımız yaşamın kendisine mi?
Nereye gidersek gidelim bu yaşama saçmalığı devam ediyorsa eğer kaçmak neden?
Ve yaşamak bir sanat olabildiyse eğer, ne saçma bir sanattır yaşamak. Peki,
intihar da, ölümün kendisini bir sanat yapabilirse, ölmek de bir sanat değil
midir, her şey gibi?
Kendimi
Yıkmaya Hakkım Var
Kim
Young-Ha, Çeviren: Nana Lee, Agora Kitaplığı, 103 sayfa, 2007
İntihar
Kulübü
Robert
Louis Stevenson
Çeviren:
Emre Ağanoğlu, Merkez Kitapçılık, 107 sayfa, 2007
No comments:
Post a Comment