Wednesday, 30 July 2014

Kendimi Yıkmaya Hakkım Var



"Ünlü ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar

"Yaşam bir deha işi değil. Bir sürgün, köle düzeni. Kurtuluşu ummak. Safdillik. İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum."

Özyıkım istencinin ne denli zor gerçekleştirileceğine ilişkin en yerinde tanımlardan biridir Vüsat O. Bener’in Dönüşsüzlüğe Övgü’deki bu betimi. Düşünülür, tasarlanır, hatta hata yapılır, birkaç denemede bulunulur. Belki bu yüzdendir intiharın bir yardım çığlığı olarak sorunsallaştırılışı… Kimileri kurtarılacağını bilerek eyler bu edimi, kimileriyse gözükara atlar uçurumdan aşağıya… Uçurumdan kurtulmanın tek yolu, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır. Karar verilse ya da aklın bir yerinde nihai çıkış olarak daima muhafaza edilse de nasıl pratiğe dökülecektir hayata dair bu son eylem?

Camus’nün de belirttiği gibi önemli olan tek felsefe sorunudur intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir. Tanrı yargısının işini bozmak kolay mı?

Tasarlayıp gerçekleyemediğinde kişi kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyor. Bir türlü oluşamama durumunda ise kolaylaştırıcılar, bunu meslek edinen iş adamları var: İntihar danışmanları!

1800′lerin gotik yazarı Robert Louis Stevenson, İntihar Kulübü adlı muhteşem romanında, 1899 yılının İngiltere’sinde, üyelerine ölümü garanti eden bir intihar kulübü kurgular. Karısının ölümüyle yıkılan genç Yüzbaşı Henry Joyce’un katılımı dolayımıyla haberdar olduğumuz ve romanın asıl atmosferini oluşturan bu kasvetli, ürkütücü malikâne, kendi yaşamlarına son verecek kadar cesur olmayanların toplanarak kumar masasında bir katil, bir de maktul seçişlerine sahne olur her gece. İnsanların acizliklerinden faydalanarak kaza süsü verilmiş intiharları tasarlayan bu kulübün hikâyesi, klasik bir fantazya değil tarih boyu zalimin mazlumu ezmek üzere icat ettiği düzen, kurum ve mekanizmaların işleyişine göndermede bulunan bir tür gerçek kurmaca. Hayatımızın orta yerine kurulu ölüm kamplarının, birer aksiyon kahramanına dönüşen intihar
bombacılarının kurmacalaştırıldığı çağımızda ölüm pornografisi, tadına doyulmaz bir seyirlik
alan!

                    Jacques-Louis David – Marat’ın Ölümü

Çağdaş Kore Edebiyatı’nın parlayan yazarlarından Kim Young-Ha, Kendimi Yıkmaya Hakkım Var adlı romanında, hayatla uzlaşamayan insanların intihar danışmanlığını yapan bir karakter yaratırken ölümün pornografikleştirilişini eleştiriyor usuldan. Çağdaşları gibi ülkesindeki temayülleri fantezi ögesiyle birleştirerek sunan Young-Ha, Kore Savaşı’nın izlerini bir türlü üzerinden atamayan, askeri diktatörlükle yönetilen bireylerin hayatlarındaki kırılma noktalarını başarıyla yakalayabilen bir yazar. Romanın çıkış noktası ise Sylvia Plath… İntihar: Kan
Dökücü Tanrı kitabının yazarı A. Alvarez’e, intihar olgusuna bambaşka bir yönden bakmayı öğreten Plath, Young-Ha’yı da derinden etkilemiş. Çocuklarını uyutup, onları sağlama aldıktan sonra gaz ocağının vanasını açıp intihar eden Plath’ın "Kan fışkırmasıdır şiir. Ve bunu önlemenin yolu yoktur" mısranın izinde kurguladığı romanında, yazı ile ölümü karşı karşıya getiriyor Young-Ha: "Bu çağda tanrı olmak isteyenler için sadece iki yol vardır: Yazmak ya da öldürmek." Romanın anlatıcısı ve kahramanı, adı sır gibi saklanan, resme, edebiyata, sinemaya, müziğe meraklı bir Koreli. Bir entelektüel, bir estet. İyi niyetli olmadığı halde öyleymiş gibi yapan, buz gibi katil olduğu halde katil değilmiş gibi davranan bir emprovize cinayetler uzmanı; Highsmith’in nefret ve korkudansa sempati ve empati uyandıran katil kahramanı Ripley gibi…

Serbest bırakılan arzu

Ünlü ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar. Babasının tecavüzüne uğrayan kızdan yakında askere gidecek olan eşcinsele, dayak yiyen kadına dek dertli insanlara deva olmaya çalışır. Herhangi birinin bir
başkasını öldürmesi için akıl vermek değildir ama işi. İnsanların bilinçaltlarının derinliklerine attığı ihtirasları dışarı çıkarmak ister o sadece. Serbest bırakılan arzu kendi kendini çoğaltmaya başlayıp hayal gücü gelişmeye başladığında karşısındaki insanın ‘müvekkili’ olacağına dair izler
keşfeder. Ona para kazandıracak değil, yaratıcılığına katkıda bulunacak seçilmiş müşterileriyle dost, arkadaş ve sevgili olarak yaşamlarının tüm zerreciklerine nüfuz eder. Yazacağı romanın emsalsiz malzemeleridir onlar. Ancak gerçek hayatta böyle cesur kahramanlara rastlanabilir çünkü. Bir otelde uyku hapıyla intihar eden Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı ‘nda yazdığı gibi "Kendini yıkan kişi, her şeyden önce, bir güldürücü, kendi kendisinin efendisi olan biridir."

Ölümlerine bizzat tanık olduğu müşterileriyle yaşanan olayları konu alan yazılar yazarak bir tanrı görünümüne büründüğünü düşünen kahramanımız, elindeki malzeme on cildi aşmaya başlayınca bunları gün ışığına çıkartmaya karar verir ve belki de okuduğumuz ilk cilttir henüz. Müşterilerini, kalemiyle tekrar dünyaya getiren, onların diriliş sahnelerini izleyerek beslenen bir anlatıcı kahramanın anlattığı öykülerden oluşan roman, Tolstoy’un Diriliş’i, Gogol’ün Ölü Canlar’ı
ve Stevenson’un İntihar Kulübü’nün zemini üzerine kurulu çağdaş bir fantazya.

Kahramanın bilgisayarındaki ilk dosya Judith adlı bir kadına ait. C. ve K. Kardeşler ile ilişki içinde verilen Judith, Gustav Klimt’in ‘Judith’ adlı tablosundaki kadından imajını alan bir tür Madonna imgesiymişçesine, anlatının her yerinde belirir. Orhan Pamuk’un Gizli Yüz’ündeki gibi kâh ekranda, kâh bir resmin içinde beliren bu hayal kadın, suçluluk duygusuyla tutkunun iç içe
geçtiği, haz ile acı eşiğinin bulanıklaştığı bir tür tinsel sarhoşluk içine sürükler kahramanımızı. Onunla bir sinemada tesadüfen tanışan ve müşterisi olmaya ikna eden anlatıcı için Judith, adeta iradenin yıkımıdır. Kendi Judith’inin tablodaki gerçeğini görmek amacıyla Viyana’ya giden kahramanımız, Gustav Klimt’in tablosunun önünde düşünürken Nazizm’in geçerek kırdığı bu kentte sanat ile şiddetin içi içeliğindeki dehşeti fark eder. Belki de bu şiddeti yaratan, iradeyi yıkan büyülenmedir; o büyük akıl tutulması! Çünkü insan ancak büyülendiği zaman hesapsız cömertliğin dünyasına transfer olabilir. Klimt’in ‘Judith’inden büyülenerek onun gerçek hayattaki izdüşümünü arayan ama bulduğu her kopyanın, bir başkası için çoğaltılmış olduğu görgüsüyle çelişen kahramanımız için nihai çözüm, karanlığın içindeki büyülenmeye terk etmektir kendini. Büyünün müsebbibi figüre ait olmaktan çok kendi gözüne ait bakışın arkeolojisiyle resimde,
modernliğin kendisine yaptığı şeyi görür; sistemli olarak moleküler ögelerine, lekeye, çizgiye, renge, biçime indirgenme…


Gustav Klimt – Judith

Günümüzde ölümün, televizyondan canlı olarak yayınlanan bir tür pornografiye dönüşmesinden rahatsız olsa da kendisi de bu ekonominin rantını yemekte, intihar etmeye karar veren müşterilerine, kendini öldürmüş insanların fotoğraflarını fütursuzca ve soğukkanlılıkla gösterebilmektedir oysa.

Gerçek cinayet görme merakının her açıdan tatmin edildiği pornografik dünyamızı hasır altından hicveden Young-Ha, ölüm fotoğraflarının çoğaltılarak sahip oldukları anlamın basitleştirildiğini, hatta meşrulaştırıldığını ‘Mimi’ başlıklı bölümde de incelikle işler. Kahramanın diğer müşterisi olan Mimi, bir performans sanatçısıdır. Otuz yaşını geçmiş bu kadın da Judith’i anımsatır ona. Anlatıcının alteregosu olması muhtemel C. adlı bir adamın sergisinin açılışında gösterilecek bir videoda oynayan ancak daha sonra bundan pişman olan Mimi’nin nedamet gerekçesi, bir ekranda sonsuzlaştırılmak ve kendi kendinin kopyasına dönüşmektir. Âşık olduğu tüm kadınları ‘tablodaki kadın’a dönüştürmek, hayalinde ilanihaye canlı tutmak için onları ölüme gönderen ve yok oluşlarını izlemekten haz duyan kahramanımız, Mimi’nin bir küvetin içindeki kanlı bedenini, parmak izi bırakmadan terk ederek bitirir romanını. Fetişistik imgesini yükleyebileceği yeni kentler, yeni kadınlar karşısına çıkacaktır nasıl olsa…" Hande Öğüt

*
Kitaptan

Geceleri çok geç saatlerde uyuduğum doğrudur. Bazen sabaha karşı kuşların sesiyle irkildiğim de. Ancak ömrümün kaçta kaçı ölümdür, kaçta kaçı ise hayatım, bilemem. Küçük yüzdeler halinde, araya sıkıştırmaya çalıştığım birçok şey de oldu. Ömrümün kaçta kaçını kapladığını bilmediğim hayatımı, neye adamam gerektiğinden de emin değilim. Ancak size başka bir öyküden bahsedeyim. Hayatını, Holfernes'in kafasını almaya adayan Judith'in öyküsü. Hayatı bir şeylere adamanın kendisi ve adanmışlıkların hazzını ölçmek, Gustav Klimt'in Judith'inde, ölümsüzlüğe sürükleniyor. Ancak, var olan hayatı ölümsüzlüğe adamak, hayatı ölümle biçmek değil midir?

"Sanatın amacı güzelliği, hatta yaşayan güzelliği dile dökme arzusuysa eğer, performans dışındaki bütün sanatlar sahte. Uzlaşma, boş bir ebediyete karşı duyulan arzuların artığı değil midir? Performansa yapılan bütün saldırılar gerçek güzellikten duyulan korkudandır. İnsanlar ölümsüzlüğe duydukları saplantıdan dolayı gerçek güzelliği hapsederler. Onlar ölmüş sanata alışmış kölelerdir."

Kişinin, kendini yıkmaya hakkı var mıdır? Ya da uzlaşmayı inkâr etmeye? Camus intihara bir teslim oluş gözüyle bakıyordu. Öyle midir? Ölüme mi teslim oluştur bu; yoksa karşısında dikilmenin saçmalığını anladığımız yaşamın kendisine mi? Nereye gidersek gidelim bu yaşama saçmalığı devam ediyorsa eğer kaçmak neden? Ve yaşamak bir sanat olabildiyse eğer, ne saçma bir sanattır yaşamak. Peki, intihar da, ölümün kendisini bir sanat yapabilirse, ölmek de bir sanat değil midir, her şey gibi?



















Kendimi Yıkmaya Hakkım Var
Kim Young-Ha, Çeviren: Nana Lee, Agora Kitaplığı, 103 sayfa, 2007

İntihar Kulübü
Robert Louis Stevenson
Çeviren: Emre Ağanoğlu, Merkez Kitapçılık, 107 sayfa, 2007


No comments:

Post a Comment