Hayvanlar en eski edebiyatın içindeydiler, çok uzakta
değildiler zaten: Aisopos hikâyecikleriyle insanlık durumlarına ilişkin
metaforlar için zengin bir kaynak sundular. Ama Batı dünyası, sözgelimi Çin
uygarlığından veya Hindulardan farklı olarak insanlarla hayvanlar arasındaki
ilişkiyi "dostluk" ile "ahlâki kayıtsızlık" arasında uzanan
bir yelpaze üzerine dağıttı. En üst düzeyde "hayvani" tema, Mezopotamya'dan
beri gelişen, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta ön plana çıkan bir "çoban ile
sürü" teması oldu. Tuhaf kriterlere dayanılarak (çift tırnaklı olmak,
yarık dudaklı olmamak vesaire) hangi hayvanın yenebileceği, hangilerinin mekruh
oldukları tayin edildi. Ama her durumda, bitkilere ve hayvanlara revâ görülen
muamele, uygarlıklar düzleminden bakıldığında, insanlar arasındaki ilişkilerin
de kriteridir. Öyleyse edebiyatın da...
Modern edebiyatta eskiden bulunmayan bir yenilik,
"iyi" ile "kötü" edebiyatlar arasında bir ayrımın, beğeni
ve yargılar düzleminde yapılabilir hale gelmesidir. İşte "kötü"
edebiyatı ayırdeden ölçütlerden birisi, "evcil hayvanlarla" insanca
bir ilişkiyi dile getirmeye çabalayıp durmasıdır -özellikle çocuk edebiyatının
önemli bir kesimi, hayvanları "evcil" olarak tasarlar, vahşi dünyaya
yumuşak bir geçişe olanak vermez. Bunun en iyi örneği, Melville'in Moby
Dick'inin "çocuklar için" uyarlanmasında, vahşi dünyanın, beyaz
balinanın göz kamaştırıcı çılgınlığının ya da köpekbalıklarıyla gemi aşçısının
o harika konuşmasının çıkarılmasıdır. Robinson Crusoe, "evcil" ile
"vahşi" arasında keskin bir ayrım yapar; ancak sonuçta bütün vurgu
her hayvanın evcilleştirilmesi, insan çevresinin (tek başına bir insan olsa
bile) parçası kılınması gerektiği düşüncesidir. Tarzan edebiyatı ise
"kötü" edebiyatın en katlanılabilir örneklerini sunar; tüm bir vahşi
ve yalnız yaşayan hayvanlar silsilesi, kendilerine ait duygulanış tarzlarını
terkederek, kahramanın sözünün etrafında hizaya gelirler...
Sorun hayvanlarla sürdürülecek ilişkinin "insanca"
olması gerektiği düşüncesinden çıkmaktadır. Aynı ilişki, belki de
"hayvanca" olabilir yine de -Kaptan Ahab'ın, Kafka'nın hayvanlarını
(Dönüşüm), Jack London'ın, Faulkner'ın hayvanlarını iyi bir edebiyatın
kriterleri olarak anımsamak yeterlidir. Bu hayvanlar sürü hayvanları gibi
değildirler, ya yalnız başlarına yaşarlar ya da sürülerine -Moby Dick'de olduğu
gibi- ihanet ederler. Beyaz balinayla karşılaşmak uğruna Kaptan Ahab da
tayfalarına ve gemisine ihanet etmek zorundadır -ölüme dek... Edebiyat böylece
"hayvanlar dünyası"nı anlatmayı bırakarak, sıradan natüralizm içinde
yepyeni bir natüralizm çizgisini harekete geçirir: Hayvanların edebiyatta
varolmasının nedeni, D. H. Lawrence'daki gibi, insanlara evcil aynalar,
ahlâki-estetik kriterler sunmak değildir artık, insan varoluşunun ve dilinin
kaybolduğu, hayvan duygulanışlarıyla donatıldığımız bir vahşet türüdür. Bu
vahşet, Kafka'da olduğu gibi, başka, akıl edilmemiş bir vahşetin -aile
ilişkilerinin, her türden evcilliklerin, bürokrasinin ve Devlet'in vahşetinin
karşısında bulacaktır kendini. Hayvanlaşmış insan, edebiyatta ne bir fantezi ne
de "realizm efektinin denenmesi"dir -zaten olduğumuz, olabileceğimiz,
olmayı asla bırakamayacağımız bir durumdur; zaten kendimize benzettiğimiz bir
kediye, bir köpeğe dönüşmeyiz, bir hamamböceğine, bir kaplumbağaya dönüşürüz...
Hayvanlarla bir ilişkimiz olacaksa, bunun hayvanlardan insanlığı öğrenmek
türünden bir metaforla işlenmesi zorunlu değildir -orada, hayvanlardan
hayvanlığı öğreniriz.
Kurtlar tam da yukarıdaki nedenlerden dolayı, bütün diğer
hayvanlara oranla ayrıcalıklıdırlar. Jack London'da olduğu gibi, kâh bir iç
sese kulak veren kendilikler olarak, kâh insan vahşetinin yalnızca hayvanlara
değil, kendi kendine de yönelen kötü ve kayıtsız şiddet türünün en iyi ifadesi
olarak yaşamak zorunda kalırlar. Evcillik ise, köpeklerde olduğu gibi
"dostluk" adı altında sadakat beklentisini onaylayan temel ilişki tarzıdır
-insan türünün bir bencilliğidir. Hayvanlar dünyasını bir "metafor"
olarak tutan fabl yazarları ve karnaval edebiyatı daha masumdur, çünkü salt
evcillikler türetmekle kalmaz, doğrudan doğruya insanlar dünyasına, politik ve
kültürel ilişkilere yöneltir oklarını.
En kötü durum psikanaliz edebiyat yorumunda ve eleştirisinde
kullanılmaya başlandığı andan itibaren gerçekleşmiştir: Bir çocuğun sokakta
bulduğu bir köpeği ya da kediyi eve getirip de, ona aile içinde zaten her zaman
bir yerin önceden sağlanmış olduğunu hissettiği an insan-hayvan ilişkisinin tüm
gerçekliğini yitirdiği, hayvanın ailevi bir sembol haline geldiği son derecede
kritik ve meş'um bir andır. O andan itibaren çocuklarla hayvanları sevmemek
daha iyidir. Öte yandan, Dostoyevski kahramanlarında olduğu gibi sokağa
çıkılır, ölü bir köpek görülür köşe başında. Ve bütün hafıza, günlük hikâyeler
bir anda yitip giderler. Bu asla Ödipal bir durum değil, bir duygulanışlar
halidir -köpek bana benzediği ölçüde ben de aynı duygularla etkilenirim; onun
bedeninin başına gelen benim de bedenimin başına gelmiştir; bir keder, sonsuz
bir keder imgesi... Bu ölen her hayvanla biraz ölmenin ritmidir.
Ölü hayvan, Heidegger'in "hayvanlar ölmez, yalnızca
telef olurlar" sözüne karşı ileri sürülebilecek canlı bir kanıttır. Şuurlu
olup olmamaları yaşamlarına ya da ölümlerine herhangi bir şey ekleyip çıkarmaz.
Tıpkı bizde, insanlarda da belli bir düzlemde olduğu gibi... Oysa harika
varlıklar olarak hayvanların, insanlardan farklı olarak çok yalın ve basit,
neredeyse sayılabilir duygulanışlarla yaşadıklarının farkındayız: Pavlov,
sanılanın aksine, araştırmasını "hayvanlar" üzerinde değil, tam da
insanlar, insan dilinin kökenleri ve temel işaretleşme sistemleri üzerinde
yaptığını bizzat kendisi söylüyordu: Ağzı sulanan köpekte gerçekleştirdiğimiz
aslında bizim olan, bize özgü olan şeydir. Köpek için "anlamının" ne
olduğu konusunda herhangi bir şey söylemeye kalkışmayalım...
"Sanki şunu söylemek ister gibi bakıyordu." Bir
hayvana ilişkin olarak söylendiğinde bu türden her söz bir klişedir, kötü,
yüzeysel edebiyata aittir, tek kelimeyle bir kötülüktür. Bir taraftan
evcilleştirilmiş bile olsalar hayvanlar için bizim de bir "çevre
unsuru"ndan başka bir şey olmadığımızı gözardı etmenin yollarından
biridir. Öte taraftan, bize bunu söyleten ne onun bakışı ne de bir şeyleri
gerçekten söylemek isteyip istemediğidir -kötü edebiyatçılar kendi
hayvanlarıyla hep böyle karşılaşırlar; yoksul ve yavan bir evcillik, insanın
ahlâki aynası, bir metafor olarak.
Her şey gösteriyor ki ev, edebiyat için olduğu kadar
hayvanlar için de iyi bir ortam değildir: Virginia Woolf bile "kendine ait
oda"yı sanki geçici bir edebî konfor olasılığı olarak, daha da önemlisi
"henüz elde edilmemiş", yani imal edilmesi gerekli bir çevre olarak
düşünüyordu -onun yeri daha çok Londra sokakları ve bir fino köpeğinin sokakta
dolaşma duygularıdır.
İyi ve kötü edebiyat ayrımını bir kenara attığımızda bile,
hayvanın edebiyatta belirişi çok ciddi, belki insanların ve kahramanların
belirişinden yer yer çok daha ciddi bir dizi edebi sorun yaratır. Yazma
faaliyetinin kime yönelik olduğu sorusunun yerine, kimin adına yazma sorusu
gelir: Okur için, müşteri için (ultra-kapitalizm koşullarında müşteri okur
filân değil, şirketlerdir yalnızca) yazmak değil, yazamayanlar için, onlar
adına yazmak... Ve bunlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve her şeydir.
"Adına yazmak" modern edebiyatın güçlü eserlerini ayırdeden
özelliklerden biri gibi görünüyor: Beckett, Proust, Kafka, Woolf... Modern
edebiyat içinde hayvanların yer yer ayrıcalıklı bir yere kavuşabilmeleri
herhalde bundandır...
Virgül 9 , Haziran 1998 , s. 7-8
No comments:
Post a Comment