Hiçbir şeyi
ve kimseyi bıraktığım yerde bulamıyorum, sanki bütün nesnelerin ve öznelerin
benden kaçtığı bir evrende yaşıyorum, böyle hissetmek ise çok ürkütücü. Akşam
koyduğum kitap koyduğum yerde değil, çıkardığım küpe hiçbir yerde değil,
çoraplar, kahve fincanları bir varlar bir yoklar. Aslında onların benden
bağımsız bir varoluşu olduğuna çok erken uyanmıştım, arayınca bulunmazlardı,
canları isteyince yaklaşırlardı bana.
Başka bir ailede büyüsem felsefi bir derinliğe dönüşebilecek
düşüncelerim, belki de tek rasyonalist olduğu alan “ev düzeni ve ne nerededir”
olan anne tarafından bölünür,
“saçmalayacağına düzenli olmayı denesene azcık” diye haykırarak beni ve
nesneleri düzene sokmaya çalışırdı. Bana pek işlemezdi, büyüklerin
bağırmalarına alışkındım ve nasıl bir çaresizlik içinde olduklarını
anlayabiliyordum –yoksa insan niye bağırsın başkasına- da, nesneler bu
haykırıştan çekinir, bir süre daha kolay bulunurlardı. Bir süre ama sonra
tekrar aynı manzara, “aradınsa bul” manzarası.
Nesnelerin
varlığını kesinleyen şey olarak bakış mefhumu benim yaşadığım evrende tek
taraflı işlerdi, sadece onların bakışı benim varlığımı kesinliyor gibiydi, bu
konuda Ponty ile tartışmayı çok istedim ama dilimizi, tartışacak ve benim
endişelerimi anlayacak kadar bilmiyordu; ayrıca annem anlamıyordu ki beni, elin
Ponty’si nereden anlasındı, vazgeçtim ve her şeyin boşlukta yüzdüğü dünyama
uyum sağlamaya çalıştım.
Varlığım
nesneler tarafından belirlendikçe -bizim evde çocuklara var olan olarak değil
baş belası olarak bakılırdı- bir var olan’a doğru ilerlemeye başladım ama
neredeyse hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamayan bir dasein olarak acı
çekiyordum. Meğerse iyi günlerim imiş bunlar, sonra işin içine bıraktığım yerde
bulamayacağım insanlar girmeye başlayacak, acı çekmenin ne olduğunu daha iyi
kavrayacaktım.
“Ama sen
yanımda değil miydin” diye o kadar çok insanın arkasından bağırdım ki, anlatsam
ağlarsınız; sözler, yeminler sonra pufff uçup giderlerdi. Bu formun bir çeşitlemesi de fiziksel
buradalıkları sürerken ruhsal yok oluşa
uğrayan insanlar biçimindeydi,
aradığımda yerinde bulamadığım insanlar repertuarı, en çok bu gruba
aitti. Birlikte düş kurardık, iki gün sonra o düşü satarlardı, çok sevdiklerini
söylerler sonra yüzüme bile bakmazlardı. Özneler de boşlukta yüzüyordu tıpkı
nesneler gibi, onları da bıraktığım yerde bulamıyordum ve annem yine
bağırıyordu, kazık kadar olmama rağmen “salak, azcık akıllı ol” diye.
Böyle bir
dünya çok zordu, var olsan ne yazar, varlığını takan yoksa, kimse yerinde
durmuyor, hızla başka bir şeye dönüşüyorsa.
Sanırım uçan nesneler ve kaybolan bedenler ve ruhlar yüzünden bende,
kadim olana, değişmeyene, yerinde kalana bir hayranlık başladı. Emin olduğum o
kadar az şey vardı ki boşlukta yüzenler dünyasında, bıraktığım yerde kalanı,
verdiği sözü unutmayanı hep çok sevdim,
tıpkı çocukken korktuğum gibi korktuğum için boşluklar dünyasından, onların
bakışı, varlığımı kesinleyen bir şeydi benim için. Bana varlığını hatırlatması
gerekiyordu yalnız bıktırıcı biçimde de olsa bu insanların çünkü iki gün seslerini
işitmeyince ya da varlıklarını uzak hissedince yok olduklarını sanıyordum. Her
şeyin geçiciliğini bu kadar kısa sürede deneyimlemek pek fenaydı, “ya bir
yerinizde durun” diyordum, dinlemiyorlardı, “dün başka biri gibi konuşuyordun
şimdi ne oldu” diyordum, anlamıyorlardı. Ben nesnelere davrandığım gibi
davranmaya karar verdim onlara da, sonra bulacaklardı beni belki, en olmayacak
şeydi bu da, çünkü onlar nesnelerden farklı olarak form değiştiriyorlardı. Çok
az insanı bıraktığım yerde bulabiliyorum hala, aynı bakışı, aynı duyguyu
korumayı başaranlara şaşkınlıkla bakıyorum. İlk dönemeçte kaybolanları, ilk
ayartanla her şeyi unutanları hala çocukluk dehşetiyle izliyorum, kalıcı bir
şey tesis etmek imkânsız çünkü onlarla.
Annem ise
hâlâ bağırıyor, nesneler kayboluyor, insanlar gidiyor, her şey başka şeye
dönüşüyor, genellikle de sevmediğim bir şeye,
kedi ile ben başımız dönmüş bir halde ağaçların gövdesine sarılıyoruz,
sonra birbirimize bakıp aramadığımızda bile bulduklarımıza kedi duası
yapıyoruz. Varlar ki varız.
by Diyar
No comments:
Post a Comment