Tuesday 16 September 2014

Sınıfın Militanlığı Öldü Mü? – Zafer Aydın


3. Murat’ın “Ziyade yevmiye talep edenlerin hakkından geline”[1] diye fetva buyurduğu 1587’den buyana bu topraklarda çalışanların talepleri karşısında egemenlerin temel yaklaşımı – istisnaları, kırılma noktaları olmakla beraber- genel olarak yasaklayıcı, baskıcı, engelleyici bir tutum olarak şekillendi. O tarihten bugünlere devletle çalışanların ilişkileri açısından belirleyici olan kavram “yasak” olmakla beraber, bu kavrama “lütuf” ve “vesayet” kavramları  da eşlik etti. Yasak-lütuf- vesayet ekseninde çalışma ilişkileri biçimlendirilmiştir.

Padişah buyruklarından, yasalara geçildiğinde de yine başat  olan yasakçılıktı. Bazı tarihçilere göre Osmanlı’nın ilk iş kanunu olarak kabul edilen 1845 tarihli Polis Nizamnamesi işçilerin sendikalaşmasını ve grev yapmasını yasaklıyordu. Dönemin devlet yöneticileri bu nizamnameye dayanarak işçilerin gösteri ve grev hakkını engelliyordu. Grev hakkı bir tür asayiş sorunu olarak görülüyordu.[2]  İkinci Meşrutiyetin ilanını takiben çıkarılan Tatil-i Eşkâl Kanunu özel sektörde çalışanların grev hakkına kısmi bir özgürlük tanırken, kamu teşebbüslerinde grev yapmayı yasaklıyordu.[3]

Devlet ile çalışanlar arasındaki ilişkinin temelini oluşturan yasakçılık, Cumhuriyet döneminde de ana renkti. 1924 Anayasasında örgütlenme bir hak olarak kabul edilmesine rağmen, yasalarla bu hak düzenlenmemişti. 1925 Şeyh Sait İsyanını takiben çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu idareye her türlü örgütlenmeyi, toplantıyı, yayını engelleme hakkı tanıyordu.[4] Ciddi bir baskı dönemi içinde işçilerin 1 Mayıs kutlamaları başta olmak üzere her türlü gösteri hakkı yasaklandı. Bunun tek istisnası 1927 1 Mayıs kutlaması oldu. 1927’de işçilere kamu taşıtlarının çalışmasını engellemeyecek biçimde kutlama yapma izni verildi, ancak hemen arkasından kutlamaya katılanlara dönük bir tutuklama dalgası başlatıldı.[5] (Anlaşılan bu izin, işçi önderlerinin açığa çıkmasını sağlamak ve tutuklamak içinmiş.)

1936 çıkarılan 3008 sayılı İş Kanunu, bazı bireysel hakları çalışanlara tanırken, grev ve sendika hakkını tanımıyordu. Dahası grev yapan işçinin hapis cezasıyla cezalandırılmasını öngörüyordu.1938 Cemiyetler Kanunu, sınıf esasına dayalı örgütlenme yasağı getirerek, sendikal örgütlenmeyi mutlak bir biçimde engelliyordu.

Özellikle kolektif haklar söz konusu olduğunda yasakçı olan devlet tutumu, bireysel haklar konusunda kısmen daha gevşekti. 1936’da çıkarılan İş Yasasında çalışanlara bireysel bazı haklar tanındı.  İş Yasasında kıdem tazminatı gibi önemli bazı hakların çalışanlara bir bağış gibi tanınmasının arka planında işçiler arasında hak bilincinin gelişmesinin, meselelere sınıf gözlüğü ile bakılmasının engellenmeye çalışılması yatmaktadır. Dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Peker, bu yaklaşımı şöyle ifade etmiştir: “Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını silip süpürecektir.”[6]

1925 ile 1946 arasındaki dönemde, deyim yerindeyse devlet kuş uçurtmadı. Her türlü örgütlenme, toplantı, gösteri yasaklandı. 1946’da  ise dünyada esen demokratikleşme rüzgarlarının etkisiyle, Cemiyetler Kanununda yapılan değişiklikle “sınıf esasına dayalı örgütlenme yasağı” kaldırıldı. Bunun hemen ardından büyük çoğunluğu  Şefik Hüsnü’nün önderliğinde Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi(TSEKP) ile Esat Adil’in önderliğinde Türkiye Sosyalist Partisi tarafından organize edilen yüz civarında sendika kuruldu.[7] Çoğu işyeri sendikası niteliğinde olan bu sendikaların kuruluşu, bütün baskı ve yasaklamalara rağmen sınıf hareketi içinde hak arama ve örgütlenme konusunda, ilk adımları 1620’de Venedikli tüccarlara karşı iş bırakan İzmir Limanı hamallarından alan bir geleneğin varlığının göstergesiydi.[8] Bu durum aynı zamanda dönemin TKP örgütlenmesinin işçi sınıfı içinde  bir biçimde süreklilik taşıdığını da gösteriyordu. Rasih Nuri ileri bu örgütlenmelerin TKP’nin 25 yıllık mücadelesinden güç aldığını ve bu örgütlenmelere yön verenlerin eski TKP militanları olduğunu söylemektedir.[9]

Kısa sürede ve dönemin özellikleri göz  önüne alındığında yaygın denebilecek  nitelikte bu sendikal örgütlenmelere devlet, ancak altı ay dayanabildi.  1946’nın Haziranında kurulan sendikalar aynı yılın Aralık ayında kapatıldı.  Sendikaların kapatılması emek hareketinin  komünistler tarafından örgütlenmesine  karşı bir tedbirdi. Nitekim dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, Meclis’te yaptığı konuşmada bunu açık bir biçimde dile getirmişti.[10]

CHP,  sendikal hareketin komünistler tarafından etkilenebilme ihtimalini, rejim ve düzen açısından büyük bir tehlike olarak algılayarak, sendikal örgütlenmeyi kontrol altına alma işine girişti. 1947’de çıkarılan “İşçi İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun” sonrasında CHP,  sendikal alanda görevlendirdiği Rebi Barkın ve Sabahattin Selek aracılığıyla özellikle mülkiyeti kamuya ait işyerlerinde sendika kurma işine girişti. Sınıfın çıkarlarından çok, devletin bekasını önceleyen bu sendikalar aracılığı ile devletin ve sermayenin kontrolünde, güdümünde vesayetçi bir sendikal yapı inşa edildi.  İzleri bugünlere kadar taşınan bu vesayetçi sendikal anlayış, Türk-İş içinde ağırlıklı bir yapı oluşturdu.

Devlet tarafından oluşturulan yasak-lütuf ve vesayet rejiminde ilk büyük kırılma 1963 Kavel greviyle yaşandı.[11] Takip eden dönemde sınıfın mücadelesiyle yasaklar geriletildi. 1961 Anayasasının tanıdığı özgürlükler ve bunun sınırlarını zorlayan fiili mücadeleler yoluyla, çalışanların hakları karşısında yasakçı, otoriter devlet yaklaşımı rengini kaybetti.  Lütuf yerine hak kavramı ağırlık kazandı. Kavel grevi, vesayetçi sendikalarla- mücadeleci sendikalar arasındaki farkı belirgin hale getirdi. Mücadeleci sendikacılığın yolunu açarak, verilenle yetinme, daha fazlasını istememe, çizilen çerçevenin içinde kalma anlayışını gerileterek ilerledi.

1970’e gelinirken, yasak-lütuf- vesayet aksının karşısında, mücadele-hak-bağımsızlık kavramlarına dayalı, bir başka aks inşa edilmiş ve bu aks psikolojik üstünlüğü ele geçirmişti. DİSK bu aksın örgütü olarak parlıyordu. Devlet için binbir meşakkatle oluşturdukları düzen, adım adım çökmeye başlamıştı. “Sendika bolluğu var ekonomiyi kötü etkiliyor” diye gidişata el koyma girişiminde bulundular. Mücadeleci sendikalara hiza verme, güçlerini kırma, etki alanlarını zayıflatma amaçlı bir yasa tasarısı hazırladılar.  Hazırladıkları yasa değişikliği, bir sendikanın faaliyet gösterebilmesi için işkolunda kayıtlı işçilerin en az üçte birini, işçi federasyonlarının faaliyette bulunabilmesi için bağlı sendikaların üye toplamının kendi işkolundaki üye sayısının en az üçte birini, işçi konfederasyonlarının kurulabilmesi için sendikalı işçi sayısının en az üçte birini bünyesinde barındırması gerekiyordu. Yasa değişikliğinde ayrıca, sendika üyeliğinden ayrılmak için noter şartı,  sendika kurmak için üç yıl işçilik zorunluluğu ve uluslararası konfederasyonlara üyelik için en çok üyeyi barındırma şartı getiriliyordu.[12]

Genel olarak, sendikal örgütlenme özgürlüğünü, özel olarak ve doğrudan DİSK ve üyesi sendikaları hedef alan bu düzenleme karşısında işçiler, meşru ve fiili direnme haklarını kullandılar. DİSK’in aldığı karar ve örgütlediği “Anayasal Direniş Komiteleri” eliyle 15-16 Haziran 1970’de işçiler sanayinin yoğun olduğu İstanbul ve Kocaeli’nde üretimi durdurup sokaklara çıktılar. Sorunlarını sokağa taşıyan işçiler burada, başta gençlik olmak üzere toplumun çeşitli kesimleriyle buluştular.100 bin işçinin katıldığı bu eylemlerin ardından 16 Haziran günü İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi, sendikacılar ve işçiler tutuklandı.

Türkiye tarihinin en kitlesel işçi eylemi, militanlaşma dalgasının doğrudan etkisiyle  Anayasa mahkemesi, TİP’in ve CHP’nin  yaptığı başvuru üzerinden yasa değişikliğini Anayasaya aykırı bularak iptal etti.  Böylece sendikal düzene biçim verme çabası, işçi sınıfının radikal eylemleriyle kadük hale getirilmiş oldu.  Sendikal hareket işçi hakları konusunda önemli kazanımlar elde ederek, 1980’e kadar geldi.

12 Eylül darbesi, emek hareketine biçim verme işini yeniden ele aldı. DİSK’in faaliyetlerini durdurdu. 1970’de işçi mücadelesiyle kadük hale gelen düzenlemeleri yeniden biraz daha ağırlaştırarak yasalaştırdı. Örgütlenmede yüzde on barajı, üye olmada ve ayrılmada noter şartı getirildi. İşçilerin hak arama yolları kapatıldı, grev başta olmak üzere mücadele araçlarının işlevi sınırlandı. Güdümlü kontrol altında sendikalarla bu düzen tahkim edildi. Böylece yasak-lütuf- vesayet rejimi yeniden inşa edildi.

12 Eylül ile oluşturulmak istenen sendikal düzende ilk kırılma 1989 Bahar Eylemleriyle oldu. Tıkanan kamu toplu iş sözleşme görüşmelerinde fiili mücadele yöntemlerini kullanarak mücadeleye girişen, viziteye çıkma hakkına yaslanarak toplu vizite eylemleri yoluyla sokakları dolduran işçiler sadece iyi toplu iş sözleşmeleri imzalamakla kalmadılar. Mücadeleci, dinamik bir sendikacılık anlayışını ve bu anlayışı savunan kadroları,  yönetimlere taşıdılar. Bu değişimin sonucu, Türk-İş’in bünyesinde sarsıcı gelişmeler oldu. Türk-İş daha eylemci, işçi hakları konusunda daha fazla atak bir çizgiye evirildi 1 Mayıs ile arasına koyduğu mesafeyi kaldırdı.

Ancak bu süreç çok uzun sürmedi, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte sendikacıların neo liberal hegemonyanın çekim alanına girmesi, sendika yönetimlerine mücadeleci sendikacılık anlayışını temsil ederek gelenlerin bu iddialarına uygun bir profil sergileyememesi, geleneksel sendikacılardan farklarını ortaya koyamaması 12 Eylül’ün kurduğu sendikal düzende açılan parantezin kapanmasını getirdi.

Bir anlamda eli rahatlayan devlet ve sermaye işçi haklarına yönelik neo liberal saldırıyı arttırdı. Artan saldırı karşısında direniş sergilemek yerine, günü kurtarmaya ve mevcudu korumaya dönük bir tutum sergilendi. Mücadele unutuldu, lobi, diyalog sendikacılığın temel yöntemi oldu.  Mevcut duruma ve içine sokulan çerçeveye razı bir biçimde, “sosyal diyalog sendikacılığı”, “hizmet sendikacılığı” gibi yeni sendikacılık kavram ve pratikleri üretildi.

Geldiğimiz nokta itibariye, devlet, sermaye ve sarı sendika eliyle kurulan şeytan üçgeni, sadece işçi haklarını yutmakla kalmıyor, işçilerin hayatına da mal oluyor. Böyle giderse işyerleri kelimenin tam anlamıyla birer çalışma kampına, Türkiye büyük bir işçi mezarlığına dönüşecek. Bu şeytan üçgeninin kırılması, 60’lı, 70’li yıllarda olduğu gibi sürece militan bir işçi mücadelesiyle, fiili ve meşru yöntemlerle, radikal bir biçimde müdahale edilmesi gerekiyor. İşçi hareketi açısından nesnel olarak yeni bir radikalleşme evresine gelmiş bulunuyoruz.  12 Eylül yasalarıyla çizilmiş bir çerçeve içinde devletin baskı aygıtlarıyla, idari ve hukuki kararlarıyla sürekli engellenilen, sarı sendikalar yoluyla rıza üretilen  bir zeminde işçi haklarını  korumanın da geliştirmenin de imkanı yok. Bu ablukanın kırılması, kuşatmanın yarılması fiili ve meşru bir eylem çizgisi üzerinden gerçekleştirilecek örgütlenme ve mücadele pratiğiyle mümkün olabilir.

Saptamayı böyle yapınca ister istemez karşımıza, “bugünkü koşullarla 60’lı, 70’li yılların koşulları aynı değil ki, aynı yol nasıl yürünebilir?”  ya da işçi sınıfı militanlığını kaybetmedi mi?” gibi bazı sorular çıkıyor. Sorular önemli ve yanıtlanmalı. Elbette koşullar 60’ın 70’in koşullarıyla aynı değil. Üretimin yapısında, istihdamın yapısında,  işçi sınıfının yapısında önemli değişimler oldu. Tel örgülerle çevrili büyük fabrikalar hukuksal ve mekânsal olarak parçalanmış işletmelere, büyük çok sayıda işçinin çalıştığı tesisler, küçük ya da orta ölçekli işyerlerine dönüştü. Fordist üretim modelinden post fordist üretim modeline geçildi. İşçi sınıfının içinde vasıflı işgücünün sayısı artı. İstihdamdaki ağırlık sanayiden, hizmetler sektörüne kaydı. Standart kurallı çalışmanın yerini, standart dışı kuralsız çalışma aldı.  Sendikaların genişleyen tabanı daraldı, toplumsal ağırlığı, güvenirliği 60’lı 70’li yıllarla kıyaslanamayacak oranda geriledi. Ekonomik, sosyal, toplumsal koşullar değişti. 60’lı 70’li yıllar solun, toplumsal muhalefetin yükseldiği yıllardı, şimdi gerileme dönemi içinde.  Bunlar doğru. Sendikalar ortaya çıkan değişime kendilerini, anlayışlarını, örgütlenmelerini mücadele yöntemlerini yenilemeyi beceremediler bu da doğru. Ancak bütün bu negatif faktörlere rağmen işçi sınıfının değiştirme ve dönüştürme gücü hala yerli yerinde duruyor. Değişen koşullar sınıfın gücünü yıpratmadı, mücadele araçlarının etki gücünde kısmen bazı zaaflar yaratsa da, tamamen işlevsiz hale getirmedi. Toplumsal özne olarak işçi sınıfı hala en önemli güç. İşçi sınıfı militanlığından hiç bir şey kaybetmedi. Yeni Kavelleri, yeni 15-16 Haziranları, yeni Derbyleri, Singerleri, Demir Dökümleri yapabilecek yaratabilecek  potansiyele sahip. O halde niye yapamıyor? Çünkü koşulları değiştirmek üzere sorumluluk ve risk alacak sendikal kadrolardan yoksun.  Mesele güçsüzlük ya da değişen koşullar karşısında gücü devreye sokabilecek bir irade eksikliğidir. İşçi sınıfının gücünü, sınıfın çıkarları doğrultusunda seferber edebilecek işçi önderliğinin olmamasıdır.

Bu durum bir boyutuyla, solun işçi sınıfından uzaklaşmasının hem ürünü hem de sonucudur. Geçmişte emek hareketi fikri ve örgütsel dinamizmi soldan alıyordu. Sınıfın öncüleri fikri olarak soldan besleniyordu. Sınıfın içinde değiştirici dönüştürücü dinamiği solcular örgütlüyordu. Solun sınıfın içinden tasfiyeye uğraması, işçi sınıfının sorunlarının solun ilgi alanının dışına çıkması, solun sınıf siyasetini unutması böyle bir tablonun ortaya çıkmasında son derece etkili oldu. Sınıf hareketinin çıkışını konuşuyorsak, bunu solun içinde bulunduğu durumdan soyutlayarak yapamayız.  Dolaysıyla solun örgütlü kesimlerinin sınıfın içinde örgütlenmeyi ve sınıf siyasetini başa koyması lazım. Çünkü geldiğimiz uğrakta, her zamankinden daha yakıcı bir biçimde solun çıkışı sınıf siyasetine emek hareketinin çıkışı sola bağlı hale gelmiştir.

[1] M. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi hareketi 1908-1984, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996

[2] Yavuz Selim Karakışla, Osmanlı Sanayi İşçi Sınıfı’nın Doğuşu 1839-1923, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Der: Donald Quataert, Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları ,3. Basım, İstanbul, 2011

[3] Yavuz Selim karakışla, age.

[4] Erdal Yavuz, Sanayideki İşgücünün Durumu, 1923-40, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Der: Donald Quataert, Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2011

[5] Aziz Çelik-Zafer Aydın, 1 Mayıs Gelenekten Geleceğe, Kristal-İş yayını, 2. Baskı, 2011

[6] Mesut Gülmez, Meclislerde İşçi Sorunu ve Sendikal Haklar(1909-1961), Ankara Öteki Yayınevi, 1995

[7] Aziz Çelik, Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık(1946-1967), iletişim Yayınları, İstanbul, 2010

[8] Kadir Yıldırım, Osmanlı’da İşçiler(1870-1912) İletişim yayınları, İstanbul, 2013

[9] Aziz Çelik, age.

[10]  Aziz Çelik, age.

[11]  Daha fazla bilgi için Zafer Aydın, “Kanunsuz” Bir Grevin öyküsü Kavel 1963, Sosyal tarih yayınları, 2. Basım,  İstanbul 2010

[12] Atilla Özsever,15-16 Haziran Olayları, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi 2. Cilt, Tarih Vakfı Yayını, 1996


(Redaksiyon)

No comments:

Post a Comment