Acımasız bir
yazarla karşı karşıyayız, ne kendine ne kahramanlarına ne de okuruna acıyor
Irmak Zileli.
Psikanaliz
bize der ki, her erkek çocuk yaşayabilmek için babasını öldürmek ister.
Babasını öldürmek ve annesine sahip olmak. Peki ya anne ne hisseder? Anne
çocuğunu öldürmek ister mi? Ya da şöyle soralım: Bir anne çocuğunu öldürmek
isterse, çocuğunu öldürürse ne olur? Çok iyi biliriz ki “anne” sözcüğü, içinde
kutsallığı taşır. Dil, kültür, toplum bunu söyler bize. Bizden bir deyimle
devam edip işi daha da ağırlaştıralım, her kadın anne olmak için doğar! Öyle mi
sahi, ya öyle değilse... Irmak Zileli, ikinci romanı Gözlerini Kaçırma ile bir
annenin gözünden kadın oluşun hikayesi ile karşımızda. Yani ileri derecede ters
köşe bir romanla.
Ölümle
başlıyor hikayemiz. Çocuğu öldürmüş bir annenin zihninde geziniyoruz. Ölüm mü
yaşam mı, kadın mı anne mi, arzu mu korku mu, rüya mı gerçek mi, hiç
bilemiyoruz. Dört yaşlarındaki kızı Rüya ile beraber, dört kuşak kadının
kadınlığını, kadın oluş, kadın olamayış serüvenini anlatıyor bize kahramanımız
Didem. Anneannesi Kamile Hanım, annesi Hicran, kendisi ve öldürdüğü kızı Rüya.
Cinsel kimliklerin bedeni de, ruhu da nasıl parçalara bölüp yönettiğini, zihin
üzerinde nasıl bir iktidar kurduğunu gösteriyor bize bu kadınların bölük pörçük
hikayeleri. “Aslında kimsenin kız çocuğu doğurduğu yoktu. Doğurulan yeni bir
anneydi. Anneannen Kamile Hanım , senin anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil.
Annen Hicran, Rüya'nın annesini doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem
koyduğu bebeği değil. Sen şimdi bu döngüyü kırdın. Neslin devamına ağır darbe.
Rüya yeni bir anne doğuramayacak. Bunu planlamamıştın. Aksine, hep korktun. Onu
doğurduğun ve kucağına aldığın o ilk günden beri korkuyorsun. Her kadın anne
doğar, deseler de korkuyorsun. (...) Hitler'in o deneyini duyduğundan beri daha
da korkuyorsun. Giderek ısınan sacın üstünde, kucağında bebeğiyle çırılçıplak
bırakılan kadın olmaktan... Korktuğun başına geldi işte. Bebeğinin üstüne
oturdun ve yanmaktan kurtuldun”.
Kamile
Hanım'ın kemiklerini sızlatacak, annesi Hicran'ın her bir sinirini ayrı ayrı
zıplatacak şekilde babasız bir çocuk dünyaya getiriyor Didem. Bir gece barda
tanışıp seviştiği, hemen hiç tanımadığı bir adamın çocuğunu doğuruyor. Ve
görüyor ki anne olmanın tamamlayıcısı baba olmayınca, kimse anne olmanızı
istemiyor. Dualar, dilekler, öğütler, tavsiyeler boğazda takılıp kalıyor, hemen
hepsi tersine dönüyor. Babalarına rağmen büyüyen, büyütülen çocukların
hikayelerine ne oldu peki, neden hepsi hasıraltına süpürülüyor? Didem'in
zihninde gezerken kadınlığın da, anneliğin de kurgulanmış toplumsal yapısı bir
bir çözülüyor. Çözüyor mu Didem, bulduğu çare, çare olabilir mi, kadın olmak
illa ki çocuğunu öldürmekten geçiyor olabilir mi? En azından bu çareyi onun
bulup keşfetmediğini biliyoruz, soru sormaya, gerçekten sormaya başladığın anda
içinde yaşadığın dünyanın sana gösterdiği çıkış kapısını Didem de dahil olmak
üzere, hepimiz biliyoruz.
Eril bir dil,
dişil bir anlatı
Bir
rüya-anlatı Gözlerini Kaçırma. Zileli, gerçekle yalanın, dille düşüncenin, rüya
ile gündelik hayatın insan zihnindeki ayrışmazlığını kavramış bir yazar ve bu
kavrayışı metnine, hikayesine tam kıvamında yedirmeyi biliyor. İkinci tekil
kişinin ağzından dinlettiyor hikayesini ama ikinci tekil kişinin okurla
kahraman arasında açtığı mesafeyi yeri geldiğinde azaltıp çoğaltarak, okurunu
her satırda içerde tutmayı başarıyor. Gözlerini Kaçırma'nın bir şaşırtıcı özelliği
ise her yönüyle dişil olan bir anlatının eril bir dille aktarılması. Zileli,
cimri denecek kadar sade, dümdüz, oyuncaksız, oyunsuz, direkt bir dil
kullanıyor. Tertemiz bir Türkçeyle karşımıza çıkıyor.
Ve gelelim
işin örtük kahramanı olan cinselliğe. Gözlerini Kaçırma, baştan sona cinsel ve
bu anlamda da politik bir metin, diyebilirim. Bir kadının kendisiyle yaşadığı
ilk cinsel deneyimlerinden, genç kız ve kadın oluşuna, oradan anneliğe
savruluşuna dek yaşanabilecekleri, deyim yerindeyse gözünü budaktan sakınmadan
anlatıyor Irmak Zileli. Kadın cinselliğinin, düşünülmeye başlandığı anda,
yazarı muhalefetin sularına taşıyacağını iyi biliyor. “Bu rüyayı annene
anlatsan, için kötü senin, derdi. İçinin kötü olduğu fikrine seni yatakta
yakaladığı o gün varmıştı. “Napıyorsun bakalım sen!” ellerini vajinandan hızla
çekmiştin. “Çabuk uyu!” Uyumuştun. Parmakların kokuyordu. İçinin hiç de kötü
kokmadığına ikna olman için yıllara ihtiyacın olacaktı. O günden sonra
parmaklarını koklayarak uyumayı alışkanlık haline getirdin.”
Bir rüyada,
Rüya'sız geçen bir gecenin içinden geçiriyor bizi Gözlerini Kaçırma.
Yaşam-ölüm-yeniden doğum işleyişi üzerine düşündürüyor, bugünü içinde taşıyan
toplumsal dinamikleri de, kalıtım dediğimiz kuşaklar boyu süren aktarımı da
içinde taşıyor, getirip önümüze bırakıyor. Acımasız bir yazarla karşı karşıya
olduğumuzu hatırlatmalıyım son olarak, ne kendine ne kahramanlarına ne de
okuruna acıyor Irmak Zileli. Acımanın, uğunmanın zamanı çoktan geçti, der gibi.
Kutsal anneler gününü de, sanırım böyle kutluyor.
* Görsel: Burak Şentürk
No comments:
Post a Comment