Türkiye’de
modern örgütsel yapılara ve insani ilişkilere sahip olmakla övünen kimi
devrimci çevrelerin, gerçekte nasıl oluyor da hala geleneksel tarım
toplumlarına özgü feodal, ataerkil ve kan bağına dayalı ilişkilere dayanan
siyasi önderlikler tarafından yönetilebildiği sorusu, bugün dahi üzerine
düşünülmesi gereken bir soru olmaya devam etmektedir.
Türkiye’deki
devrimci hareketlerin lider kadrolarına bakıldığında genellikle görülen ampirik
veriler/olgular (algılar) -en “kaba” ve “düz” biçimiyle söylemek gerekirse-
birbiriyle iç içe geçmiş, yakın akrabalık bağlarına sahip, eğitim düzeyi
nispeten yüksek, yarı-aydın özelliklerine sahip, “aile tipi” örgüt yapılarıdır.
Bu durum, modern siyasi oluşumlarla kaynaşmış geleneksel aile tipi
yapılanmaların, Türkiye devrimci hareketi içindeki ağırlığının bugüne kadar ne
derece tartışılmış -ya da tartışılmamış- olduğunu da akla getirmektedir. Zira
bu mesele, bugün dahi devrimci hareketler içinde ve dışında açıkça
tartışılmaktan çekinilen bir konu -adeta- bir tabudur.
Geleneksel ve
modern olanın iç içeliği
Geleneksel
olanla modern olanın iç içeliği, elbette yeni bir durum değildir. Modern olarak
bildiğimiz pek çok kurum, aslında -din, aile vb.- geleneksel yapılar içinden
çıkmış; zamanla içinden çıktığı
kurumlara karşı başkaldırmış ya da içinden çıktığı kurumlara bir kaç yeni
özellik katarak varlığını sürdürmüş sosyal yapılardır. Bu açıdan, modern olanı
reddeden bir gelenekselcilik ne derece saçmaysa, aynı şekilde geleneksel
ilişkilerin varlığını reddeden bir modernlik anlayışı da aynı oranda saçma ve
anlamsızdır. [1] Hâlihazırda toplumsal değişim/gelişim/dönüşüm süreçlerinde
-eski ile yeninin iç içe olma halinden kaynaklı olarak- bu durum somut bir
gerçeklik halini de almaktadır.
Öte yandan,
geleneği dışlayan bir modernlik anlayışına ve toplumları sanayi devrimi
sonrasında geleneksel ve modern biçiminde kategorik olarak bölen modernist
yaklaşımlara karşı, her toplumda belli düzeyde geleneklerin daima var olduğunu
ve bu nedenle geleneksel olanla modern olan arasında bir köprü kurulması
gerektiğini özellikle vurgulamak gerekir. Geleneksel toplumların, kadercilik,
iktidara boyun eğme ve işleri kutsal bir makama bırakma gibi özellikleri
bünyesinde barındırdığı türünden bir anlayışı savunan değer yönelimli modernist
yaklaşımlar eleştirilmelidir. Gelecek yönelimli tavır takınma, değişime açık
olma, eğitime önem verme vb. modernliğe ait gibi görünen birçok özelliğin
geleneksel-tarımsal toplum yapıları içerisinde bulunduğunu da tespit etmek
gerekir.
Türkiye’de
devrimci harekete damga vurmuş kimi örgüt ve partilerin “iç dünyası”na egemen
olan modern ve geleneksel ilişki kalıplarının ve bunlardan türeyen yarı-feodal
“aile tipi” yapılanmaların bugüne kadar sosyolojik açıdan hiç araştırılmamış
olması -bu alanda mikro ölçekli makro bir tarih ve siyasi yapı-fail analizine
gidilmemiş olması- gelinen nokta itibariyle ciddi bir eksikliktir. Osmanlı’dan
günümüz Türkiye’sine, İştirakçi Hilmi’den TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi’ye
kadar geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş süreçlerinde,
devrimci hareketler üzerine bugüne kadar çok sayıda kitap yazılmıştır. Ancak
bütün bu kitapların temel özelliği hepsinin birer “klasik siyasi tarih yazımı”
çalışması olmasıdır.
Başka bir
deyişle, bu kitapların temel sorunu “akademik ölçütler” içinde belirlenen
siyasi yazının -devrimci hareketlerin yayınlarının, bildirilerinin ve
eylemlerinin incelenmesinden- öteye geçememiş olmasıdır. Fakat bu hususta,
devrimci hareketin asıl olarak ihtiyaç duyduğu şey ise, bir anlamda artık
“resmi tarih” haline dönüşmüş olan bu bıktırıcı yazının yerine, daha çok siyasi
hareketlerin en tepedeki kurucu unsurlarından (yönetici kadrolarından),
örgütsel hiyerarşi içinde değişik konumlarda yer alan militanlara kadar,
gündelik hayatın içindeki az bilinen örgüt içi mücadele, tartışma ve söylem
biçimlerinin açığa çıkarılması olmalıdır.
Araştırmaya
nereden başlamalı?
Türkiye’deki
devrimci hareketler üzerine inceleme yapan hemen herkesin merak ettiği ama
devrimci yazın içinde bulmakta güçlük çekilen -belki de bilinçli olarak üstü
kapatılan- bu türden bilgiler, nereden ve hangi şekilde elde edilebilir?
Partilerin ya da örgütlerin siyasi program ve eylemleri ile sınırlı olmayan,
bugüne kadar pek kimsenin ilgilenmediği özel mücadele alanı pratikleri ile,
yani kişi ve çevreler ile yapılacak samimi söyleşiler, anı ve biyografi
kitapları, fotoğraflar, belgeseller vb. hâkim “arşivci” akademik araştırma
yöntemlerinin her zaman olmasa bile genellikle es geçtiği “mikro alanlar”da
titiz bir çalışma yapılarak, bu bilgilerin, bulundukları yerlerden sökülüp
çıkarılması elbette mümkündür.
Öte yandan,
böylesi bir çalışma, istatistiksel analiz gibi bazı “nesnel” ve “pozitif” bilme
biçimlerinden farklı olarak, sınıf mücadelesi ve toplumsal eylem içinde yer
alan birey ve gruplar ile duygudaşlık kurmaya çalışan devrimci bir “hermenötik”
epistemolojiyi de gerektirmektedir. Zira epistemolojik problem çözme yöntemi
her sosyal araştırmanın temelini oluşturan ana bilişsel ön kabullerden biridir.
Bazıları alaycı bir üslupla bu türden bilgiler ne işe yarayacak diyebilir.
Ancak şu bir gerçek ki bu türden çalışmalar en çok da devrimci hareketlerin
tarihinde “karanlıkta” kalan pek çok konunun aydınlatılması işlevini
görecektir. Ayrıca, böylesine bir araştırma, devrimci hareketleri yıllardır
içeriden kemiren çeşitli hastalıkların -özellikle de teknik bürokratizmin-
tedavisi açısından da önemlidir.
Konuya
yabancı olmayanların da bildiği gibi, Türkiye’deki devrimci hareketler ne yazık
ki -dünyada eşine az rastlanan bir biçimde- çok parçalı ve -negatif anlamda-
birbiri ile sürekli rekabet halinde olan sekter bir siyasi karaktere sahip
olmuştur. Devrimci hareketlerin bu olumsuz özellikleri nasıl kazandığı, bu
alanda daha önce yapılmış olan fazlasıyla “resmi” araştırma teknikleri ve
yöntemleri ile keşfedilemez. Ancak devrimci hareketler içinde çalışmış kişi ve
gruplar arasında derinlemesine yapılacak bir saha araştırması ile belli
sonuçlara ulaşılabilir. Böylece devrimci hareketlerin tarihinde sık sık görülen
ve çoğu zaman “anlam verilemeyen bölünmelere” ya da “liderler arasındaki
sürtüşmelere” daha fazla nüfus edilebilir ve bu sayede ilk bakışta ideolojik
(-miş) ve politik (-miş) gibi görünen pek çok şeyin, aslında örgütsel yapılara
hâkim olan geleneksel-feodal “aile tipi” örgütlenme biçimlerinden ya da psiko-kültürel
(bireysel) dinamiklerden kaynaklandığına ilişkin somut bulgular elde
edilebilir.
Bu sonuçlar
en çok da devrimci örgüt ve parti sorununa ilişkin teorik-programatik
çalışmalar yürüten insanların işine yarayacaktır. Zira pratik alandan beslenen
böylesine bir bilgi ve deneyim birikimi, emekçi sınıfların gereksinim duyduğu
tipte devrimci bir yapının/önderliğin hangi koşullar altında daha sağlıklı
işleyebileceğine de ışık tutacaktır.
Karizmatik
otorite ve cemaat
Yine “kaba”
ve “düz” ampirik olgulardan hareket ederek rahatlıkla söyleyebiliriz ki,
Türkiye’deki bütün devrimci örgütler için aynı evrensel özelliklerin
(doğruların) geçerli olduğu söylenemezse de, genellikle Türkiye’de rastlanılan
durumlardan biri de sürekli kendini tekrarlayan bir örgüt yapısı halidir.
Bununla neyi kastettiğimizi biraz açmak gerekiyor: Çeşitli devrimci siyasi
yapılarda en sık görülen olgulardan biri, güçlü bir lider (karizmatik otorite)
etrafında kümelenmiş sadık izleyiciler (cemaat) topluluğu olma biçimidir. Bu
yapılarda takipçilerin liderle kurduğu ilişki biçimi -bir analoji olarak kulağa
hoş gelmeyecek olsa da- çoğunlukla “ebeveyn-çocuk” ya da “peygamber-mümin”
ilişkisine benzetilebilir. [2]
Georg
Simmel’in belirttiği gibi, “Hükmeden güce bağlılık, çok küçük gruplarda kişi olarak
yöneticiye bağlılık şeklinde olur. Büyük gruplarda ise bağlılık, yöneticinin
kişisel özelliklerine değil, onun resmi pozisyonuna dayanır.” Özgürlükçü ve
demokratik bir karaktere sahip olmayan bu türden hiyerarşik ilişkiler, örgütsel
yaşama otokratik bir hava vermekte ve bu yapının genel işleyişi kaçınılmaz
olarak liderlerin yetenek ve özelliklerinin örgüt içinde ve dışında sürekli
yüceltilmesi (kişi/lider tapınmacılığı) üzerinden şekillenmektedir.
Öte yandan,
toplumsal bir örgütlenme biçimi olarak herhangi bir parti ya da örgüt içinde
bilinç düzeyi açısından eşitsizlik korelâsyonu yükseldikçe, yani üst yönetici
grup ile yapının geri kalan kısımları (birimleri) arasındaki yabancılaşma
miktarı arttıkça, bu durumun, hareketin gelişiminin belirli bir aşamasından
sonra -örneğin kitleselleşme döneminde- karizmatik bir lider (tek adam) ortaya
çıkarması da gayet mümkündür. Sorunları çözdüğü oranda güçlenen, sorunlara
çözüm üretemediği oranda zayıflayan karizmatik bir lider, gerçekte devrimci bir
organizasyonun planlı inşası açısından da istikrarlı bir yönetim tarzı
değildir. Max Weber’in de vurguladığı gibi, karizmatik liderlerin ortaya çıkma
ve başarılı olma ihtimalleri de, ancak onların başarı ihtimali rasyonel-hukuki
meşruiyette düşük ve geleneksel-duygusal meşruiyette yüksek olma ihtimallerine
bağlıdır.
Kuşkusuz
lider kültünün Türkiye’de bu derece baskın olmasının bir başka tarihsel nedeni
ise “Asyatik Doğu despotizmine” özgü kişi tapınmacılığının yaşamın her alanını
ne yazık ki kuşatmış olmasıdır. Kişilerin ve toplulukların bu aşamada sağ ya da
sol bir ideolojiyi sahip olmasından çok, burada asıl belirleyici olan, son
kertede kültürel ve toplumsal yapıya bağlı salınımların bu durumu her defasında
yeni baştan üretmekte oluşudur. Yani bu durum, sosyal bünyemizde hâlihazırda
var olan köklü ve tarihsel bir hastalıktır.
Politik
mücadelenin aktif bir öznesi olmak isteyen genç devrimci kadın ve erkekler
açısından, her zaman problemli bir alan olmuş olan otokratik lider kültü,
yalnızca Türkiye’ye özgü bir mesele de değildir. Sınıf mücadelesi tarihinde
feci sonuçlar doğurmuş olan lider kültü meselesi, devrimci mücadeleyi olumsuz
yönde etkileyen belli başlı tarihsel fenomenlerden biri olagelmiştir. Başka bir
deyişle, devrimci hareket içinde var olduğu düşünülen negatif toplumsal
hiyerarşiler ve tek kişiye dayalı otokratizm, hâlihazırda devrimci mücadelenin
tarihi içinden günümüze kadar süzülüp gelen nesnel bir olgudur. Sorunun
kaynağını uzaklarda aramak gerçeklere gözlerimizi kapatmaktır ki gerçekler
gözleri kapattıktan sonra bile gerçek olmaya devam etmektedir.
Gerontokratik
liderlikler ve yozlaşma
Devrimci
hareketlerin bu geri eğilimlerine ve özelliklerine yöneltilmiş bu türden sert
eleştirilerin, sekterlikle damgalanmış siyasi yapılar tarafından derhal “küçük
burjuva solculuğu”, “örgütsel liberalizm”, “post-marksizm”, “örgütsüzlük
fetişizmi”, “anarşizm”, “postmodernizm” vb. benzer suçlamalar ile
savuşturulması ise, yaygın olarak gözlemlenen bir tutumdur. Kuşkusuz
eleştirinin ölçüsüz olanı eleştiriyi yapana da bir fayda sağlamayacağı gibi,
devrimci yapılara ilişkin her türden eleştirel düşünceden kaçınmak ve
eleştiriyi yalnızca bir zafiyet ve güçsüzlük biçimi olarak algılamak da
Türkiye’deki farklı devrimci hareketlerin pek çoğunda var olan kronik
hastalıkların devam etmesine neden olacaktır.
Şimdiye kadar
bu alanla ilgili olarak bilimsel ve sosyolojik tabanlı bir saha çalışması
yapılmamış olmasına karşın, devrimci hareketler içinde yer almış ve farklı
deneyimler yaşamış (kadın-erkek) birey ve toplulukların, kendi öz
deneyimlerinden edindikleri en kaba ve düz ampirik tecrübelerin bile tek başına
kayıt altına alınması, siyasi yapılar içindeki yarı-feodal “aile tipi”
örgütlenmelerin gayet nesnel bir olgu olduğunu ortaya koyabilir. Bu gerçek,
devrimci hareketlerin yıllarca kendi gerçekliğini yadsımasının bir sonucu olarak
bugün vahim bir boyuta ulaşmış durumdadır.
Türkiye’deki
pek çok devrimci yapı neredeyse 40-50 yıldır aynı kişiler, gruplar ve aileler
tarafından yönetilmekte, örgüt içindeki iktidar ilişkileri bile bu yarı-feodal
“aile tipi” örgütlenmeye uyum sağlayan ya da boyun eğen genç kuşaklara devir
teslim edilmektedir. [3] Bu sebepledir ki mevcut tablonun, bir tür pre-modern
toplumsal yapılanma ve aile tipi örgütlenme biçiminde kavramsallaştırılması hiç
de abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. [4] Bugün pek çok devrimci siyasi
yapının önderliği, güce ve toplumsal saygınlığa sahip olma hakkını yalnızca
“yaşlılar grubuna” tanıyan bir toplumsal organizmaya, yani -yaşlılar iktidarı
biçimindeki- gerontokratik bir yapıya dönüşmüş durumdadır. Hatırlatmak gerekir
ki, 1991’de tamamen çöken bürokratik rejimlerin pek çoğunda devlet kurumları
genellikle 50-60 yaş üzerinde, yaşlanmış “komünist” parti üyeleri tarafından
yönetilirdi. Kuşkusuz tek neden bu olmasa da, bu sistemlerin çökmesine neden
olan başlıca etkenlerden biri de bu idi. Son tahlilde bu sistemlerin hepsi
komünizm mücadelesini geliştirecek tarzda yenilikçi düşünceler üretemez bir
hale gelmişti.
Kadın
sorunsalı
Pek çok
politik örgüt ve partiye ilişkin bir başka gerçek ise, bahsi geçen yapıların
önderliklerinin büyük bir çoğunluğunun her zaman erkeklerden meydana gelmiş
olmasıdır. Örneğin, 12 Eylül sonrası siyasi davalara bakıldığı zaman, parti ve
örgüt yöneticiliğinden yargılananların çoğunluğunun yine erkekler olduğu
görülebilir. Hâlbuki aynı dönemde kadın devrimciler de en az erkek devrimciler
kadar askeri darbenin neden olduğu acılardan eşit oranda pay almıştır.
Kadın
sorununda, söylemde “devrim yapmak” gerektiğini ifade eden erkek devrimcilerin
pek çoğunun, bugün dahi kadın devrimcilerin “fıtratını” pasiflikle ve güçsüzlükle
özdeşleştiren ataerkil bir yaklaşıma sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı
bir tespit olmayacaktır. Bu sebepledir ki günümüzde de pek çok devrimci çevre
içinde kadınların konumu hala “geri görevler” içinde tarif edilmektedir.
Politik
yapılardaki cinsiyetçiliğin ve erken egemenliğinin kırılması devrimci
mücadelenin gelişimi açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Bir kadın devrimci
hiç bir tartışmaya gerek bile olmaksızın bir erkek devrimcinin yapabileceği her
şeyi yapabilir. En başta da bir partinin ya da örgütün yöneticisi olmak gibi
bir görevi de, pek çok alanda olduğu gibi, kadın devrimcilerin erkek
devrimcilerden daha başarılı bir şekilde yapacağından hiç kimsenin kuşkusu
olmamalıdır.
Bürokratik
mekanizmaları aşmak
Bütün bu
tespitlerden rahatsız olacak olanlar, ancak bu türden “aile tipi” bürokratik
örgütsel yapıların, devrimci hareketler içinde devam etmesi gerektiğini
düşünenler olabilir. Modern toplum, modern kapitalist üretim ilişkilerine bağlı
olarak -insanlar arasında geleneksel-feodal-kültürel ilişkileri (ayrımcılık
şeklinde) dışlamayan bir tarzda- modern ilişki ve örgütlenme biçimlerini
benimsemeyi gerektirir. Özellikle önderlikler bazında, modern burjuva
kurumlarına karşı “feodal” ya da “yarı-feodal” bir zihniyet yapısı ile mücadele
edilemez. Modern kapitalizmin panzehiri yine tam manasıyla modern bir devrimci
teori ve pratiktir. Kuşkusuz bu perspektifin kendisi de, modern bir düşünce
olarak doğan ama kapitalist modernleşmeyi aşarak dünya komünizmine ulaşmaya
çalışan bilimsel komünist dünya görüşünün özünden beslenmektedir. [5]
Yalnızca
Türkiye’de değil, tüm dünyada kastlaşmış ve ciddi bir yozlaşma tehlikesi ile
karşı karşıya kalan devrimci yapıların her alanda olduğu gibi örgütsel alanda
da kendi eksikliklerinin bilincine varması ve yeniden yapılanma yönünde somut
adımlar atması gerekmektedir. Bu cesaret gösterilmediği müddetçe, çağın
ihtiyaçlarına uygun devrimci örgüt ve parti anlayışının inşası da mümkün
gözükmemektedir. [6]
Dipnotlar
[1] Pek çok
modernist kuramcı, ulus, ırk, etnisite, din vb. toplumsal kategorileri sıklıkla
modernite öncesi zamanların anokranik (çağdışı) kalıntısı olarak ele alır.
Hâlbuki bu yanlış bir kalkış noktasıdır. Saydığımız bu statü ve kimlikler,
modernitenin (burjuva toplumlarının) gerçek manada ayrılmaz bir parçasıdır.
Zira kapitalist sistemin iç mantığı gereğince statü grupları ya da kimlikler
sönmek bir yana burjuvazi tarafından daha da güçlendirilmektedir. Ortak bir
sınıf bilincinin gelişimini baltalayıcı özelliklerinden dolayı bu kimlikler ve
statüler burjuvazi açısından da her zaman kullanışlı birer ideolojik ve
kültürel araç olarak görülmüştür. Ve bütün bunlar genel sistem içindeki
işlevleri gereği toplumsal eşitsizliği ve hakim ideolojiyi muhafaza etme özelliğine
sahiptir.
[2] Max
Weber’in ideal-tipler olarak tasarladığı farklı otorite tiplerinden biri de
karizmatik otoritedir. Buna göre olağanüstü nitelikleri olan bir kişiye biat
etmek meşru sayılmaktadır. Böylesi bir kişinin etrafında duygudaşlık temelinde
toplanma Weber’e göre bir nevi “peygamber-mürit” ilişkisidir. Öte yandan,
Weber’in otorite tipleri arasında da ince bir çizgi vardır. Örneğin Weber, “din
adamı-mümin”, “baba-çocuk” vb. biçimleri de meşruiyetini kutsallıktan ve ilahi
düzenden alan geleneksel otorite içinde sınıflandırmıştır. Weber’in ideal
tiplerinin zihinsel ve analitik kurgular olduğunu, gerçekliğe birebir karşılık
gelmediğini, tarihsel saptamaların ve gözlemlerin sonucunda geliştirildiğini de
unutmamak gerekir. Zira Weber’in yapmaya çalıştığı şey ampirik olarak
gözlemlenebilen toplumsal eylem biçimlerini ideal tipler biçiminde
kavramsallaştırmaktır. Bu noktada o, araçsal-rasyonal eylem, değer-rasyonel
eylem, geleneksel eylem, duygusal eylem şeklindeki dört “ideal eylem” tipinden
bahsetmektedir.
[3] Theodor
Adorno’nun otoriter kişilik kuramına göre, otoriter kişiliğe sahip olan
insanların temel özelliği hâkim kültüre ve onun meydana getirdiği normlara
kayıtsız şartsız biat etmeleri ve sorgusuzca uymalarıdır. Bu insanlar, doğru ve
yanlış arasında “gri tonlar” olabileceğini düşünmezler ve dünyaya dogmatik bir
bakış açısından bakarlar. Bu türden kişilik yapılarına sahip insanları
-devrimci gruplar da dâhil- her türden toplumsal örgütlenmenin içinde bulmak
mümkündür. Örneğin, dini bir tarikatta da seküler bir kurumda da otoriter
kişilik sahibi insanların varlığı gözlemlenebilir. Benzer toplumsal ilişki
örüngüleri de farklı sosyal grup ve topluluklar içinde ortaya çıkabilir. Önemli
olan bu geri eğilimlere karşı hangi mücadele yöntemlerinin izleneceğini
bulmaktır.
[4] Yazı
içinde geçen “pre-modern” ve “aile tipi örgüt” kavramsallaştırmaları, meseleyi
teorik açıdan anlatmanın zorluğundan dolayı kullanılmış kavramlardır. Nasıl
kapitalizm öncesi üretim biçimleri için “pre-kapitalist” kavramını kullanıyorsak,
egemen toplum biçiminin modern olduğu ama onun içinde bir “alt sistem” olarak
geleneksel-tarım toplumlarına özgü feodal ilişkilerin varlığını sürdürdüğü kimi
durumlarda da pre-modern kavramı bir ölçüde kullanılabilir. Aynı şekilde,
Marksist ve Leninist teori içinde örgütsel sorunlara ilişkin yaygın kavram
diziliminin yetersiz kaldığı bir durumda, örgüt biçimine hâkim olan feodal ya
da yarı-feodal ilişkilerin açıklanması için de “aile tipi örgüt” kavramı
kullanılabilir. Böylesi bir tipoloji, ilk bakışta Max Weber’in ideal tipler
yaklaşımını hatırlatacaktır. Bu durum şuna benzetilebilir: Marx artı-değer
kuramını geliştirirken nasıl -Klasik İngiliz Ekonomi-Politiği’nden- Smith ve
Ricardo’nun emek-değer kuramından yararlandıysa, aynı şekilde bürokratikleşmiş
örgütsel yapıların analizinde de, şayet gerekiyorsa, sosyolojinin
kavramlarından yararlanılabilir. Bu açıdan Weber’in analitik temelli ideal tip
soyutlamalarının kullanılması devrimci önderlik formlarının (morfolojilerinin)
açıklanmasında bir noktaya kadar yararlı olacaktır.
[5] İdeoloji
terimi dar anlamıyla insanın toplumsal alanda tutarlı bir strateji geliştirme
isteği olarak da yorumlanabilir. Bu açıdan ideolojilerin doğuşu 1789 Fransız
Devrimi ile başlar. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan politik değişim talebi ve
bu değişimin nasıl olacağı konusu kendi içinde “tutarlı” olmaya çalışan
ideolojik stratejilerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur: Muhafazakârlık,
liberalizm ve radikalizm. Marksizm bu üçü de değildir. Marksizm adını taşıyan
devrimci düşünce biçimi bir ideoloji değil, bilimsel bir disiplindir. Burjuva
ideologlarının iddia ettiğinin aksine, zaten Marksizm bir bilim olduğu için
“ütopya” da değildir. Marksizm’in her bilim gibi kendine özgü bir yöntemi
vardır: Bu yöntemin genel adı tarihsel (diyalektik) maddeciliktir. Yanlış
bilinen bir başka gerçek ise, Marksizm’in insanlara ideolojik bir bakış açısı
(Engels’in tabiriyle “yanlış bilinç”) taşımayı değil, yine Engels’in tabiriyle
ideolojilerin neden olduğu yanlış bilinçleri ortadan kaldırmayı amaçlamasıdır.
Marksizm bir anlamda bilimsel düşüncenin gelişmesi yoluyla insan bilincinin
ideolojik yanılsamalardan -insan aklını sınırlandıran tüm maddi ve manevi
otoritelerden- özgürleşmesi sürecidir. Bu sürecin gelişmesi demek, aslında
Marksizm’in pozitif anlamda adım adım “ölümü”de demektir. Ancak bugün komünizm
mücadelesinin yalnızca Marx’ın ismiyle anılması doğru olmayacağından; gerekli
durumlar dışında, Marksizm kavramı yerine bilimsel komünizm ifadesini kullanmak
daha doğru olacaktır. Marx’ta bu tehlikenin farkına varmış olmalı ki “Ben
Marksist değilim” diyen de ilk olarak kendisi olmuştur.
[6] Yazı
içinde “devrimci hareketler” ifadesi bilinçli olarak kullanılmıştır. Zira
burada devrimci hareketler ile kastedilen yalnızca Marksist-sosyalist örgüt ve
parti yapıları değildir. Aksine sisteme muhalefet ettiğini söyleyen çeşitli,
anarşist, feminist, ekolojik, komünalist vb. “anti-kapitalist” akım, devrimci
hareketler sınıflaması içinde ele alınabilir; en azından bu yazı kapsamında.
Burada asıl olarak eleştiriye tabi tutulması gereken şey, sistemi aşma iddiası
taşıyan sosyal-siyasal yapıların ne derece sistemi aşma potansiyeli taşıyan
mücadele araçlarını yaratmayı başarıp başaramamış olmasıdır. Zira Komünist
hareketi kapsayacak bir biçimde, devrimci hareketlerin gerileyiş nedenlerinden
biri de kapitalizmin uzun süreli krizine karşı bugüne kadar hem nesnel hem de
öznel düzlemde net bir örgütsel/partisel çözüm yöntemi/program/perspektif
üretilememiş olmasıdır.
Bu yazı 22
Temmuz 2014’te Fraksiyon’da (Yeryüzünün Lanetlileri Kolektifi) yayınlanmıştır.
*
No comments:
Post a Comment