Wednesday 6 August 2014

Devrimci Hareketler, Pre-Modern Yapılar ve Aile Tipi Örgütler

Türkiye’de modern örgütsel yapılara ve insani ilişkilere sahip olmakla övünen kimi devrimci çevrelerin, gerçekte nasıl oluyor da hala geleneksel tarım toplumlarına özgü feodal, ataerkil ve kan bağına dayalı ilişkilere dayanan siyasi önderlikler tarafından yönetilebildiği sorusu, bugün dahi üzerine düşünülmesi gereken bir soru olmaya devam etmektedir.

Türkiye’deki devrimci hareketlerin lider kadrolarına bakıldığında genellikle görülen ampirik veriler/olgular (algılar) -en “kaba” ve “düz” biçimiyle söylemek gerekirse- birbiriyle iç içe geçmiş, yakın akrabalık bağlarına sahip, eğitim düzeyi nispeten yüksek, yarı-aydın özelliklerine sahip, “aile tipi” örgüt yapılarıdır. Bu durum, modern siyasi oluşumlarla kaynaşmış geleneksel aile tipi yapılanmaların, Türkiye devrimci hareketi içindeki ağırlığının bugüne kadar ne derece tartışılmış -ya da tartışılmamış- olduğunu da akla getirmektedir. Zira bu mesele, bugün dahi devrimci hareketler içinde ve dışında açıkça tartışılmaktan çekinilen bir konu -adeta- bir tabudur.

Geleneksel ve modern olanın iç içeliği
Geleneksel olanla modern olanın iç içeliği, elbette yeni bir durum değildir. Modern olarak bildiğimiz pek çok kurum, aslında -din, aile vb.- geleneksel yapılar içinden çıkmış;  zamanla içinden çıktığı kurumlara karşı başkaldırmış ya da içinden çıktığı kurumlara bir kaç yeni özellik katarak varlığını sürdürmüş sosyal yapılardır. Bu açıdan, modern olanı reddeden bir gelenekselcilik ne derece saçmaysa, aynı şekilde geleneksel ilişkilerin varlığını reddeden bir modernlik anlayışı da aynı oranda saçma ve anlamsızdır. [1] Hâlihazırda toplumsal değişim/gelişim/dönüşüm süreçlerinde -eski ile yeninin iç içe olma halinden kaynaklı olarak- bu durum somut bir gerçeklik halini de almaktadır.

Öte yandan, geleneği dışlayan bir modernlik anlayışına ve toplumları sanayi devrimi sonrasında geleneksel ve modern biçiminde kategorik olarak bölen modernist yaklaşımlara karşı, her toplumda belli düzeyde geleneklerin daima var olduğunu ve bu nedenle geleneksel olanla modern olan arasında bir köprü kurulması gerektiğini özellikle vurgulamak gerekir. Geleneksel toplumların, kadercilik, iktidara boyun eğme ve işleri kutsal bir makama bırakma gibi özellikleri bünyesinde barındırdığı türünden bir anlayışı savunan değer yönelimli modernist yaklaşımlar eleştirilmelidir. Gelecek yönelimli tavır takınma, değişime açık olma, eğitime önem verme vb. modernliğe ait gibi görünen birçok özelliğin geleneksel-tarımsal toplum yapıları içerisinde bulunduğunu da tespit etmek gerekir.

Türkiye’de devrimci harekete damga vurmuş kimi örgüt ve partilerin “iç dünyası”na egemen olan modern ve geleneksel ilişki kalıplarının ve bunlardan türeyen yarı-feodal “aile tipi” yapılanmaların bugüne kadar sosyolojik açıdan hiç araştırılmamış olması -bu alanda mikro ölçekli makro bir tarih ve siyasi yapı-fail analizine gidilmemiş olması- gelinen nokta itibariyle ciddi bir eksikliktir. Osmanlı’dan günümüz Türkiye’sine, İştirakçi Hilmi’den TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi’ye kadar geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş süreçlerinde, devrimci hareketler üzerine bugüne kadar çok sayıda kitap yazılmıştır. Ancak bütün bu kitapların temel özelliği hepsinin birer “klasik siyasi tarih yazımı” çalışması olmasıdır.

Başka bir deyişle, bu kitapların temel sorunu “akademik ölçütler” içinde belirlenen siyasi yazının -devrimci hareketlerin yayınlarının, bildirilerinin ve eylemlerinin incelenmesinden- öteye geçememiş olmasıdır. Fakat bu hususta, devrimci hareketin asıl olarak ihtiyaç duyduğu şey ise, bir anlamda artık “resmi tarih” haline dönüşmüş olan bu bıktırıcı yazının yerine, daha çok siyasi hareketlerin en tepedeki kurucu unsurlarından (yönetici kadrolarından), örgütsel hiyerarşi içinde değişik konumlarda yer alan militanlara kadar, gündelik hayatın içindeki az bilinen örgüt içi mücadele, tartışma ve söylem biçimlerinin açığa çıkarılması olmalıdır.

Araştırmaya nereden başlamalı?
Türkiye’deki devrimci hareketler üzerine inceleme yapan hemen herkesin merak ettiği ama devrimci yazın içinde bulmakta güçlük çekilen -belki de bilinçli olarak üstü kapatılan- bu türden bilgiler, nereden ve hangi şekilde elde edilebilir? Partilerin ya da örgütlerin siyasi program ve eylemleri ile sınırlı olmayan, bugüne kadar pek kimsenin ilgilenmediği özel mücadele alanı pratikleri ile, yani kişi ve çevreler ile yapılacak samimi söyleşiler, anı ve biyografi kitapları, fotoğraflar, belgeseller vb. hâkim “arşivci” akademik araştırma yöntemlerinin her zaman olmasa bile genellikle es geçtiği “mikro alanlar”da titiz bir çalışma yapılarak, bu bilgilerin, bulundukları yerlerden sökülüp çıkarılması elbette mümkündür.

Öte yandan, böylesi bir çalışma, istatistiksel analiz gibi bazı “nesnel” ve “pozitif” bilme biçimlerinden farklı olarak, sınıf mücadelesi ve toplumsal eylem içinde yer alan birey ve gruplar ile duygudaşlık kurmaya çalışan devrimci bir “hermenötik” epistemolojiyi de gerektirmektedir. Zira epistemolojik problem çözme yöntemi her sosyal araştırmanın temelini oluşturan ana bilişsel ön kabullerden biridir. Bazıları alaycı bir üslupla bu türden bilgiler ne işe yarayacak diyebilir. Ancak şu bir gerçek ki bu türden çalışmalar en çok da devrimci hareketlerin tarihinde “karanlıkta” kalan pek çok konunun aydınlatılması işlevini görecektir. Ayrıca, böylesine bir araştırma, devrimci hareketleri yıllardır içeriden kemiren çeşitli hastalıkların -özellikle de teknik bürokratizmin- tedavisi açısından da önemlidir.

Konuya yabancı olmayanların da bildiği gibi, Türkiye’deki devrimci hareketler ne yazık ki -dünyada eşine az rastlanan bir biçimde- çok parçalı ve -negatif anlamda- birbiri ile sürekli rekabet halinde olan sekter bir siyasi karaktere sahip olmuştur. Devrimci hareketlerin bu olumsuz özellikleri nasıl kazandığı, bu alanda daha önce yapılmış olan fazlasıyla “resmi” araştırma teknikleri ve yöntemleri ile keşfedilemez. Ancak devrimci hareketler içinde çalışmış kişi ve gruplar arasında derinlemesine yapılacak bir saha araştırması ile belli sonuçlara ulaşılabilir. Böylece devrimci hareketlerin tarihinde sık sık görülen ve çoğu zaman “anlam verilemeyen bölünmelere” ya da “liderler arasındaki sürtüşmelere” daha fazla nüfus edilebilir ve bu sayede ilk bakışta ideolojik (-miş) ve politik (-miş) gibi görünen pek çok şeyin, aslında örgütsel yapılara hâkim olan geleneksel-feodal “aile tipi” örgütlenme biçimlerinden ya da psiko-kültürel (bireysel) dinamiklerden kaynaklandığına ilişkin somut bulgular elde edilebilir.

Bu sonuçlar en çok da devrimci örgüt ve parti sorununa ilişkin teorik-programatik çalışmalar yürüten insanların işine yarayacaktır. Zira pratik alandan beslenen böylesine bir bilgi ve deneyim birikimi, emekçi sınıfların gereksinim duyduğu tipte devrimci bir yapının/önderliğin hangi koşullar altında daha sağlıklı işleyebileceğine de ışık tutacaktır.

Karizmatik otorite ve cemaat
Yine “kaba” ve “düz” ampirik olgulardan hareket ederek rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türkiye’deki bütün devrimci örgütler için aynı evrensel özelliklerin (doğruların) geçerli olduğu söylenemezse de, genellikle Türkiye’de rastlanılan durumlardan biri de sürekli kendini tekrarlayan bir örgüt yapısı halidir. Bununla neyi kastettiğimizi biraz açmak gerekiyor: Çeşitli devrimci siyasi yapılarda en sık görülen olgulardan biri, güçlü bir lider (karizmatik otorite) etrafında kümelenmiş sadık izleyiciler (cemaat) topluluğu olma biçimidir. Bu yapılarda takipçilerin liderle kurduğu ilişki biçimi -bir analoji olarak kulağa hoş gelmeyecek olsa da- çoğunlukla “ebeveyn-çocuk” ya da “peygamber-mümin” ilişkisine benzetilebilir. [2]

Georg Simmel’in belirttiği gibi, “Hükmeden güce bağlılık, çok küçük gruplarda kişi olarak yöneticiye bağlılık şeklinde olur. Büyük gruplarda ise bağlılık, yöneticinin kişisel özelliklerine değil, onun resmi pozisyonuna dayanır.” Özgürlükçü ve demokratik bir karaktere sahip olmayan bu türden hiyerarşik ilişkiler, örgütsel yaşama otokratik bir hava vermekte ve bu yapının genel işleyişi kaçınılmaz olarak liderlerin yetenek ve özelliklerinin örgüt içinde ve dışında sürekli yüceltilmesi (kişi/lider tapınmacılığı) üzerinden şekillenmektedir.

Öte yandan, toplumsal bir örgütlenme biçimi olarak herhangi bir parti ya da örgüt içinde bilinç düzeyi açısından eşitsizlik korelâsyonu yükseldikçe, yani üst yönetici grup ile yapının geri kalan kısımları (birimleri) arasındaki yabancılaşma miktarı arttıkça, bu durumun, hareketin gelişiminin belirli bir aşamasından sonra -örneğin kitleselleşme döneminde- karizmatik bir lider (tek adam) ortaya çıkarması da gayet mümkündür. Sorunları çözdüğü oranda güçlenen, sorunlara çözüm üretemediği oranda zayıflayan karizmatik bir lider, gerçekte devrimci bir organizasyonun planlı inşası açısından da istikrarlı bir yönetim tarzı değildir. Max Weber’in de vurguladığı gibi, karizmatik liderlerin ortaya çıkma ve başarılı olma ihtimalleri de, ancak onların başarı ihtimali rasyonel-hukuki meşruiyette düşük ve geleneksel-duygusal meşruiyette yüksek olma ihtimallerine bağlıdır.

Kuşkusuz lider kültünün Türkiye’de bu derece baskın olmasının bir başka tarihsel nedeni ise “Asyatik Doğu despotizmine” özgü kişi tapınmacılığının yaşamın her alanını ne yazık ki kuşatmış olmasıdır. Kişilerin ve toplulukların bu aşamada sağ ya da sol bir ideolojiyi sahip olmasından çok, burada asıl belirleyici olan, son kertede kültürel ve toplumsal yapıya bağlı salınımların bu durumu her defasında yeni baştan üretmekte oluşudur. Yani bu durum, sosyal bünyemizde hâlihazırda var olan köklü ve tarihsel bir hastalıktır.

Politik mücadelenin aktif bir öznesi olmak isteyen genç devrimci kadın ve erkekler açısından, her zaman problemli bir alan olmuş olan otokratik lider kültü, yalnızca Türkiye’ye özgü bir mesele de değildir. Sınıf mücadelesi tarihinde feci sonuçlar doğurmuş olan lider kültü meselesi, devrimci mücadeleyi olumsuz yönde etkileyen belli başlı tarihsel fenomenlerden biri olagelmiştir. Başka bir deyişle, devrimci hareket içinde var olduğu düşünülen negatif toplumsal hiyerarşiler ve tek kişiye dayalı otokratizm, hâlihazırda devrimci mücadelenin tarihi içinden günümüze kadar süzülüp gelen nesnel bir olgudur. Sorunun kaynağını uzaklarda aramak gerçeklere gözlerimizi kapatmaktır ki gerçekler gözleri kapattıktan sonra bile gerçek olmaya devam etmektedir.

Gerontokratik liderlikler ve yozlaşma
Devrimci hareketlerin bu geri eğilimlerine ve özelliklerine yöneltilmiş bu türden sert eleştirilerin, sekterlikle damgalanmış siyasi yapılar tarafından derhal “küçük burjuva solculuğu”, “örgütsel liberalizm”, “post-marksizm”, “örgütsüzlük fetişizmi”, “anarşizm”, “postmodernizm” vb. benzer suçlamalar ile savuşturulması ise, yaygın olarak gözlemlenen bir tutumdur. Kuşkusuz eleştirinin ölçüsüz olanı eleştiriyi yapana da bir fayda sağlamayacağı gibi, devrimci yapılara ilişkin her türden eleştirel düşünceden kaçınmak ve eleştiriyi yalnızca bir zafiyet ve güçsüzlük biçimi olarak algılamak da Türkiye’deki farklı devrimci hareketlerin pek çoğunda var olan kronik hastalıkların devam etmesine neden olacaktır.

Şimdiye kadar bu alanla ilgili olarak bilimsel ve sosyolojik tabanlı bir saha çalışması yapılmamış olmasına karşın, devrimci hareketler içinde yer almış ve farklı deneyimler yaşamış (kadın-erkek) birey ve toplulukların, kendi öz deneyimlerinden edindikleri en kaba ve düz ampirik tecrübelerin bile tek başına kayıt altına alınması, siyasi yapılar içindeki yarı-feodal “aile tipi” örgütlenmelerin gayet nesnel bir olgu olduğunu ortaya koyabilir. Bu gerçek, devrimci hareketlerin yıllarca kendi gerçekliğini yadsımasının bir sonucu olarak bugün vahim bir boyuta ulaşmış durumdadır.

Türkiye’deki pek çok devrimci yapı neredeyse 40-50 yıldır aynı kişiler, gruplar ve aileler tarafından yönetilmekte, örgüt içindeki iktidar ilişkileri bile bu yarı-feodal “aile tipi” örgütlenmeye uyum sağlayan ya da boyun eğen genç kuşaklara devir teslim edilmektedir. [3] Bu sebepledir ki mevcut tablonun, bir tür pre-modern toplumsal yapılanma ve aile tipi örgütlenme biçiminde kavramsallaştırılması hiç de abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. [4] Bugün pek çok devrimci siyasi yapının önderliği, güce ve toplumsal saygınlığa sahip olma hakkını yalnızca “yaşlılar grubuna” tanıyan bir toplumsal organizmaya, yani -yaşlılar iktidarı biçimindeki- gerontokratik bir yapıya dönüşmüş durumdadır. Hatırlatmak gerekir ki, 1991’de tamamen çöken bürokratik rejimlerin pek çoğunda devlet kurumları genellikle 50-60 yaş üzerinde, yaşlanmış “komünist” parti üyeleri tarafından yönetilirdi. Kuşkusuz tek neden bu olmasa da, bu sistemlerin çökmesine neden olan başlıca etkenlerden biri de bu idi. Son tahlilde bu sistemlerin hepsi komünizm mücadelesini geliştirecek tarzda yenilikçi düşünceler üretemez bir hale gelmişti.

Kadın sorunsalı
Pek çok politik örgüt ve partiye ilişkin bir başka gerçek ise, bahsi geçen yapıların önderliklerinin büyük bir çoğunluğunun her zaman erkeklerden meydana gelmiş olmasıdır. Örneğin, 12 Eylül sonrası siyasi davalara bakıldığı zaman, parti ve örgüt yöneticiliğinden yargılananların çoğunluğunun yine erkekler olduğu görülebilir. Hâlbuki aynı dönemde kadın devrimciler de en az erkek devrimciler kadar askeri darbenin neden olduğu acılardan eşit oranda pay almıştır.

Kadın sorununda, söylemde “devrim yapmak” gerektiğini ifade eden erkek devrimcilerin pek çoğunun, bugün dahi kadın devrimcilerin “fıtratını” pasiflikle ve güçsüzlükle özdeşleştiren ataerkil bir yaklaşıma sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı bir tespit olmayacaktır. Bu sebepledir ki günümüzde de pek çok devrimci çevre içinde kadınların konumu hala “geri görevler” içinde tarif edilmektedir.

Politik yapılardaki cinsiyetçiliğin ve erken egemenliğinin kırılması devrimci mücadelenin gelişimi açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Bir kadın devrimci hiç bir tartışmaya gerek bile olmaksızın bir erkek devrimcinin yapabileceği her şeyi yapabilir. En başta da bir partinin ya da örgütün yöneticisi olmak gibi bir görevi de, pek çok alanda olduğu gibi, kadın devrimcilerin erkek devrimcilerden daha başarılı bir şekilde yapacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

Bürokratik mekanizmaları aşmak
Bütün bu tespitlerden rahatsız olacak olanlar, ancak bu türden “aile tipi” bürokratik örgütsel yapıların, devrimci hareketler içinde devam etmesi gerektiğini düşünenler olabilir. Modern toplum, modern kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak -insanlar arasında geleneksel-feodal-kültürel ilişkileri (ayrımcılık şeklinde) dışlamayan bir tarzda- modern ilişki ve örgütlenme biçimlerini benimsemeyi gerektirir. Özellikle önderlikler bazında, modern burjuva kurumlarına karşı “feodal” ya da “yarı-feodal” bir zihniyet yapısı ile mücadele edilemez. Modern kapitalizmin panzehiri yine tam manasıyla modern bir devrimci teori ve pratiktir. Kuşkusuz bu perspektifin kendisi de, modern bir düşünce olarak doğan ama kapitalist modernleşmeyi aşarak dünya komünizmine ulaşmaya çalışan bilimsel komünist dünya görüşünün özünden beslenmektedir. [5]

Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada kastlaşmış ve ciddi bir yozlaşma tehlikesi ile karşı karşıya kalan devrimci yapıların her alanda olduğu gibi örgütsel alanda da kendi eksikliklerinin bilincine varması ve yeniden yapılanma yönünde somut adımlar atması gerekmektedir. Bu cesaret gösterilmediği müddetçe, çağın ihtiyaçlarına uygun devrimci örgüt ve parti anlayışının inşası da mümkün gözükmemektedir. [6]

Dipnotlar

[1] Pek çok modernist kuramcı, ulus, ırk, etnisite, din vb. toplumsal kategorileri sıklıkla modernite öncesi zamanların anokranik (çağdışı) kalıntısı olarak ele alır. Hâlbuki bu yanlış bir kalkış noktasıdır. Saydığımız bu statü ve kimlikler, modernitenin (burjuva toplumlarının) gerçek manada ayrılmaz bir parçasıdır. Zira kapitalist sistemin iç mantığı gereğince statü grupları ya da kimlikler sönmek bir yana burjuvazi tarafından daha da güçlendirilmektedir. Ortak bir sınıf bilincinin gelişimini baltalayıcı özelliklerinden dolayı bu kimlikler ve statüler burjuvazi açısından da her zaman kullanışlı birer ideolojik ve kültürel araç olarak görülmüştür. Ve bütün bunlar genel sistem içindeki işlevleri gereği toplumsal eşitsizliği ve hakim ideolojiyi muhafaza etme özelliğine sahiptir.

[2] Max Weber’in ideal-tipler olarak tasarladığı farklı otorite tiplerinden biri de karizmatik otoritedir. Buna göre olağanüstü nitelikleri olan bir kişiye biat etmek meşru sayılmaktadır. Böylesi bir kişinin etrafında duygudaşlık temelinde toplanma Weber’e göre bir nevi “peygamber-mürit” ilişkisidir. Öte yandan, Weber’in otorite tipleri arasında da ince bir çizgi vardır. Örneğin Weber, “din adamı-mümin”, “baba-çocuk” vb. biçimleri de meşruiyetini kutsallıktan ve ilahi düzenden alan geleneksel otorite içinde sınıflandırmıştır. Weber’in ideal tiplerinin zihinsel ve analitik kurgular olduğunu, gerçekliğe birebir karşılık gelmediğini, tarihsel saptamaların ve gözlemlerin sonucunda geliştirildiğini de unutmamak gerekir. Zira Weber’in yapmaya çalıştığı şey ampirik olarak gözlemlenebilen toplumsal eylem biçimlerini ideal tipler biçiminde kavramsallaştırmaktır. Bu noktada o, araçsal-rasyonal eylem, değer-rasyonel eylem, geleneksel eylem, duygusal eylem şeklindeki dört “ideal eylem” tipinden bahsetmektedir.

[3] Theodor Adorno’nun otoriter kişilik kuramına göre, otoriter kişiliğe sahip olan insanların temel özelliği hâkim kültüre ve onun meydana getirdiği normlara kayıtsız şartsız biat etmeleri ve sorgusuzca uymalarıdır. Bu insanlar, doğru ve yanlış arasında “gri tonlar” olabileceğini düşünmezler ve dünyaya dogmatik bir bakış açısından bakarlar. Bu türden kişilik yapılarına sahip insanları -devrimci gruplar da dâhil- her türden toplumsal örgütlenmenin içinde bulmak mümkündür. Örneğin, dini bir tarikatta da seküler bir kurumda da otoriter kişilik sahibi insanların varlığı gözlemlenebilir. Benzer toplumsal ilişki örüngüleri de farklı sosyal grup ve topluluklar içinde ortaya çıkabilir. Önemli olan bu geri eğilimlere karşı hangi mücadele yöntemlerinin izleneceğini bulmaktır.

[4] Yazı içinde geçen “pre-modern” ve “aile tipi örgüt” kavramsallaştırmaları, meseleyi teorik açıdan anlatmanın zorluğundan dolayı kullanılmış kavramlardır. Nasıl kapitalizm öncesi üretim biçimleri için “pre-kapitalist” kavramını kullanıyorsak, egemen toplum biçiminin modern olduğu ama onun içinde bir “alt sistem” olarak geleneksel-tarım toplumlarına özgü feodal ilişkilerin varlığını sürdürdüğü kimi durumlarda da pre-modern kavramı bir ölçüde kullanılabilir. Aynı şekilde, Marksist ve Leninist teori içinde örgütsel sorunlara ilişkin yaygın kavram diziliminin yetersiz kaldığı bir durumda, örgüt biçimine hâkim olan feodal ya da yarı-feodal ilişkilerin açıklanması için de “aile tipi örgüt” kavramı kullanılabilir. Böylesi bir tipoloji, ilk bakışta Max Weber’in ideal tipler yaklaşımını hatırlatacaktır. Bu durum şuna benzetilebilir: Marx artı-değer kuramını geliştirirken nasıl -Klasik İngiliz Ekonomi-Politiği’nden- Smith ve Ricardo’nun emek-değer kuramından yararlandıysa, aynı şekilde bürokratikleşmiş örgütsel yapıların analizinde de, şayet gerekiyorsa, sosyolojinin kavramlarından yararlanılabilir. Bu açıdan Weber’in analitik temelli ideal tip soyutlamalarının kullanılması devrimci önderlik formlarının (morfolojilerinin) açıklanmasında bir noktaya kadar yararlı olacaktır.

[5] İdeoloji terimi dar anlamıyla insanın toplumsal alanda tutarlı bir strateji geliştirme isteği olarak da yorumlanabilir. Bu açıdan ideolojilerin doğuşu 1789 Fransız Devrimi ile başlar. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan politik değişim talebi ve bu değişimin nasıl olacağı konusu kendi içinde “tutarlı” olmaya çalışan ideolojik stratejilerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur: Muhafazakârlık, liberalizm ve radikalizm. Marksizm bu üçü de değildir. Marksizm adını taşıyan devrimci düşünce biçimi bir ideoloji değil, bilimsel bir disiplindir. Burjuva ideologlarının iddia ettiğinin aksine, zaten Marksizm bir bilim olduğu için “ütopya” da değildir. Marksizm’in her bilim gibi kendine özgü bir yöntemi vardır: Bu yöntemin genel adı tarihsel (diyalektik) maddeciliktir. Yanlış bilinen bir başka gerçek ise, Marksizm’in insanlara ideolojik bir bakış açısı (Engels’in tabiriyle “yanlış bilinç”) taşımayı değil, yine Engels’in tabiriyle ideolojilerin neden olduğu yanlış bilinçleri ortadan kaldırmayı amaçlamasıdır. Marksizm bir anlamda bilimsel düşüncenin gelişmesi yoluyla insan bilincinin ideolojik yanılsamalardan -insan aklını sınırlandıran tüm maddi ve manevi otoritelerden- özgürleşmesi sürecidir. Bu sürecin gelişmesi demek, aslında Marksizm’in pozitif anlamda adım adım “ölümü”de demektir. Ancak bugün komünizm mücadelesinin yalnızca Marx’ın ismiyle anılması doğru olmayacağından; gerekli durumlar dışında, Marksizm kavramı yerine bilimsel komünizm ifadesini kullanmak daha doğru olacaktır. Marx’ta bu tehlikenin farkına varmış olmalı ki “Ben Marksist değilim” diyen de ilk olarak kendisi olmuştur.

[6] Yazı içinde “devrimci hareketler” ifadesi bilinçli olarak kullanılmıştır. Zira burada devrimci hareketler ile kastedilen yalnızca Marksist-sosyalist örgüt ve parti yapıları değildir. Aksine sisteme muhalefet ettiğini söyleyen çeşitli, anarşist, feminist, ekolojik, komünalist vb. “anti-kapitalist” akım, devrimci hareketler sınıflaması içinde ele alınabilir; en azından bu yazı kapsamında. Burada asıl olarak eleştiriye tabi tutulması gereken şey, sistemi aşma iddiası taşıyan sosyal-siyasal yapıların ne derece sistemi aşma potansiyeli taşıyan mücadele araçlarını yaratmayı başarıp başaramamış olmasıdır. Zira Komünist hareketi kapsayacak bir biçimde, devrimci hareketlerin gerileyiş nedenlerinden biri de kapitalizmin uzun süreli krizine karşı bugüne kadar hem nesnel hem de öznel düzlemde net bir örgütsel/partisel çözüm yöntemi/program/perspektif üretilememiş olmasıdır.



Bu yazı 22 Temmuz 2014’te Fraksiyon’da (Yeryüzünün Lanetlileri Kolektifi) yayınlanmıştır.


*

No comments:

Post a Comment