Wednesday 20 August 2014

Karşıdevrimciler

Kaan Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf olarak…

Bu yıl “1968 olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken “restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda, giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine “bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an yaratmaya başladığından söz edilebilir.

Bu “bütünsel” an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.

“1968 olayı” olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler, birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye, toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle kesilebildi.

İnsanlar, bu sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden canlandırdılar.

Alain Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni “öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.

“1968 olayı”, her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.

Ancak kısa sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.

Bu “yapıya dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne” dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal olarak: “Hakikate” ihanet!

“İhanet”, bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.

Karşıdevrimciler, ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen, titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını kolaylaştırmış.

Kaan Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar “karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.

Öznenin “yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ama bence Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tüm bu güçlü yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda, kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan, sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı, “gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in, okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek, buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla, karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.

[1] Alain Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005) Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)

[*]Kaan Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008

TURGAY FİŞEKÇİ'NİN Cumhuriyet'teki YAZISI

KARŞIDEVRİMCİLER

R
Kaan Arslanoğlu 1980 sonrası toplumsal hayatımızı edebiyata taşıyan -Oya Baydar’la birlikte- önde gelen iki isimden biri. “Karşıdevrimciler” (İthaki Yayınları), 1988’de yayımlanan ilk romanı “Devrimciler”den bugüne onuncu romanı.

Yirmi yılda on roman. Her iki yılda bir yeni roman yazmış Arslanoğlu. Arada yine ülkemizin geçirdiği büyük sarsıntıların toplumsal ve insani dünyaları nasıl etkileyip değiştirdiği üzerine yazdığı düşünce kitapları da var.

Kaan Arslanoğlu, geleneksel bir çizgide, bir hikâye anlatmak için roman yazmıyor; eski deyimle “tezli roman” denilen, bir düşünceyi savunmak, açıklamak, okurlara iletmek için yazıyor.

Nedir Kaan Arslanoğlu’nun romanlarındaki tez?

Kaba bir tanımlamaya gidebilmek güç. Ama şunu söyleyebiliriz: 1980’den bugüne ülkemiz ve dünya yeni bir döneme girdi. Bu dönem insanoğlu için de, onun üzerinde yaşama alanı bulduğu yerküremiz için de pek olumlu bir süreç değil. İnanılmaz boyuttaki bilimsel ve teknolojik gelişimlere karşın, insanlığın düşüncede ve pratikteki olumlu birikimlerinin yok sayıldığı; daha vahşi, yok edici bir dünya düzenine ulaşıldı. Bu acımasızlığın geldiği noktada ise insan soyunun da, yerkürenin de varlığı tehlikede.

“Kuşbakışı“, “Yoldaki İşaretler” ve geçen yıl yayımlanan “Sessizlik Kuleleri -2084-” bu sorunlara küresel ölçekte yaklaşan romanlardı.

“Karşıdevrimciler”, ülkemizin bugününde hemen her gün türlü gazetede yazılarını okuduğumuz, akşamları televizyon kanallarında karşımıza çıkan günümüz “aydın”larının yaşamlarından kesitler getiriyor. Kimileri üniversitede öğretim üyesi olmuştur, kimi parti başkanı, kimi türlü vakıfların yöneticisi.

1980 darbesinin cezaevlerine, işkence odalarına, yurtdışı sürgünlere gönderdiği, arkalarında öldürülmüş, sakat bırakılmış yakınlar, arkadaşlar bırakan aydınlar, bu derin yenilginin intikamını alır gibi, yıllar içinde sol görüşlü ama iktidar çevreleriyle içli dışlı “liberal”lere dönüşmüşlerdir.

“Değiştiremiyorsak düzeni, bu kadar mı kulu kölesi kesilmek lazım?”

Üstelik artık “oyun” küresel ölçektedir. Küresel güçler, her şey gibi insanları, düşünceleri, siyasal oluşumları da kendilerinin bile sezemeyeceği inceliklerle alıp satmakta, süreci istedikleri gibi yönlendirmekte hiç zorlanmamaktadırlar.

“Karşıdevrimciler”de karşımıza çıkan “devrimciler” işte böylesi bireylerdir.

Kaan Arslanoğlu, yalnızca roman yazmış olmak için roman yazmıyor. Onun derdi başka. Toplumumuzun, insanlığın içinde bulunduğu çıkmaz yola, insani bir çıkış yolu gösterebilmek. Bunun için temel araçlardan biri de yalansız olabilmek. İçine gömüldüğümüz, kuşatıldığımız, inandırıldığımız yalanlardan kurtulmak.

Bunun için sorgulayıcı, ufuk açıcı düşünceler koyuyor okurun önüne. Gerçek diye bildiğimiz şeylerin başka yüzleri olabileceğini gösteriyor.

Tezli romanlar yazması, örnekleri edebiyatımızda çok görülen, düşünceye boğulmuş, zor okunan metinler ortaya çıkarmıyor. “Karşıdevrimciler”, ilginç olay örgüsü, birbiri içine geçen ajanlık, cinayetler, kayıplar vb. ögelerle kolay okunan, sürükleyici bir roman.

Ama Kaan Arslanoğlu’nun asıl önemli yanı, günümüzde söylenmeyeni söylemesi, dillendirilmeyeni dillendirmesi. Önümüze, yaşadığımız günleri sorgulamamızı sağlayacak pencereler açması.

Bu özelliği, onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor.

SERPİL GÜLGUN

DEVRİMİN “CEMAZİYELEVVEL”İ

Lenin dirilip gelse ne yapardı? Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’e neden kızardı? Kaan Arslanoğlu, son kitabında hem bu soruları tartışıyor, hem de psikiyatriyi, felsefeyi ve genetiği harmanlayarak siyasete, sola ve tarihe bakıyor.

Kaan Arslanoğlu, Türkiye Komünist Partisi’nin efsane karakterlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın adını ilk kez 12 yaşındayken gazetelerden okumuş. Kaan Arslanoğlu, 1959 doğumlu olduğuna göre, tarih, 1971. Gazetelerden okuduğu ve çevresinden duyduklarına göre, gençleri silahlı eylemlere kışkırtıp sonra da sınır ötesine tüyen, aldatılarak ölüme sürüklenen solcu gençlerin kanına giren bir adam Kıvılcımlı. Gazetelerle, çevrenin dili böyle olduğuna göre 12 Mart günlerinde Türkiye. Kemal Tahir yaşıyor. Ama Orhan Kemal öleli bir yıl olmuş. Tanpınar öleli ise, 9 yıl. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anan yok. Buna karşın “İnce Memed” rüzgarı hala durmamış. “Anayurt Oteli’nin yayımlanmasına iki, Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı köyünden İstanbul’a taşınmasına daha beş yıl var. “Parasız Yatılı” yayınlanmış. “Tutunamayanlar” da.

Hayır, böyle bir edebiyat okuması yapmıyor Kaan Arslanoğlu.
Çünkü bu kitabın konusu edebiyat değil. Sol. Söz bir ara Nazım Hikmet’in şiirine gelse de rahatlıkla diyebiliriz ki “Evrimsel Açıdan Devrim” Kaan Arslanoğlu’nun bugüne kadar yayımlanmış en politik kitabı. Dolayısıyla, bu yanıyla politikayla, ama tabii, sol cenahtaki politikayla yakından ilgili okura çok şey söyleyecektir. 12 Mart’ı ya da 12 Eylül’ü bizzat yaşadıysanız ya da diyelim ki o dönemleri merak eden genç bir okursanız kitabın 1. bölümünü oluşturan, “Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamak”, fazlasıyla ilginizi çekecektir. Bu biir. Yalnız hemen uyaralım: Beş ana bölümden oluşan “Evrimsel Açıdan Devrim”, bir nostalji kitabı değil. Yani, hem geçmişi yadedeyim, hem de hisleneyim olayı yok! Bu da ikii.

Evet, Kaan Arslanoğlu, geçmişe, üstelik de sadece yakın geçmişe, 12 Mart ya da 12 Eylül’e değil, daha uzağa, Nazım Hikmet’li yıllara, 1940’lar Türkiye’sine gidiyor. Okurunu, komünistler, işkenceler, dönemin meşhur polisi Parmaksız Hamdi, Nazım Hikmet, ihanetler derken tek parti diktasının atmosferini başarıyla hissettiriyor. Fakat bunu duygulanımlar boyutunda değil, tarihsel bir zeminde oturtarak, verilerden, notlardan yola çıkarak yapıyor. Peki, didaktik mi bunu yaparken? Değil. “Politik Psikiyatri’de ya da kendi okurunun alışık çizgiye yakın bir üslupta, mümkün olduğu kadar anlatılanı sadeleştirerek, okuruyla doğrudan iletişime geçer bir üslupla yapıyor.

Arslanoğlu, siyaseten doğrucu bir yazar değil. Olmadığı gibi aykırı, hatta, ilk anda, özellikle alt bir okuma yapmazsanız ya da sonraki cümlelere bakmazsanız, provokatif gibi algılanabilecek cümleler (örnekse: “İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben..”) de kuran bir yazar. Üstelik de, bunu kendi cenahına ve ‘kutsal’larına (örnekse: Stalin’e, Stalinistlere ve anti-Stalinist’lere aynı anda karşı çıkarak) da rahatlıkla yöneltebilen bir yazar. Doğrusu bu ya, bu da, onu tıpkı Cemil Meriç gibi iki dünyada da yalnız bırakan bir etmen.

BUGÜNÜN İKLİMİ

Köylünün sefaleti. İşçinin direnişi. Küçük aydının bunalımı. Nasıl 1960’larla 1970’lerin edebiyatına ve sanatına nüfuz etti ve damgasını vurduysa, bugünkü iklim de dille oynamayana, ‘şiire’ yakın metinler yazmayana, ‘masalsı’ atmosferler yaratmayana, sırf anlatmak için anlatmayana, ‘yeni roman’ın örneklerini vermeyene mesafeli. Bunun sonucunda da görmezci, yok sayıcı. Eh, bu anlamda da değişen bir şey yok.

“Evrim Açısından Devrim”e gelince, görünen o ki, Kaan Arslanoğlu, bu kitabında da dilediği kadar günümüzün en parlak felsefecileri, (ki bu arada ikisi de Marksistler) Zizek’le Karatani’nin ya da Althusser (evet, şu karısını boğan ‘deli filozof’) üzerinden Marksizmi, Stalin’i tartışsa da, Lenin’i günümüze getirse de, psikiyatri bağlamında Lacan ve Derrida’yla konu alsa da, (bilim kurgu yazan genç birkaç yazarı saymazsak) ya da insan doğasına, zekasına ve genetiğe kafa yorsa da, ekonomiyi tartışsa da, 3. tekilin Tanrısal gücüyle konuşmadığı, dahası, meseleyi mümkün olduğunca sadeleştirerek anlattığı ve anlaşılır olduğu müddetçe kabul görmeyecek. Bu da iki kere iki dört!
 



No comments:

Post a Comment