Thursday 7 August 2014

Yabancı düşmanlığının yeni hedefi: Suriyeli Çingene sığınmacılar

07.08.2014
Son günlerde, toplumda Suriyeli sığınmacılara karşı biriken öfkenin, sığınmacıların yaşadığı illerde, toplumsal linçe dönüşmesi, Suriye ve sığınmacılar olgusunu yeni bir evreye ulaştırdı. Bir yandan tüm şiddetiyle süren iç savaş diğer yandan, mağdurların sığındıkları ülkelerde yaşam koşullarının gün geçtikçe zorlaşması ve beraberinde ev sahibi ülkelerde sığınmacılara karşı oluşan tepkiler. Özellikle Suriye sınırında yakın illerde ki sığınmacı yoğunluğu ve bu kentlerde değişen kent sosyolojisi beraberinde ucuz emek, işsizlik, konut sorunu ve hayat pahalılığı gibi sorunları da gün geçtikçe büyütüyor. Buna birde ırkçılık, dışlayıcılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi toplumda var olan "ötekiyle" duyulan nefret eklenince yeni toplumsal sorunlar doğuruyor. Hükümetin Suriye sorunu konusunda ulusal ve uluslararası mecrada kontrolü kaybetmesi, Neo ? Osmanlı bir fantezisi olarak tasarlanan "stratejik  derinliğin" Ortadoğu sahasında karikatürleşmesi sorunu daha da derinleştirmektedir. Bu strateji temel olarak ümmetçilik zemini üzerine oturtulmaya çalışılmış ama Ortadoğu'da ki yeni çatışma hatlarının İslam içi farklılıklar üzerinden derinleşmesi, Şii, Sünni eksenli tarihsel çatışmanın yanına Selefilik ve yeni Cihatçı radikal çizginin ( El Kaide ve türevleri ) de etkinlik kazanmasıyla ümmetçiliğin Ortadoğu da hükmü kalmamış görünüyor. Ortadoğu'da yaşanan bu kaos gelecekte Türkiye'yi de içine çekme potansiyeli ve korkusu taşımaktadır. Toplumda geleceğe karşı oluşan korku ve kaygı nüveleri sığınmacılara karşı tepkiye ve şiddete evirilebilir ki, bu son haftalarda özellikle milliyetçi, muhafazakâr ve dindar kesimin güçlü olduğu Maraş, Kayseri, Urfa, Antep, gibi, hükümetin % 50'nin üzerinde oy aldığı, geçmişten beri sağ hareketlerin etkin olduğu illerde başladı bile. Tüm bu tepkiler karşısında hükümetin yapması gereken sığınmacıların uluslararası hukuktan kaynaklı, ilk başta statüleri olmak üzere, sorunlarını çözmek ve toplumsal şiddetin önüne geçmek için politikalar üretmekken. Son dönemde bu konuyla ilgili bakanlar ve diğer kamu otoritelerin yaptığı açıklamalar,  toplumsal tepkiyi sığınmacıların bir kesimine yönlendirmekten ibaret. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay; "Sokaklarda dilencilik yaparak yaşamaya çalışan Suriyeli mültecilerin toplanması için tüm valilere genelge gönderildiği" açıklaması yaptı. Ardından, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, kentte dilencilik yapan ve sokaklarda yaşayan Suriyeli sığınmacılar ile ilgili olarak, "Çok kısa sürede ciddi ve yeni bir uygulama başlatacağız" dedi.
Bunlardan 500'den fazlasını geçtiğimiz ay itibariyle kendi rızalarıyla Şanlıurfa'ya gönderdik. Geri kalanları da İstanbul'da ev tutmak itibariyle kaldı. 'Kendi rızası olmayanların kamplara gönderilmesi' konusunda bir mevzuat düzenlemesi üzerinde çalışıldığını," söyledi.

Bu açıklamaların ardından; ulusal ve yerel basından, hükümet yanlıları başta olmak üzere, sanki toplumda ki tepkinin nedeni sokaklarda yaşamaya çalışan dilenciler, hadi adını koyalım Suriyeli Çingenler'miş gibi, nefreti yönetmeye başladılar. Milliyet, Yeni Şafak, Star, Türkiye, Zaman, Hürriyet ve diğer gazeteler, "İstanbul'un Suriyeli dilenciler tarafından istila edildiğini" yamaya başladılar.  Yeni Şafak " Suriyeli Dilenciler" adıyla özel bir dosya hazırlayıp, çoğunluğu Çingene olan sığınmacıların peşine düştü. İşi "Suriye muhalefetinden" kişilerle konuşmaya kadar götürdü. Bir Suriyeli yetkili; "Bir Suriyeli olarak ben çok rahatsızım bu durumdan. Bu dilenciler kesinlikle Suriye halkını temsil etmiyor." diyor ki, karşısında savaştığı Baas rejimi de Çingenler için aynı şeyi söylüyor ve kimlik dahi vermiyordu. Yani mesele "ötekiler" olunca rejim ya da muhalif aynı nefret dilini sürdürüyor.

Hükümetin üyelerinin, valilerin, AFAD ve Kızılay yetkililerinin bu konuda söyledikleri ve medyanın çabaları basit bir Google aramasıyla bulunup okunabilir. Tüm bu yaşanan sorunun kaynağını görmemezlikten gelip, başını kuma gömmektir. Toplumsal tepkiyi, çok zor koşullarda yaşamaya çalışan, bir topluluğa yıkmak, kamu otoritesini ve güvenlik gücünü bir topluluğun peşine takıp, sürek avı başlatmak, toplumda Çingenlere duyulan önyargı ve nefreti de arkasına alıp sanki sorunun kaynağı bu insanlarmış gibi davranmak, açıkça bu insanların hayatını tehlikeye atmaktır.
Bu gün, Suriye'den Türkiye'ye sığınan yaklaşık 30 ? 40 bin arasında Çingene, İstanbul'dan Cizre'ye, yaşamaya çalışıyor. Sayıları bir buçuk milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacı içerisinde, çok küçük bir oranı temsil ediyorlar. Bu topluluk kamplarda yaşamayı istemiyor. Çünkü kamplarda yaşayan, Arap, Kürt ve Türkmenler bunları dışlıyor, kampların yönetimleri de bu insanları istemiyor. Diğer yandan bu topluluk içine kapanık, doğayla iç içe yaşamayı, tel örgüler ve jandarma tarafından kapısı tutulan kamplarda yaşamak istemiyor. Diğer bir etken, Alevi inancına mensup pek çok grubun, kamplarda Sünnilerle birlikte yaşamaktan korkması. Bir diğer etken bu topluluklar Türkiyeli Çingene akrabalarıyla bağlarını koparmamış olmaları ve onlarla aynı mahallerde ve kentlerde yaşama isteği. Son günlerde, "kamplara zorla konma korkusu" Suriyeli Çingene sığınmacıları huzursuz ediyor ve yerleşik oldukları yerleri değiştirmeye başlıyorlar. Polis, Jandarma ve Zabıta baskısıyla yaşanan "kaç ? göç" hali, özelikle kadın ve çocukların sağlıkları ve yaşamları açısından büyük bir risk taşıyor.
Çingeneler bin yılı aşkın süredir Ortadoğu'da yaşıyor.

Zanaatkâr bir topluluk olan Çingeneler, bu kadim coğrafyada diğer halklara kazma, kürek, sepet, kalbur, çapa, vb., iş aletleri, kalaycılık, at terbiyeciliği, dişçilik, sünnetçilik, müzisyenlik gibi sanat ve zanaat gerektiren işleri yaptılar. Müzik enstrümanı çalmanın ayıplandığı Kürt, Türkmen ve Arap aşiretlerinin müzik ve sözlü kültürünün taşıyıcısı oldular. Bu coğrafya da yaşayan halklar tarafından, dünyanın her yerinde olduğu gibi, hep dışlandılar, öteki kabul edildiler, horlandılar. Tüm bu dışlanmışlığa rağmen, Çingeneler son 50 yıldır, Ortadoğu'da yerleşik hayata geçmeye başlamışlardı. Asırlardır konakladıkları, kent çeperinde ki, yerlere derme çatma evler yapmış, zanaatlarını buradan icra etmeye başlamış, yarı göçebe bir yaşam sürmeye başlamışlardı. Ne zaman ki, üretim gelişip değişti, seri üretime geçildi, onların ürettikleri de değersizleşti. Dişçilik, sünnetçilik ve halk hekimliği gibi zanaatları yasaklandı. Zanaatları değersizleşen bu halk, farklı mesleklere yöneldi ama Çingene oldukları için eğitim kapıları yüzüne kapandı, iş verilmedi, toplumca utanılıp, ayıplanan işler bu topluluğa kaldı. Atık toplayıcılığı, hurdacılık, mevsimlik işçilik gibi işleri bu topluklar yapmaya başladı. Özellikle son 20 yıldır, Amerika'nın Irak işgalinden sonra, Ortadoğu'nun girdiği çatışmalı süreç bu toplulukları yeniden göçebeliğe zorlar hale geldi. Bu süreç Ortadoğu'nun etnik ve dinsel parçalı yapısından kaynaklı yeni çatışma hatları yarattı. Radikal İslami hareketler, yaklaşık 100 yılık "Arap Milliyetçiliği", yapay sınırların kırılganlığı ve kapitalizmin yeni onarım süreci olan küreselleşmenin yereli keşfi, gibi daha pek çok girift nedenle,  Ortadoğu'da ki yapay dikta rejimlerin zemini sallanmaya başladı. Ve bu gün gelinen yer Suriye'de 4 yıldır süren iç savaş, Mısır'da diktanın yeniden inşası, Libya'da aşiret devletçikleri ve kaos, Suriye’yi ve Irak'ın bir kısmını kapsayan, İslam Devleti iddiasında ki bir bir ultra vahşi IŞİD. Ve gelecekleri belirsiz diğer Ortadoğu devletleri.

Suriye'de yaşanan iç-savaşta, bu ülkede yaşayan tüm etnik gruplar ve dinsel azınlıklar "zor günler"  geçiyorlar. Suriye için de rejimin ve cihatçı grupların ölümcül şiddetine maruz kalanlar, canlarını kurtarmak umuduyla diğer ülkelere sığınmak zorunda kaldılar. Özellikle bu ülkede yaşayan Çingene grupları çatışmalarda taraf olmamalarına rağmen çatışan taraflarca şiddet ve dışlanmaya maruz kaldılar. Bir yandan radikal cihatçı grupların bu topluluğa "yeterince Müslüman olmadıkları" gerekçesiyle evlerine ve mallarına el koyup, tehdit ve  yer yer katliama varan şiddet uygulamaları. Diğer tarafta, Baas rejiminin yok sayıp, dışladığı ve büyük bölümüne kimlik dahi vermediği bu topluluğu, çetin iç savaş koşullarında, kıt kaynaklara ortak etmemek, hiç bir zaman asli unsur sayılmayan, bu etnik gruptan kurtulmaya yöneltti. Rejim bu topluluğun yaşadığı pek çok yerleşim yerini, muhalifleri barındıkları gerekçesiyle ağır bombardıman altında tutu. Örneğin Halep'de Haydariye gibi tarihsel olarak Çingenelerin yüzlerce yıldır yaşadığı yerleri tamamen boşalttı.

Bu çalkantılı süreç en çok küçük etnik grupları, ötekileri, sarstı. Bu gruplar geleceğin belirsizliğinden sakınmak ve korunmak amacıyla çatışmalardan uzak durmak, tarafsız kalmak istiyorlar ama çatışma ve kaos öylesine büyüdü ki, en küçük bir çatışmada bile ortak hedef bu topluluklara yöneliyordu. Evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Çünkü açlık ve her türlü barınma şartları bozulmuş ve can güvenlikleri ortadan kalkmıştı. Tek çare yeniden yollara düşmekti. Yapabildikleri en iyi şeyi, göçebeliği, yapmaya başladılar. Diğer yüz binler gibi sınırları geçtiler, derme çatma çadırları ve bir kaç kap kacak yaşamlarını sürdürmeye yetiyordu. Çöplerden atık ve hurda toplayarak, günlük ve mevsimlik işçilik yaparak çocuklarının karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. İş bulma umuduyla, ekmek derdiyle şehir şehir dolaşmaya başladılar. Vatansız bu halk için gittikleri her yer onlar için birdi, yeter ki çocukları karınlarını doyurabilsin, Gadjo'lar onlara dokunmasın, geceleri yıldızları görebilecekleri bir çadırlık yerleri olsun. Evet, Gadjo'lar onlara dokunmasın....


No comments:

Post a Comment