Monday 18 August 2014

Bakur'da kimse var mı?

A.HAYDAR KAYTAN

Eğer insansanız, soykırımla yüz yüze kalan Êzîdî halkımız karşısındaki duruşuna baktığınızda, Rojava ve Bakur’da birbirine zıt iki ayrı dünya görürsünüz: Bağdaşmayan, birbirini tekzip eden iki ayrı dünya. İlkindeki tablo yüzünüzü ağartır, heyecan ve gurur duyarsınız. İkincisini seyredince yüzünüz kızarır, utançtan yerin dibine geçersiniz. Aynı bütünlüğün parçası olmalarına ve özünde aynı sorunları yaşamalarına rağmen, ikisinin duruşu arasındaki karşıtlığı gördüğünüzde yüreğiniz burkulur. İçinizden bir şeylerin koptuğunu hissedersiniz.

3 Ağustos’tan bu yana yaşanan gelişmeleri biliyoruz. On gün gibi kısa bir zaman dilimi içinde hem ihaneti hem direnişi, hem insanlık değerlerinin ayaklar altında çiğnenişini hem insanlığın yücelişini gördük. “Şengal’i biz koruyoruz, başkalarının varlığına gerek yok” diyenler, tek bir kurşun bile sıkmadan Şengal halkını kaderiyle baş başa bırakıp kaçtılar. Yüz binlerce insan Nuh tufanından kaçar gibi dağlara sığındı. Koca bir toplum aç ve susuz dağlarda yaşama tutunmaya çalıştı. Hastalar, yaşlılar ve çocuklar susuzluktan can verdi. Hamile kadınlar doğmamış bebeklerini yitirdi. Bu arada çetelerin eline geçenler de oldu. Genç kadınlar savaş ganimeti olarak alınıp cariye olarak satılmak üzere götürüldü. Geriye kalanlar vahşi bir biçimde katledildi.
Êzîdî kardeşlerinin yardımına koşan tek güç Rojava halkı oldu. YPG gerillaları IŞİD çeteleri ile çatışa çatışa Şengal dağına ulaştı. İlk iş olarak bu dağa sığınmış halkı çetelerin saldırılarından korumaya çalıştı. Çetelere karşı en azından halkın can güvenliğini sağlamak için çaba harcadı. Ardından kısa sürede başarılması imkânsız gibi görüneni başarıp bir güvenlik koridoru açarak dağdaki halkı tahliye etmeye başladı. Böylece on binlerce insanı Rojava’ya geçirdi. Bu zorlu tahliye işlemi hala devam ediyor. Kritik eşik bir bakıma aşıldı. Rojava halkının YPG ile tam bir dayanışma halinde tahliye için seferber olması insanlığın hala ölmediğine tanıklık ediyor.

Rojava halkı tam bir yoksulluk ve yoksunluk içinde kıvranıyor. Türkiye ve KDP Rojava’ya ambargo uyguluyor. Halkın imkânları son derece kısıtlı. Ancak elindekini Êzîdî kardeşleriyle paylaşmaktan geri durmuyor. Rojava’ya geçmiş on binlerce Êzîdî soydaşının acil ihtiyaçlarını karşılamak için çırpınıyor. Araçları olanlar araçlarıyla halkı tahliye eylemine katılıyor. Kadınlar günlerdir aç olan insanların kursaklarına bir lokma girsin diye ekmek yapıyor, yemek pişiriyor. Rojavalının bu insanca çabası ölümü, susuzluğu ve açlığı görmüş bu insanların acılarını bir nebze de olsa azaltıyor. Yaşadıklarına anlam katıyor, kendilerinde direnme ve yaşama tutunma isteği doğuruyor. Dostluk ve dayanışmanın güzelliği kızgın güneşin altında yanmış yüreklerini serinletiyor.

Êzîdî halkımızın çok cüzi bir kesimi Bakur’a geçebildi. Geçenlerin sayısı iki bine bile ulaşmadı. Buna rağmen ağzını açan her sivil toplum kuruluşunun temsilcisi, sanki yüz binlerce mülteci kalabalığı karşısındaymış gibi ‘acil yardım’ çağrısında bulunuyor. Belli ki bu çağrılara kimse kulak asmıyor. Nitekim televizyon ekranlarına yansıyan Silopi’deki ‘mülteci’ tablosu insanı dehşete düşürüyor. Bakur’a geçen insanlarımız sanki daha uygun bir yer yokmuş gibi karayolu kenarında kurulmuş uyduruk çadırlara yerleştirilmiş. Bir Kerbela dehşetinden kaçan bu insanlar bir başka Kerbela’ya mahkum ediliyor. Kızgın güneş insanları kavurmaya devam ediyor.
Mevcut tablo insana özelde Silopi’de, genelde Bakur’da yaşayan bir toplum var mı sorusunu sordurtuyor. Toplum dayanışma demektir, toplum felakete uğrayanın yardımına koşma demektir, toplum beladan kaçana evinin kapısını açma demektir. Peki, toplum olmanın gerektirdiği bu hasletler nereye gitti? Kardeşlik, dayanışma ve yardımlaşma nerede kaldı? ‘Acil yardım’ denince herkesin aklına herhalde kapitalist Batı dünyası geliyor. Çağrı aslında ona yapılıyor. Gerçek katliamcıdan katliama uğrattıklarını esirgemesi isteniyor. Tam da sistemin istediği gerçekleşmiş oluyor. Soykırımcı ‘kurtarıcı’ mertebesine çıkartılıyor.

Kendini kandırma, toplumu dağıtılmış köle insanın özelliğidir. Bakur’daki halkımızın durumu katliama tabi tutulup soyu kurutulmak istenen soydaşı Êzîdî halkın durumundan hiç de farklı değildir. Hepimiz birlikte aynı soykırım kıskacındayız. Bunu görmezlikten gelmek sadece kendini aldatmaktır. Sünni, Alevi ve Êzîdî fark etmiyor; tarihsel kimlik ve kültür olarak Kürtlük yok edilmek isteniyor. Fiziki ve biyolojik varlığımız yaşadığımız anlamına gelmiyor. Yaşamın bu derekeye düşürülmesi sadece yaşama en çirkin şekilde ihanet ettiğimizi gösteriyor. Ölümün en lanetli biçimi budur. Ancak bu tür bir ölümü reddederek özgür yaşam yoluna girilebilir.

Bakur’da toplum nasıl bu denli duyarsız hale geldi? Düşünün: Amed’de polislerin yaşları altı ile on arasında değişen üç kız kardeşe tecavüz etmesi karşısında beklenen tepki gerçekleşti mi? Hayır. Oysa bu olay bir isyan gerekçesiydi. Dersim’de halkın Türk devletine başkaldırısı birkaç köyde askerlerin kadınlara tecavüz etmesi üzerine başlamıştı. Dersim Kürt’ü kadına yapılan hakareti kabul etmedi ve isyana geçti. Bir de bugüne bakalım. IŞİD çeteleri binlerce Kürt kadınını kaçırdı. Ama buna karşı da  birkaç sözlü telin dışında ciddi bir tepki olmadı. Çocuklarına ve kadınlarına sahip çıkamayan bir toplumun geleceği olabilir mi? Onurumuza yapılan bu saldırı karşısında suskun kalmaya devam mı edeceğiz? Ulusal onur, insanlık onuru nerede kaldı?
Bakur bu insanların da anayurdu değil mi? Tıpkı Güney Kürdistan’da Maxmur’daki halkımıza mülteci muamelesi yapılması gibi Êzîdî halkımıza mülteci muamelesi mi yapacağız? Bunlar demokratik ulusun yurttaşları değil mi? Bu insanlara başlarını sokabilecekleri bir ev bulmak çok mu zor? İsimlerinin önüne ‘demokratik’ unvanını yerleştiren belediyeler ne yapıyor? Gençlik ve kadınlar nerede? Yeter artık, gaflet uykusundan uyanalım ve Êzîdî kardeşlerimize sahip çıkalım. Onların yüzlerini Avrupa ülkelerine çevirmelerine izin vermeyelim, kendilerini ana topraklarda tutalım. Bu kadar basit bir sorumluluğu bile yerine getirmeden nasıl demokratik ulusun inşasından söz edebiliriz?
Unutmayalım: Yiğitlik en küçük bir haksızlığa karşı bile mücadele ile başlar.



No comments:

Post a Comment