YILDIRIM
TÜRKER SORDU, METİN ERKSAN YANITLADI
Ulusal
Sinema Diye Bir Olgu Yoktur
Geçen
hafta hayatını kaybeden Metin Erksan çektiği filmlerle olduğu kadar
düşünceleri, tavrı ve çekmediği filmlerle de damgasını vurdu Türkiye
sinemasına. Yıldırım Türker'in 1996'da Metin Erksan'la yaptığı röportaj usta
yönetmeni anlamak isteyenler için yayımlanmış önemli belgelerden biri.
Yıldırım
Türker
İstanbul -
BİA Haber Merkezi
11 Ağustos
2012, Cumartesi 00:03
Türkiye
sinema tarihine imzasını atmış yönetmenlerden Metin Erksan'ı geçtiğimiz
günlerde kaybettik. Aşağıda okuyabileceğiniz Erksan röportajını Yıldırım Türker
yaptı, Mart 1996'da FOL dergisinde yayımlandı.
"Metin
Erksan'ı kim merak etmez? Bir kere o, yalnız bir adam. Sinemasıyla her zaman
tekinsiz bir uzaklıkta durmuş, yılmadan kendi biricik dünyasını kendi diliyle,
kendi göz diliyle kurmaya çalışmış bir usta o.
Kimseyle
yanyana durup fotoğraf çektirmemiş bir adam sanki. Kimsenin yanına yakışmıyor.
Filmleriyle girdiğiniz ilişki de teke tek. En yakınlık kuramadığınız filmi bile
içinizde yıllara ayarlı bir saatli bomba gibi usul usul işliyor.
Bir gün,
beklemediğiniz bir anda ıssız bir görüntü, bir deja-vu hissi... Bu ülkenin
büyük şehirlerinden birinde ergenliği ya da erişkinliğinin bir bölümünü
geçirmiş herkesin görüntü parçacıklarından oluşan anılarında onun filmlerinden
izler bulunur.
Kimi
'Kuyu'nun derinliklerinde kendi karanlık tutkusuna bir resim bulmuş, kimi
sevgilisinin ulaşılmaz suretini 'Sevmek Zamanı'nın yağmurlu camlarında
göregelmiştir.
Kim Metin
Erksan'la tanışmak istemez? Kavgacı tarihçiliği, uzlaşmaz kişiliği,
kıskançlıkla koruduğu yalnızlığı ne kadar ürkütücü olsa da onun kapısını
çaldık.
İlk
sorumuz, adının etrafında oluşan söylence halesine yönelikti. Yıllardır film
çekmemesine rağmen belirli bir aydın çevrede Türk sinemasının ilk akla gelen
yaratıcısı olmasını neye bağlıyordu. Coşkulu, öfkesinden hiçbir şey
kaybetmemiş, hâlâ en çetin tasarılara hazırlanan, bir eşine rastlayamayacağımız
bir adamla tanıştık."
M.E. -
Şimdi benim Türkiye'de görünen tarafım, bilinen tarafım yahut bilinmek istenen
tarafım sinemacılığım. Tarihçiliğim, yazarlığım değil. Bu gerçi bütün dünya
için de geçerli bir şey. Siz şimdi en uç Türk entelektüeline sorsanız, yeni bir
Amerikan romancısı biliyor musun diye, bilmez. Ama Spielberg'i bilir. O,
sinemacı. Ama desek ki, çok yenilerden de değil, Norman Mailer şu aralar ne
yapıyor, haberin var mı desek, bilmez. O Steinbeck'de, Hemingway'de
Cauldwell'de kalmıştır. Sinemanın böyle bir özelliği var.
Y.T.- Bu,
sinemanın diğer sanatlar üzerinde bir avantajı, bir yerde de laneti gibi
geliyor bana. Mesela sizin sinemanıza girince iyice paradoksal yanını göreceğiz
bunun. Çünkü sizin sinemanız popüler olmayı amaçlamamış bir sinema. Bütün
sanatsal yaratılar gibi öncelikle bir yaratıcının kendisi olma hali diye
adlandırıyorum ben sinemayı. Böyle bir tanımla da yaklaştığım zaman Türk
sineması diye sizin sinemanız çıkıyor karşıma. Çünkü bana kalırsa bir tek siz
sinemanızla, kendi yapıtlarınızla kendinizden başka hiç kimse olmama halini
getirdiniz beyaz perdeye. Şimdilerde auteur sineması kavramı sıkça kullanılmaya
başlandı. Çoğu yönetmen kendi prodüksiyonunu kendi yapmaya başladıktan sonra
birdenbire auteur sineması oluşuyor vehmine kapıldılar. Halbuki bana kalırsa,
bir sinemanın auteur sineması olması için onu yapan adamın bir tutturukluğu,
bir derdi olması gerekiyor. Sadece kendine ait bir dünyası olması gerekiyor. Bu
çerçevede Türk Sinemasının şimdiki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz diye
başlamak istiyorum.
Ben,
dolaylı olarak cevap vereceğim sorunuza. Yıllar önce, sanırım 1976'da bir
söyleşi yapıldı benimle. Orada da söylemiştim. Türk sinema tarihi örnekleri çok
kesin yargılarla, bilimsel araştırmalar yapılmadan, nesnellikten uzak bir
tutumla yazılıyor. Romanlardan daha müthiş sinema tarihi çalışmaları bunlar.
Yazan,
bütün ihtirasını, öfkesini, ne kadar saçma sapan düşüncesi varsa sinema tarihi
adı altında yazmış. Tarih, tek deney yapmayan bilimdir. Deney yapmadığı için
bilgi, belge, bulguları alır. Bunların doğruluğunu tanıtlar, kanıtlar. Bir
kuramsallık vardır. Belgeleri yanyana getirmekle olmaz. Kuramınız olacak. Yoksa
tarih, masal olur.
Bir tarama
yaparken not etmişim. Rekin Teksoy, zamanında 'Sevmek Zamanı'nı 'psikopatlığın
zirvesi' diye adlandırmış.
Benim bir
âdetim vardır. Eleştirilere cevap vermem. Olabilir. Böyle bir laf söylemiştir.
Bence 'Sevmek Zamanı'nı anlamaya gücü yetmez. Şundan dolayı yetmez. Öznel
bakışla bir film peşin olarak anlaşılmaz. Aslında ben filmlerimi açıklamam. Ama
şunu ilk olarak söylüyorum; 'Sevmek Zamanı'nı anlayabilmek için doğu ve batı
masallarını, bilhassa doğu masallarını bilmek lazımdır.
Batıda da
böyle masallar var ama ille de doğu masallarını. Doğu masallarından da 'Leyla
ile Mecnun'u. Son günlerde bir terane tutturdum. Aslında fazla temasım yoktur
insanlarla. Soruyorum, 'Leyla ile Mecnun'u biliyor musunuz?'. 'Evet, biliyoruz'
diyorlar. Anlatın, diyorum. İşte Leyla ile Mecnun birbirlerini sevmiş,
diyorlar. Hayır, Leyla ile Mecnun'un hikayesi o değildir. Son derece müthiş
vurgulama noktaları olan; lalettayin bir kızla bir oğlanın birbirini sevme
hikayesi değildir.
Türk
sinema tarihçilerine dönelim mi?
Türk
sinemasını 1914'de 'Ayastafanos Abidesi'nin Yıkılışı'yla başlatırlar. Ben de
çıkıp dedim ki, Manastır'da Manaki Kardeşler var. 1911'de Sultan Reşad'ın
Rumeli seyahatini Selanik'ten Manastır'a kadar izlemişler. Bu 1911'de
çekildiğine göre Ayastafanos'tan öncedir dedim. Birdenbire en kodamanlarından
bir sinema tarihçisi kudurdu. Gazeteye bir açıklama yaptı. Ben de onları
biliyorum ama yazmadım. Rum oldukları için yazmadım, çünkü konu Türk
sinemasıydı.
Şimdi,
düşünebiliyor musunuz? Bu kadar saçma sapan, bilim dışı bir saldırıya cevap
bile yermedim. O adamın Türk sinema tarihi kitabı var. Bu olaydan söz etmiyor.
Biliyorum diye yalan söylüyor. Kronolojisi var. 1895-1914 arasındaki dünyadaki
ve Türkiye 'deki sinema olaylarını yazmış. Orada da yok. Demek ki evvela yalan
söylüyor. Bu olayı bilmiyor. Bir de ırkçılığa sığınıyor. Bir kere Manaki'yle
kardeşi Osmanlı-Türk uyruğunda iki tane adam. Yani bu iş Osmanlı topraklarında
olmuş.
Kaldı ki
aynı adamın sinema sözlüğünü açıp bakın. Kriton îlyadis: Sinema operatörü
yazıyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti tebaası, uyruğu olduğunuz zaman Türk film
operatörü oluyorsunuz da Osmanlı uyruğu olduğunuz zaman Rum mu kalıyorsunuz?
Düşünebiliyor musunuz siz, bir sinema tarihçisinin soytarılığını. Ben kendisine
edep ve terbiyemle hiçbir şekilde cevap vermedim.
Aradan
yıllar geçti. Bu olay çok ilgimi çekiyordu. Türkiye'deki film arşivi
sahiplerine, müdürlerine, yönetmenlerine bu filmin Yugoslavya'da varit
olduğunu, Yugoslav film arşivinden buraya getirilmesi lazım geldiğini söyledim.
Ama Türkiye'de sinemateklerle, arşivlerle meşgul olanların gayeleri başkadır.
Türk sinema tarihine belge toplamak filan ilgilendirmez onları. 1994'de
Cumhuriyet'te yazdığım iki yazıda Manaki Kardeşler'i andım ve yeniden gündeme
getirdim. Sinemanın 100. yılında Manaki Kardeşler'i onurlandırmamız lazım,
dedim.
1976
yılından bugüne yaptığım kişisel araştırmalarım sonucu şunları öğrendim.
1907'de kamera alıp Manastır'a getirmişler. 1911'de de bir film çekildiğini
biliyoruz. 1907'de alınan kameranın 1914'e kadar turşusunu kurmadılar ya. Bu
kamerayla filmler çektiler. Bu filmler ne ola ki? O arada film çekmemelerine
imkan yok diyorum. 1908, Meşrutiyet arifesi. Geyikli Niyazi Bey dağlardan
Manastır'a iniyor. Bundan daha güzel şey olur mu? Biliyorsunuz dehşet
çeteciler, sakallar bıyıklar uzamış, Abdülhamit'e karşı, yer yerinden oynuyor.
Ama o savaşçı birliğin fetişi de tatlı, masum bir geyik. O da ayrı bir
güzellik.
Bunların
dedim, bunu çekmemesine imkan yok. Hani Rum oldukları için korktular desek,
neden korksunlar, azınlıklara büyük hürriyetler geliyor 1908, Meşrutiyet ile.
Gene de perde aralığından çekmiş olabilirler, biz bunları araştıralım, dedim.
1911'den sonra tabii o trajik Balkan Harbi oluyor. Balkan Harbi sonunda bu
adamlarla Osmanlılık irtibatını kaybediyor.
Ama ortada
bir kamera ve iki tane müthiş sinemacı var. Mutlaka Balkan Savaşı'nı
çekmişlerdir. Arkadan diyorum, 1914-18 savaşını da çekmişlerdir. Bu sinemacı
kardeşlerden biri 1960'da diğeri 1964'de öldü. Sonradan öğrendim ki bunlara Balkanların
Lumierre Kardeşler'i diyorlar. Ben bunları söyledim, söyledim, söyledim. Hiç
kimseden ses yok. İşte benim sinemacılığımın, yani pratik uygulamalar
sinemacılığımın yanı sıra sinema tarihi ve kuramıyla da uğraşmamın nedeni.
Theo
Angelopoulos işte bunun üstüne müthiş bir film yapmış. 'Ulis'in Bakışı'. Bir
yazar film için Balkanlarda bir gezinti diyor. Hayır, Türk sinema tarihinde bir
gezinti. Angelopoulos Türk sinema tarihi üstüne büyük bir araştırma yapmış ve o
güzelliği Bosna meselesiyle birleştirmiş.
Efsanevi
sinemacı kardeşleri, Manakileri araştırıyor. 1907-1911 arasında çektikleri üç
bobin filmi arıyor. Bu dehşet etkiledi beni. Ben bundan 1976'da söz etmiştim.
Pekiyi Theo Angelopoulos sinemanın 100. yılı için neden Türkiye'ye davet
edildi? Gerekçesi şöyle olabilirdi. Angelopoulos, 'Ulis'in Bakışı 'filmiyle
Türk sinema tarihine dair bir araştırma yapmış, biz de onun için davet ettik.
Hayır, öyle bir şey yok. Türk sineması hakkında yazı yazanlar ne sularda, onu
bilmiyorum. Ama işte ben bu sulardayım.
Siz
Türk sinemasının ucunda, kıyısında durdunuz. Hep Metin Erksan sineması diye çok
özel, çok ayrı ve farklı bir sinema oldu. Sizin sinemanızı açıklamak isteyen
kimi iyi niyetli eleştirmenler, aydınlar belirli kelimelere sığındılar, 'marazi
tutkular' dediler, daha kötü niyetlileri marazi yerine psikopatı kullandılar.
Bunların hepsinde ortak olan şey sizi olduğunuzdan da dışta bir yerde tutmak.
Tutkuları anlatan bir sinemanız oldu hep, kimi takıntılarınız oldu, onların
üstüne gittiniz. Ben sanatçılığın açıklamasını da tutturduğun şeylerin toplamı
olarak özetleyebiliyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, mesela bu tür yaftalar
karşısında nasıl bir tavrınız oldu? Ne hissetiniz? Yoğun olarak çalıştığınız,
film çektiğiniz dönemde sizi engelledi mi?
Buna
ben şöyle cevap vermek isterim. İki yıl önce Berlin Festivali'nden sürekli
olarak söz eden bir gazeteci Susuz Yaz'dan bahsediyordu. Bir filmden söz
ettiğiniz zaman rejisörle anılır film, rejisörün dışında anılmaz ve üstelik ben
yalnız o filmin rejisörü değilim. Ben o filmin senaryo yazarıyım da. Hikaye
sahibi kendisi de 'senaryonun benim hikayemle bir ilgisi yoktur' diyor. Ben
yaklaşık 30 yıldır bu konuda bir şey söylemedim. Ama 31 yıldır Türkiye'de
birtakım bilim kurulları var, sinemayla uğraşıyor. Susuz Yaz'ın senaryosuyla
hikayeyi karşılaştırmak lazım. Sinema çalışması, seminer olabilir, hatta ders
olarak konulabilir.
Bu
gazeteci Berlin Film Festivali'nden ve Susuz Yaz'dan söz ederken ben de 'Türk
sineması' dedim, 'iki döneme ayrılır; Susuz Yaz'dan önce, Susuz Yaz'dan sonra.'
Susuz Yaz gerek biçimsel gerek içeriksel olarak bir dönemi bitirip yeni bir
dönemi başlattı. İçerik olarak büyük bir siyasi mesele haline geldi.
Devlet
ve Türk sineması ilişkileri Susuz Yaz'dan sonra gündeme geldi. Türk
entelijensiyası Susuz Yaz ile Türk sinemasıyla ilgilenmeye başladı ve akılları
başlarına geldi, büyük bir korku içinde. Arkadan devlet ve Türk sineması
ilişkileri ile ikinci bir kez sansür sorunu gündeme geldi. Aynı zamanda Türk
sinemasının uluslararası arenada ilk kez ismini duyurdu.
Aldığı
armağan geri kalmış ülkelerden gelen insanlara da çok büyük bir onur getirdi.
Kaldı ki Susuz Yaz'ın gözden kaçmış şöyle bir yanı da var: Ben Susuz Yaz'ı
yaparken evvela bir sinema dili yaptım, film dili yaptım. Çeşitli şeyler
düşündürüyor insana. Biri mülkiyet meselesi, daha hâlâ doğru dürüst filmlerini
yapamadım. Mülkiyet meselesi çok ilgilendiriyor beni. Toprak mülkiyeti üzerine
bir film yapmak istiyordum. Su üzerine yapayım dedim, çünkü garip bir mülkiyeti
var suyun. Bir avuç su alın elinize, bu suyu ilânihaye tutamazsınız, ama
toprağı tutabilirsiniz. Su gider muhakkak.
Hâlâ
çok gündemde bir iktidar aygıtı su.
Ortaşarkta
geliyor gündeme. Bunun üzerine su üzerinde mülkiyet meselesini inceledim. Susuz
Yaz'dan sonra 1969 yılında kanun çıktı. Demirel hükümeti vardı o sırada.
Filmden sonra uzun yıllar tartışma devam etti. Artık kaynaklar Türkiye'de
devletindir. Yıllarca Türk sinemasının etrafına çöreklenmiş kişiler, Türk
sinemasının bizatihi kendisi görmezlikten geldi. Susuz Yaz için de tutku mutku
diyorlar, su tutkusu, marazi. Bu lafların dışında söyleyecek bir şey
bulamayanlar, filmi çözümleyemiyorlar.
Türk
sinemasında ilk akla gelen yönetmenlerden birisiniz. Yeni başlamış sinema
öğrencilerinden tutun da orta yaşlı sinema hastalarına kadar herkesin 'tabii
bir Metin Erksan var' dedikleri bir tür mitologya oluştu. Burada bana tehlikeli
gelen bir şey var. Sizin sinemanızı insanlar gerçekten inceliyor mu? Biliyor
mu? Türk sinemasında kendi derdini inatla tutturarak, kendi dünyasına, kendi
atmosferine, kendi imzasına sahip çıkan yönetmen yok, çıkmıyor. Bunu nasıl
açıklıyorsunuz?
Filmlerin
üzerinde düşünüyorum. Günlerce, saatlerce tek tek kasetlerini alıp bir kere
daha izliyorum. Ben yalnız sinema tarihçisi olmuş olsaydım, bir sinema düşünürü
olsaydım, size alabildiğine şeyler söylerdim. Sinemacı tarafım sözlerime engel
oluyor. Dolayısıyla otosansür yapıyorum maalesef.
Şöyle
desem, Türk sineması kendi tarihini bilmediği zaman Angelopoulos yapıyor güzel
filmi. Esasen Türk sinemasının yapması lazımdı. Neden Türk sineması bilmiyor.
Gene o sinema tarihçisinin çıkarttığı kitapta 'Türk sinemasının bütün
bahtsızlığı' diyor, 'Karagöz'den ayrılamadığı, Karagöz mantalitesinde kaldığı
içindir' diyor. Biliyor musunuz burada korkunç bir yanlış yapıyor. Zira Yunan
sinema kuramcıları da ne diyor biliyor musunuz? Yunan sinemasının 1922 Anadolu
harekatından sonra Yunanistan'a göç eden Karagözcülerle başladığını söylüyor.
Sonra da Karagöz'ü Yunanlılar elimizden almak istiyor diye şikayet ediliyor.
Canım siz dışlıyorsunuz, onlar neden almasın. Aksine Karagöz iyi bilinseydi,
Karagöz'den hareket edilseydi, Türk sineması müthiş bir sinema olurdu.
Angelopoulos filminin içindeki en başarılı sahneler Karagöz'den esinlenerek
yapılmış sahneler. Halbuki bir yazar, Brecht'ten esinlendiğini söylüyor. O
zavallı da ne Brecht biliyor, ne de Karagöz. Türk sinemasının bugünkü durumun
müsebbibi Türk sinema tarihinin bilinmemesi.
Bu
Karagöz meselesinde beni biraz irkilten bir yan var. Ulusal sinema tartışmaları
sırasında da bu Karagöz çok gündeme gelmişti. Ben açıkçası ulusal sinemadan
fazla bir şey anlamıyorum.
Ulusal
sinema zaten yanlış tanımlandı. Ben mesela çok kere 'ulusal sinema diye bir
olgu yoktur' dedim. Sağolsun ulusal sinema kuramcısı geçinen bir meslektaşım
ikide bir konuşmalar yapıyor. Çok ayıp ediyor. Ulusal sinema savunucusu ve
ulusal sinemacı olarak kendinin kaldığını, yalnız bırakıldığını söylüyor.
Sizden
de sitayişle bahsediyor...
Evet,
benden sitayişle bahsediyor ama, onun yaptığı, bilhassa son yaptığı filmler
ulusal sinemanın örnekleri ise, ben ulusal sinemayı ağzıma bile almam.
Bir
de Metin Bey, bu Karagöz meselesine ilişkin şunu söylemek istiyorum. Türk
sineması özellikle siyah-beyazdan renkliye geçtiğinden beri zaten hep Karagöz
ışığında yapılabiliyor, hep kabak ışık var.
Ben
hemen Karagöz'ün muhtevasına geçecektim ama, Karagöz için zaten biçimsel olarak
söylenmiş ve bugüne kadar bütün Karagöz mütehassıslarının gözünden kaçmış bir
şey var. Karagöz'e gölge oyunu diyorlar. Türkçedeki bütün tiyatro tarihçileri
de. Bunlar demek ki bakar kör. Karagöz gölge oyunu değildir, Karagöz'de renk
vardır bir kere. Yani renkli filmi çok önce yapmıştır Karagöz.
Bizim
tiyatro tarihçileri son derece büyük yanlışlar yapıyorlar. Karagöz'ün
Türkiye'ye Ortadoğu'dan geldiğini söylüyorlar. Oysa ne Çin'den ne Hint'ten ne
de Mısır'dan geldiğine dair hiçbir kanıt ortaya koyamıyorlar. Fakat asıl
Karagöz'ün muhtevasını bir söylence ile anlatmaya çalışayım. Karagöz de Hacivat
da işçi. Uzatmamak için söylüyorum, bunlar bir camii inşaatında çalışıyorlar.
Biri demirci diğeri duvarcı. Bunlar o kadar güzel konuşuyorlar ki zaman zaman
inşaat duruyor. İşçiler bunları dinliyor. Bunun üzerine inşaatın devam etmesi
için siyasal yetki Karagöz ile Hacivat'ın başını vurduruyor.
Karagöz
ile Hacivat da kesik başlarını koltuklarının altına alıp çıkıyorlar hükümdara,
çünkü siyasal yetke hükümdar değil vezir. Kelle koltukta iki adam hükümdara
gidip, 'vezir bizim başımızı vurdurdu' diyor. Söylencelerden bir tanesi bu.
Şimdi burada şöyle bir şey var. Karagöz ile Hacivat o inşaatı durduruyorlarsa,
siyasal yetke onlara, 'fazla konuşmayın' der, en fazlasından onları işten
çıkarır. İnşaat da devam eder. Hayır. Siyasal yetkeyi şiddetle rahatsız eden
şeylerin konuşulduğu böylece anlaşılıyor. Kafalarının vuruluşu yalnızca inşaatı
gevezelikleriyle durdurmalarından olamaz.
Bunlar
besbelli, toplumu çok şiddetli bir şekilde siyasal, ekonomik, toplumsal olarak
eleştiriyorlardı. Bundan rahatsız olan siyasal yetke, en son yapacağı şeyi ilk
başta yaptı. Kafalarını vurdurdu. Buradan bizim çok büyük şeyler çıkarmamız
lazım. Yani Karagöz'ün biçimsel özellikleri dışında, evvela müthiş bir
muhtevası var.
Metin
Bey, sinemadan nasıl uzak durabiliyorsunuz, özlemiyor musunuz, projeleriniz var
mı?
Çok.
Daha önce de söylemiştim. Ben yeryüzünde var olmuş sinemacılar arasında en çok
projesi olan, tasarısı olan sinemacıyım.
Bir
de Antonioni'nin kitabını bastılar. Gerçekleştiremediği projeler.
Bernardo
Bertolucci için bir yazı yazmıştım. Aynısını Antonioni için söylerim. İtalya
tarihi, büyük sinemacılar için başlı başına bir malzeme. İsterdim ki Antonioni,
İtalya-Habeşistan savaşına dair bir film yapsın. Müthiş bir maceradır o.
İtalya-Libya savaşına dair, Trablusgarp savaşına dair. Visconti, 60'lara dair
filmler yaptı. Sonradan Antonioni, Marksizm-Burjuvazi-Katoliklik üçlemesi
üstüne gitti. Pasolini de aynı çizgiyi izlemiştir.
Halbuki
konu çok. Mesela, yalnız, kafes içinde yaşayan bir adam vardır. Mussolini,
İtalya Kralı Victor Emmanuel ll'yi kafese kapattı. Adam yıllarca mahpusda
yaşadı. Bertolucci, Çin imparatorunun hayatını yapacağına, niçin Victor
Emmanuel'in hayatını çekmiyor. Çünkü, İtalyan rejisörleri Fransa'ya dair,
Fransız rejisörleri de İtalya'ya dair film yaparlar.
Mesela,
ben ne yapmak isterdim biliyor musunuz? I. Dünya Savaşı'nda Batılıların
suçladığı kişilerden biri II. Wilhelm'dir. Yani Berlin canavarı dedikleri. II.
Dünya Savaşı'nda Hitler için bile böyle demediler. I. Dünya Savaşı'ndan sonra
Almanya teslim oldu. Komünist hareketlerin başladığı sırada Wilhelm,
Hollanda'ya kaçtı. 20'lerde filan. Kraliçe Wilhelmina'ya sığındı. Yani o koca,
tatlı, büyük Prusyalı Wilhelmina'nın etekleri altına girdi. Bütün dünya,
İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar mahkeme etmek için istediler. Wilhelmina
'o kraldır, vermem' dedi. Wilhelm 1941'e kadar, yani 21 yıl yaşadı. Bu arada
dünyada çok büyük olaylar oldu. Nazizmin iktidara gelişini Hollanda'dan
seyretti. İşte bunun filmini yapmak isterdim.
Sinema
öyle bir yere geldi ki simülasyon teknikleri ile artık yakın bir zamanda,
aktörleri, aktrisleri falan da bilgisayarla yapabilip mükemmel bir şekilde
oynatabilecekler.
Ama
böyle bir film var mı, şimdiye kadar?
Hayır
ama, bunun üstüne müthiş yatırımlar yapıyorlar. Dikkatinizi çekmiştir,
kliplerde kullanılıyor, insanlar surattan surata geçiyorlar...
Evet
ama, mesela size isterseniz Spielberg'in son meraklarını söyleyeyim. Bunlara
merak salmıyor. Sinemanın 100. yıldönümü dolayısıyla 15 gün Amerikan Film
Enstitüsü bir toplantı yaptı. Türkiye'den de Sami Şekeroğlu gitti. 15 gün
müddetince konuştular. Sami'ye sordum, 'sinemanın kabesinde 100. yıldönümünde neler
konuşuldu', diye. 'Yahu' dedi, 'Scorcese, Lucas, Spielberg konuştular devamlı
olarak. Scorcese, Kodak'ın başkanıyla tartıştı. Başkan yeni teknikleri savundu.
Scorcese de hayır biz, pelikül istiyoruz, 35 mm. Bunu yapmaya mecbursunuz, biz
filmlerimizi 35 mm. çekeceğiz. Muazzam kavgalar oldu. Sonunda Kodak'ın sahibi
dedi ki, Kodak'ın sahibi benim, yeni teknik getiriyoruz, siz kendi fabrikanızı
kurun, 35 mm. üretin'. 100 yıl, ama tartışma bitmemiş daha. Spielberg ise Dük'e
yani John Wayne, gitmiş. Evde birden Stage Coach'un negatiflerini görmüş. Sen
demiş, bunu bana ver, götüreyim. Götürmüş basmış. Amerikan sinema tarihinde
gezinti yapıyor Spielberg.
Ama,
Amerika'dan kaynaklanan bir gelişme çizgisi var, yaratıcı olarak yönetmene
karşı teknisyen olarak yönetmen. Böyle bir çizgiye doğru gelişiyor sinema.
Bunun karşısında örneğin yakın zamanda seyrettiğimiz Ken Loach'un bir Ülke ve
Özgürlük filmi var.
Çok
sevdim. Müthiş bir film.
Ya
da Kieslowski'nin Dekalog'u.
Onu
seyretmedim, fakat Ülke ve Özgürlü 'ü çok sevdim. Ağlayarak, salya sümük
seyrettim.
Bir
de sinemanın böyle bir mecrada var olma mücadelesi var. Ken Loach'un sineması
çok tenezzülsüz bir sinema.
Nasıl
yani?
Sinemanın
artık müthiş tekniğe bağımlı, çok büyük paraya ve çok büyük yatırımcılara
bağımlı bir gelişme çizgisi var. Ben ortalama bulma sanatı diye
açıklayabiliyorum sinemayı. Yani bir şiirde resimde olduğunuz kadar rahat
olamadığınız bir alan sinema, çünkü bir kitleye gösterilmek için
tasarımlanıyor. Bir ortalama bulmanız gerekiyor, ortalama da hedef kitlenizin
ortalaması. Amerika'da oturup, çok büyük patronlar çok büyük paralarla bütün
dünyayı hedef alıyorlar. Bütün dünya orta sınıfını. Bunun sonucunda yapılan
filmler çoğunluk birbirine çok benzer, benzer formüllerden yola çıkan fazla
şaşaalı, çok fazla para harcandığını gösteren filmler oluyor. Sonra hâlâ
komünist olan bir İngiliz, Ken Loach çıkıp bir film yapıyor. Tiyatro gibi,
sinemada da yoksulluğun getirdiklerini, yoksulluğun avantajlarını artık
düşünmek gerekiyor gibi geliyor bana. Ken Loach'un filminde yoksulluğun
erdemini görüyorum. Ken Loach da mutlaka para bulmuş, oradan buradan almış ama
paçayı da çok kaptırmamış. Mesela o içsavaş sahnelerini binlerce şekilde çekmek
mümkün. Ama o sadece çok saf bir sinema diline yaslanmış, tenezzülsüzü bu
anlamda kullanıyorum. Fassbinder'in sinemasını da burada hatırlatmakta yarar
var. Çoğu filmi, kısa sürede çekilmiş, ucuza çıkmış, fakat kalıcı filmler
olmuş. Çünkü Fassbinder'in bir derdi var. Kamerayı koyduğu yerin karşılığı var.
Oyuncusu ile kurduğu ilişkinin karşılığı var. Siz sinemanın kabesi diyorsunuz
Amerika için, ben de bunu paylaşmakla birlikte yoksul ve soylu bir sinemanın da
mümkün olduğuna inanıyorum.
Şöyle
dile getireyim. Amerikan sineması çok görkemli filmler de yapıyor ama bunun
yanı sıra en duygusal, en içten, en fakir filmleri de yapıyor. Steven
Spielberg, Colour Purple'ı da yapıyor Schindler'in Listesi'ni de. İkincisi çok
maliyetli bir film ama bizi aynı nispette içten kavrayan, titreten bir film.
Ken Loach biraz unutulmuş bir savaşa girmiş, kim takar yani. Konsantrasyon
kampları, İkinci Dünya Savaşı hâlâ gündemde. Öbürü oturmuş hatırlanması
istenmeyen bir savaşı ele almış. Geçen gün alabildiğine zengin olmak isteyen,
kendini komünist, parti komünisti zanneden bir zavallı, filmi müthiş eleştirdi.
Düşünebiliyor musunuz? Hâlâ Stalinci diye biri olabilir mi?
Hâlâ
var onlar.
Müzelik.
Antropoloji müzesinde bile olamayacak bir şey. Biliyorsunuz bizim memleketin en
uç komünistleri bile İspanya İçsavaşı'na gitmediler.
Birkaç
kişi var.
Türkiye'nin
önde gelen komünistleri gitmediler, Adem-i Müdahale Komitesi varmış.
Düşünebiliyor musun, sen komünist olacaksın, Adem-i Müdahale Komitesi var ben
gitmem diyeceksin.
Peki,
kendi filmlerinizi seyrediyor musunuz?
Çok
ender.
Ben
yakın zamanda Kuyu filmini seyrettim. Aynı şekilde etkilendim.
Yarım
yamalak o film, onu söyleyeyim. Tam senaryoyu çekemedim. Operatörü kaçtı
filmin. Benim yeğenimdi. Beni hiç sebepsiz dağların tepesinde bıraktı kaçtı.
Filmin artisti kaçtı, Demir Karahan. O gitti yok oldu. Onun sahnelerinde dublör
oynattım. Veli Atbaşlı diye bir montör çocuk vardı. O oynadı. Çekebildiğim
kadarını arkadan çektim.
Aynı
dönemden Ölmeyen Aşkı hatırlıyorum.
O
film de yarım yamalak kaldı. O filmi de tam yapamadım. Wuthering Heights, Emily
Bronte'nin yazdığı. Bronte Kardeşler'in hayatını çekmek isterdim ben. Müthiş
bir film olurdu. Hâlâ da Wuthering Heights'ı çekmek isterim. Müthiş bir roman.
Yıllarca Türkiye'deki resmi parti komiserleri 'canım işte bu veremli kızların
okuduğu bir romandır,' dediler. Sonra Andre Breton'un 'yeni gerçekçilerin el
kitabı olduğunu' söylediğini okudum. Hatta Charles Dickens'in Bronte'lerin
etkisinde kaldığı da söylenir. Scott Fitzgerald'de Great Gatsby'de mutlaka
büyük etkisinde kalmış.
Ben
mesela Chabrol'ün Madam Bovary'sinde büyük düş kırıklığına uğradım. Isabel
Huppert oynuyor. Onu da çok severim ama çıkan film çok tatsız.
Ne
kadar memnun oldum sizden bunu duyduğuma, ben bunu söyleyemedim. Benim
projelerimden bir tanesi de, iç içe olarak Madam Bovary ile Anna Karenin'i
yapmak. Hem de şunu söyleyerek: Madam Bovary, Anna Karenin'den önce yazılmıştı.
Tolstoy'un Madam Bovary'i okumamasına imkan yok.
Bir
de aralarına keşke Thérése Raquin girseydi.
Çok
yaşayın hatırlattığınız için. Ben evlilik dışı cinsel ilişki veyahut evlilik
dışı aşk diye bir şey yaptım. Birincisi Madam Bovary, sonra Anna Karenin, sonra
Thérése Raquin. Şimdi Amerika'da Nathaniel Hawthorne'un Scarlet Letter'ını
düşünüyorum. Bir de Theodore Dresier'in Sister Carrey'i var.
Yakup
Kadri'nin Nur Babası'nda, Ahmet Hamdi'de var olan ama sizin döneminizde çok
daha kurak çok daha üniformalı bir aşk, tutku tanımı görüyorum ben. O dönem
edebiyatında, sinemasında da tam steril olmuş, formüle edilmiş bir tanım var.
Siz o dönemde bir aşk, bir tutku tanımı yaptınız. Siz çok tepkiyle
karşılaştınız mı?
Tabii.
Hemen şunu söyleyeyim. Şöyle tarif ediyor Katherine'i Emily Bronte, 'Ondört
yaşında, sarışın' diyor. Nilüfer de on dört yaşında, sarışındı. Ben böyle
hatıra anlatmayı sevmem. Mesela filmde şöyle bir şey vardı, adam kadını öldüğü
için dövüyor. Ben de çekimde dövdürmeye başladım. O sırada operatör kesti
geldi. 'Metin bey, çekemeyeceğim ' dedi. 'Beni affet ' dedi. 'Ölüyü, dövdüremem
ben. ' Neyse, Ertem kesti bu bölümleri. 'Çok dayak attın ' dedi. Daha çekimde
tepki almaya başladım.
Oscar
Wilde'ın bir lafı geldi aklıma. 'Sanatı sevmenin iki yolu var', diyor 'Birisi
sevmemek, birisi mantıkla sevmek.' Ben buna çok inanıyorum. Mantıkla sevmek
sanata yönelik bir şey gibi gelmiyor bana. Siz aykırılığınızda inat ettiniz,
kendinize ait bir şeyden o andaki genelgeçer atmosfere uymuyor diye
vazgeçmediniz. Bence hep aykırılığında inat eden insanlar kalıcı oluyor.
Ben
buna bir şey ekleyeyim. Oscar Wilde dediniz. Neyi yapmak istiyorum biliyor
musunuz? Reading Zindanı Baladı'nı. Ne büyük aşk filmi olur. Asılarak öldürülen
bir aşık var biliyorsunuz.
Evet.
Bir aşk filmi çeksenize; böyle bir aşk filmi.
Bu
konuda zaman zaman, içim içimi yiyor.
Evet,
dünyayı, bütün o iktidar ilişkilerini en iyi anlatan şey aşk.
Aşk
tabii canım. Aşktan ölümden başka bir şey kalmadı. Bana demin 'nasıl tahammül
ediyorsunuz sinemadan uzak kalmaya' diye sormuştunuz. Galiba şöyle uzak
durabiliyorum. Madam Bovary'i çekerken nasıl çekerim diyorum. Uzun uzun
düşünüyorum günlerce. Great Gatsby'i okuyorum. Nasıl çekerim, diyorum. Hatta
kendi çektiğim filmleri, tabii Sevmek Zamanı'nı nasıl çekerim diyorum, çeksem.
Böyle talimler yapıyorum.
Sevmek
Zamanı'nı başka şekilde çekmeyi düşünmeyin.
Çok
yaşayın. Mesela bir Türk romanını alayım diyorum. Mesela Saffet Nezihi'nin
Zavallı Necdet'ini. Müthiş bir aşk romanı. Şunu bir çekivereyim diyorum. Mesela
çok söyledim. Robenson'un ikinci bölümünü çekmek isterdim, birinciyi değil.
Çünkü Robenson iki bölümdür. Adadan subaylar gider, asıl Robenson ondan sonra
başlar. Onu çekmek isterim.
Ben
sizin tarihçiliğinizi kıskanıyorum, sinemacılığınız adına kıskanıyorum Sizi bu
araştırmacılık, tarihçilik o kadar doyuruyor ki, sinemayı uzak bir yerde
tutabiliyorsunuz.
Çok
yaşayın, ne güzel bir yargı bu.
Ama
bu yargı beni çok üzüyor açıkçası. Tarihçiliğinize sonsuz saygım var ama
sinemacılığınızdan yediği taktirde, ben onu kıskanırım.
Herhalde
günün birinde bir aşk filmi çekeceğiz, öyle görünüyor... (YT/YY)
No comments:
Post a Comment