Tuesday 24 March 2015

"Ulusal Sinema Diye Bir Olgu Yoktur"


YILDIRIM TÜRKER SORDU, METİN ERKSAN YANITLADI
Ulusal Sinema Diye Bir Olgu Yoktur
Geçen hafta hayatını kaybeden Metin Erksan çektiği filmlerle olduğu kadar düşünceleri, tavrı ve çekmediği filmlerle de damgasını vurdu Türkiye sinemasına. Yıldırım Türker'in 1996'da Metin Erksan'la yaptığı röportaj usta yönetmeni anlamak isteyenler için yayımlanmış önemli belgelerden biri.
Yıldırım Türker
İstanbul - BİA Haber Merkezi

11 Ağustos 2012, Cumartesi 00:03

Türkiye sinema tarihine imzasını atmış yönetmenlerden Metin Erksan'ı geçtiğimiz günlerde kaybettik. Aşağıda okuyabileceğiniz Erksan röportajını Yıldırım Türker yaptı, Mart 1996'da FOL dergisinde yayımlandı.

"Metin Erksan'ı kim merak etmez? Bir kere o, yalnız bir adam. Sinemasıyla her zaman tekinsiz bir uzaklıkta durmuş, yılmadan kendi biricik dünyasını kendi diliyle, kendi göz diliyle kurmaya çalışmış bir usta o.

Kimseyle yanyana durup fotoğraf çektirmemiş bir adam sanki. Kimsenin yanına yakışmıyor. Filmleriyle girdiğiniz ilişki de teke tek. En yakınlık kuramadığınız filmi bile içinizde yıllara ayarlı bir saatli bomba gibi usul usul işliyor.

Bir gün, beklemediğiniz bir anda ıssız bir görüntü, bir deja-vu hissi... Bu ülkenin büyük şehirlerinden birinde ergenliği ya da erişkinliğinin bir bölümünü geçirmiş herkesin görüntü parçacıklarından oluşan anılarında onun filmlerinden izler bulunur.

Kimi 'Kuyu'nun derinliklerinde kendi karanlık tutkusuna bir resim bulmuş, kimi sevgilisinin ulaşılmaz suretini 'Sevmek Zamanı'nın yağmurlu camlarında göregelmiştir.

Kim Metin Erksan'la tanışmak istemez? Kavgacı tarihçiliği, uzlaşmaz kişiliği, kıskançlıkla koruduğu yalnızlığı ne kadar ürkütücü olsa da onun kapısını çaldık.

İlk sorumuz, adının etrafında oluşan söylence halesine yönelikti. Yıllardır film çekmemesine rağmen belirli bir aydın çevrede Türk sinemasının ilk akla gelen yaratıcısı olmasını neye bağlıyordu. Coşkulu, öfkesinden hiçbir şey kaybetmemiş, hâlâ en çetin tasarılara hazırlanan, bir eşine rastlayamayacağımız bir adamla tanıştık."

M.E. - Şimdi benim Türkiye'de görünen tarafım, bilinen tarafım yahut bilinmek istenen tarafım sinemacılığım. Tarihçiliğim, yazarlığım değil. Bu gerçi bütün dünya için de geçerli bir şey. Siz şimdi en uç Türk entelektüeline sorsanız, yeni bir Amerikan romancısı biliyor musun diye, bilmez. Ama Spielberg'i bilir. O, sinemacı. Ama desek ki, çok yenilerden de değil, Norman Mailer şu aralar ne yapıyor, haberin var mı desek, bilmez. O Steinbeck'de, Hemingway'de Cauldwell'de kalmıştır. Sinemanın böyle bir özelliği var.

Y.T.- Bu, sinemanın diğer sanatlar üzerinde bir avantajı, bir yerde de laneti gibi geliyor bana. Mesela sizin sinemanıza girince iyice paradoksal yanını göreceğiz bunun. Çünkü sizin sinemanız popüler olmayı amaçlamamış bir sinema. Bütün sanatsal yaratılar gibi öncelikle bir yaratıcının kendisi olma hali diye adlandırıyorum ben sinemayı. Böyle bir tanımla da yaklaştığım zaman Türk sineması diye sizin sinemanız çıkıyor karşıma. Çünkü bana kalırsa bir tek siz sinemanızla, kendi yapıtlarınızla kendinizden başka hiç kimse olmama halini getirdiniz beyaz perdeye. Şimdilerde auteur sineması kavramı sıkça kullanılmaya başlandı. Çoğu yönetmen kendi prodüksiyonunu kendi yapmaya başladıktan sonra birdenbire auteur sineması oluşuyor vehmine kapıldılar. Halbuki bana kalırsa, bir sinemanın auteur sineması olması için onu yapan adamın bir tutturukluğu, bir derdi olması gerekiyor. Sadece kendine ait bir dünyası olması gerekiyor. Bu çerçevede Türk Sinemasının şimdiki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz diye başlamak istiyorum.

Ben, dolaylı olarak cevap vereceğim sorunuza. Yıllar önce, sanırım 1976'da bir söyleşi yapıldı benimle. Orada da söylemiştim. Türk sinema tarihi örnekleri çok kesin yargılarla, bilimsel araştırmalar yapılmadan, nesnellikten uzak bir tutumla yazılıyor. Romanlardan daha müthiş sinema tarihi çalışmaları bunlar.

Yazan, bütün ihtirasını, öfkesini, ne kadar saçma sapan düşüncesi varsa sinema tarihi adı altında yazmış. Tarih, tek deney yapmayan bilimdir. Deney yapmadığı için bilgi, belge, bulguları alır. Bunların doğruluğunu tanıtlar, kanıtlar. Bir kuramsallık vardır. Belgeleri yanyana getirmekle olmaz. Kuramınız olacak. Yoksa tarih, masal olur.

Bir tarama yaparken not etmişim. Rekin Teksoy, zamanında 'Sevmek Zamanı'nı 'psikopatlığın zirvesi' diye adlandırmış.

Benim bir âdetim vardır. Eleştirilere cevap vermem. Olabilir. Böyle bir laf söylemiştir. Bence 'Sevmek Zamanı'nı anlamaya gücü yetmez. Şundan dolayı yetmez. Öznel bakışla bir film peşin olarak anlaşılmaz. Aslında ben filmlerimi açıklamam. Ama şunu ilk olarak söylüyorum; 'Sevmek Zamanı'nı anlayabilmek için doğu ve batı masallarını, bilhassa doğu masallarını bilmek lazımdır.

Batıda da böyle masallar var ama ille de doğu masallarını. Doğu masallarından da 'Leyla ile Mecnun'u. Son günlerde bir terane tutturdum. Aslında fazla temasım yoktur insanlarla. Soruyorum, 'Leyla ile Mecnun'u biliyor musunuz?'. 'Evet, biliyoruz' diyorlar. Anlatın, diyorum. İşte Leyla ile Mecnun birbirlerini sevmiş, diyorlar. Hayır, Leyla ile Mecnun'un hikayesi o değildir. Son derece müthiş vurgulama noktaları olan; lalettayin bir kızla bir oğlanın birbirini sevme hikayesi değildir.

Türk sinema tarihçilerine dönelim mi?

Türk sinemasını 1914'de 'Ayastafanos Abidesi'nin Yıkılışı'yla başlatırlar. Ben de çıkıp dedim ki, Manastır'da Manaki Kardeşler var. 1911'de Sultan Reşad'ın Rumeli seyahatini Selanik'ten Manastır'a kadar izlemişler. Bu 1911'de çekildiğine göre Ayastafanos'tan öncedir dedim. Birdenbire en kodamanlarından bir sinema tarihçisi kudurdu. Gazeteye bir açıklama yaptı. Ben de onları biliyorum ama yazmadım. Rum oldukları için yazmadım, çünkü konu Türk sinemasıydı.

Şimdi, düşünebiliyor musunuz? Bu kadar saçma sapan, bilim dışı bir saldırıya cevap bile yermedim. O adamın Türk sinema tarihi kitabı var. Bu olaydan söz etmiyor. Biliyorum diye yalan söylüyor. Kronolojisi var. 1895-1914 arasındaki dünyadaki ve Türkiye 'deki sinema olaylarını yazmış. Orada da yok. Demek ki evvela yalan söylüyor. Bu olayı bilmiyor. Bir de ırkçılığa sığınıyor. Bir kere Manaki'yle kardeşi Osmanlı-Türk uyruğunda iki tane adam. Yani bu iş Osmanlı topraklarında olmuş.

Kaldı ki aynı adamın sinema sözlüğünü açıp bakın. Kriton îlyadis: Sinema operatörü yazıyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti tebaası, uyruğu olduğunuz zaman Türk film operatörü oluyorsunuz da Osmanlı uyruğu olduğunuz zaman Rum mu kalıyorsunuz? Düşünebiliyor musunuz siz, bir sinema tarihçisinin soytarılığını. Ben kendisine edep ve terbiyemle hiçbir şekilde cevap vermedim.

Aradan yıllar geçti. Bu olay çok ilgimi çekiyordu. Türkiye'deki film arşivi sahiplerine, müdürlerine, yönetmenlerine bu filmin Yugoslavya'da varit olduğunu, Yugoslav film arşivinden buraya getirilmesi lazım geldiğini söyledim. Ama Türkiye'de sinemateklerle, arşivlerle meşgul olanların gayeleri başkadır. Türk sinema tarihine belge toplamak filan ilgilendirmez onları. 1994'de Cumhuriyet'te yazdığım iki yazıda Manaki Kardeşler'i andım ve yeniden gündeme getirdim. Sinemanın 100. yılında Manaki Kardeşler'i onurlandırmamız lazım, dedim.

1976 yılından bugüne yaptığım kişisel araştırmalarım sonucu şunları öğrendim. 1907'de kamera alıp Manastır'a getirmişler. 1911'de de bir film çekildiğini biliyoruz. 1907'de alınan kameranın 1914'e kadar turşusunu kurmadılar ya. Bu kamerayla filmler çektiler. Bu filmler ne ola ki? O arada film çekmemelerine imkan yok diyorum. 1908, Meşrutiyet arifesi. Geyikli Niyazi Bey dağlardan Manastır'a iniyor. Bundan daha güzel şey olur mu? Biliyorsunuz dehşet çeteciler, sakallar bıyıklar uzamış, Abdülhamit'e karşı, yer yerinden oynuyor. Ama o savaşçı birliğin fetişi de tatlı, masum bir geyik. O da ayrı bir güzellik.

Bunların dedim, bunu çekmemesine imkan yok. Hani Rum oldukları için korktular desek, neden korksunlar, azınlıklara büyük hürriyetler geliyor 1908, Meşrutiyet ile. Gene de perde aralığından çekmiş olabilirler, biz bunları araştıralım, dedim. 1911'den sonra tabii o trajik Balkan Harbi oluyor. Balkan Harbi sonunda bu adamlarla Osmanlılık irtibatını kaybediyor.

Ama ortada bir kamera ve iki tane müthiş sinemacı var. Mutlaka Balkan Savaşı'nı çekmişlerdir. Arkadan diyorum, 1914-18 savaşını da çekmişlerdir. Bu sinemacı kardeşlerden biri 1960'da diğeri 1964'de öldü. Sonradan öğrendim ki bunlara Balkanların Lumierre Kardeşler'i diyorlar. Ben bunları söyledim, söyledim, söyledim. Hiç kimseden ses yok. İşte benim sinemacılığımın, yani pratik uygulamalar sinemacılığımın yanı sıra sinema tarihi ve kuramıyla da uğraşmamın nedeni.

Theo Angelopoulos işte bunun üstüne müthiş bir film yapmış. 'Ulis'in Bakışı'. Bir yazar film için Balkanlarda bir gezinti diyor. Hayır, Türk sinema tarihinde bir gezinti. Angelopoulos Türk sinema tarihi üstüne büyük bir araştırma yapmış ve o güzelliği Bosna meselesiyle birleştirmiş.

Efsanevi sinemacı kardeşleri, Manakileri araştırıyor. 1907-1911 arasında çektikleri üç bobin filmi arıyor. Bu dehşet etkiledi beni. Ben bundan 1976'da söz etmiştim. Pekiyi Theo Angelopoulos sinemanın 100. yılı için neden Türkiye'ye davet edildi? Gerekçesi şöyle olabilirdi. Angelopoulos, 'Ulis'in Bakışı 'filmiyle Türk sinema tarihine dair bir araştırma yapmış, biz de onun için davet ettik. Hayır, öyle bir şey yok. Türk sineması hakkında yazı yazanlar ne sularda, onu bilmiyorum. Ama işte ben bu sulardayım.



Siz Türk sinemasının ucunda, kıyısında durdunuz. Hep Metin Erksan sineması diye çok özel, çok ayrı ve farklı bir sinema oldu. Sizin sinemanızı açıklamak isteyen kimi iyi niyetli eleştirmenler, aydınlar belirli kelimelere sığındılar, 'marazi tutkular' dediler, daha kötü niyetlileri marazi yerine psikopatı kullandılar. Bunların hepsinde ortak olan şey sizi olduğunuzdan da dışta bir yerde tutmak. Tutkuları anlatan bir sinemanız oldu hep, kimi takıntılarınız oldu, onların üstüne gittiniz. Ben sanatçılığın açıklamasını da tutturduğun şeylerin toplamı olarak özetleyebiliyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, mesela bu tür yaftalar karşısında nasıl bir tavrınız oldu? Ne hissetiniz? Yoğun olarak çalıştığınız, film çektiğiniz dönemde sizi engelledi mi?

Buna ben şöyle cevap vermek isterim. İki yıl önce Berlin Festivali'nden sürekli olarak söz eden bir gazeteci Susuz Yaz'dan bahsediyordu. Bir filmden söz ettiğiniz zaman rejisörle anılır film, rejisörün dışında anılmaz ve üstelik ben yalnız o filmin rejisörü değilim. Ben o filmin senaryo yazarıyım da. Hikaye sahibi kendisi de 'senaryonun benim hikayemle bir ilgisi yoktur' diyor. Ben yaklaşık 30 yıldır bu konuda bir şey söylemedim. Ama 31 yıldır Türkiye'de birtakım bilim kurulları var, sinemayla uğraşıyor. Susuz Yaz'ın senaryosuyla hikayeyi karşılaştırmak lazım. Sinema çalışması, seminer olabilir, hatta ders olarak konulabilir.

Bu gazeteci Berlin Film Festivali'nden ve Susuz Yaz'dan söz ederken ben de 'Türk sineması' dedim, 'iki döneme ayrılır; Susuz Yaz'dan önce, Susuz Yaz'dan sonra.' Susuz Yaz gerek biçimsel gerek içeriksel olarak bir dönemi bitirip yeni bir dönemi başlattı. İçerik olarak büyük bir siyasi mesele haline geldi.

Devlet ve Türk sineması ilişkileri Susuz Yaz'dan sonra gündeme geldi. Türk entelijensiyası Susuz Yaz ile Türk sinemasıyla ilgilenmeye başladı ve akılları başlarına geldi, büyük bir korku içinde. Arkadan devlet ve Türk sineması ilişkileri ile ikinci bir kez sansür sorunu gündeme geldi. Aynı zamanda Türk sinemasının uluslararası arenada ilk kez ismini duyurdu.

Aldığı armağan geri kalmış ülkelerden gelen insanlara da çok büyük bir onur getirdi. Kaldı ki Susuz Yaz'ın gözden kaçmış şöyle bir yanı da var: Ben Susuz Yaz'ı yaparken evvela bir sinema dili yaptım, film dili yaptım. Çeşitli şeyler düşündürüyor insana. Biri mülkiyet meselesi, daha hâlâ doğru dürüst filmlerini yapamadım. Mülkiyet meselesi çok ilgilendiriyor beni. Toprak mülkiyeti üzerine bir film yapmak istiyordum. Su üzerine yapayım dedim, çünkü garip bir mülkiyeti var suyun. Bir avuç su alın elinize, bu suyu ilânihaye tutamazsınız, ama toprağı tutabilirsiniz. Su gider muhakkak.

Hâlâ çok gündemde bir iktidar aygıtı su.

Ortaşarkta geliyor gündeme. Bunun üzerine su üzerinde mülkiyet meselesini inceledim. Susuz Yaz'dan sonra 1969 yılında kanun çıktı. Demirel hükümeti vardı o sırada. Filmden sonra uzun yıllar tartışma devam etti. Artık kaynaklar Türkiye'de devletindir. Yıllarca Türk sinemasının etrafına çöreklenmiş kişiler, Türk sinemasının bizatihi kendisi görmezlikten geldi. Susuz Yaz için de tutku mutku diyorlar, su tutkusu, marazi. Bu lafların dışında söyleyecek bir şey bulamayanlar, filmi çözümleyemiyorlar.

Türk sinemasında ilk akla gelen yönetmenlerden birisiniz. Yeni başlamış sinema öğrencilerinden tutun da orta yaşlı sinema hastalarına kadar herkesin 'tabii bir Metin Erksan var' dedikleri bir tür mitologya oluştu. Burada bana tehlikeli gelen bir şey var. Sizin sinemanızı insanlar gerçekten inceliyor mu? Biliyor mu? Türk sinemasında kendi derdini inatla tutturarak, kendi dünyasına, kendi atmosferine, kendi imzasına sahip çıkan yönetmen yok, çıkmıyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Filmlerin üzerinde düşünüyorum. Günlerce, saatlerce tek tek kasetlerini alıp bir kere daha izliyorum. Ben yalnız sinema tarihçisi olmuş olsaydım, bir sinema düşünürü olsaydım, size alabildiğine şeyler söylerdim. Sinemacı tarafım sözlerime engel oluyor. Dolayısıyla otosansür yapıyorum maalesef.

Şöyle desem, Türk sineması kendi tarihini bilmediği zaman Angelopoulos yapıyor güzel filmi. Esasen Türk sinemasının yapması lazımdı. Neden Türk sineması bilmiyor. Gene o sinema tarihçisinin çıkarttığı kitapta 'Türk sinemasının bütün bahtsızlığı' diyor, 'Karagöz'den ayrılamadığı, Karagöz mantalitesinde kaldığı içindir' diyor. Biliyor musunuz burada korkunç bir yanlış yapıyor. Zira Yunan sinema kuramcıları da ne diyor biliyor musunuz? Yunan sinemasının 1922 Anadolu harekatından sonra Yunanistan'a göç eden Karagözcülerle başladığını söylüyor. Sonra da Karagöz'ü Yunanlılar elimizden almak istiyor diye şikayet ediliyor. Canım siz dışlıyorsunuz, onlar neden almasın. Aksine Karagöz iyi bilinseydi, Karagöz'den hareket edilseydi, Türk sineması müthiş bir sinema olurdu. Angelopoulos filminin içindeki en başarılı sahneler Karagöz'den esinlenerek yapılmış sahneler. Halbuki bir yazar, Brecht'ten esinlendiğini söylüyor. O zavallı da ne Brecht biliyor, ne de Karagöz. Türk sinemasının bugünkü durumun müsebbibi Türk sinema tarihinin bilinmemesi.

Bu Karagöz meselesinde beni biraz irkilten bir yan var. Ulusal sinema tartışmaları sırasında da bu Karagöz çok gündeme gelmişti. Ben açıkçası ulusal sinemadan fazla bir şey anlamıyorum.

Ulusal sinema zaten yanlış tanımlandı. Ben mesela çok kere 'ulusal sinema diye bir olgu yoktur' dedim. Sağolsun ulusal sinema kuramcısı geçinen bir meslektaşım ikide bir konuşmalar yapıyor. Çok ayıp ediyor. Ulusal sinema savunucusu ve ulusal sinemacı olarak kendinin kaldığını, yalnız bırakıldığını söylüyor.

Sizden de sitayişle bahsediyor...

Evet, benden sitayişle bahsediyor ama, onun yaptığı, bilhassa son yaptığı filmler ulusal sinemanın örnekleri ise, ben ulusal sinemayı ağzıma bile almam.

Bir de Metin Bey, bu Karagöz meselesine ilişkin şunu söylemek istiyorum. Türk sineması özellikle siyah-beyazdan renkliye geçtiğinden beri zaten hep Karagöz ışığında yapılabiliyor, hep kabak ışık var.

Ben hemen Karagöz'ün muhtevasına geçecektim ama, Karagöz için zaten biçimsel olarak söylenmiş ve bugüne kadar bütün Karagöz mütehassıslarının gözünden kaçmış bir şey var. Karagöz'e gölge oyunu diyorlar. Türkçedeki bütün tiyatro tarihçileri de. Bunlar demek ki bakar kör. Karagöz gölge oyunu değildir, Karagöz'de renk vardır bir kere. Yani renkli filmi çok önce yapmıştır Karagöz.

Bizim tiyatro tarihçileri son derece büyük yanlışlar yapıyorlar. Karagöz'ün Türkiye'ye Ortadoğu'dan geldiğini söylüyorlar. Oysa ne Çin'den ne Hint'ten ne de Mısır'dan geldiğine dair hiçbir kanıt ortaya koyamıyorlar. Fakat asıl Karagöz'ün muhtevasını bir söylence ile anlatmaya çalışayım. Karagöz de Hacivat da işçi. Uzatmamak için söylüyorum, bunlar bir camii inşaatında çalışıyorlar. Biri demirci diğeri duvarcı. Bunlar o kadar güzel konuşuyorlar ki zaman zaman inşaat duruyor. İşçiler bunları dinliyor. Bunun üzerine inşaatın devam etmesi için siyasal yetki Karagöz ile Hacivat'ın başını vurduruyor.

Karagöz ile Hacivat da kesik başlarını koltuklarının altına alıp çıkıyorlar hükümdara, çünkü siyasal yetke hükümdar değil vezir. Kelle koltukta iki adam hükümdara gidip, 'vezir bizim başımızı vurdurdu' diyor. Söylencelerden bir tanesi bu. Şimdi burada şöyle bir şey var. Karagöz ile Hacivat o inşaatı durduruyorlarsa, siyasal yetke onlara, 'fazla konuşmayın' der, en fazlasından onları işten çıkarır. İnşaat da devam eder. Hayır. Siyasal yetkeyi şiddetle rahatsız eden şeylerin konuşulduğu böylece anlaşılıyor. Kafalarının vuruluşu yalnızca inşaatı gevezelikleriyle durdurmalarından olamaz.

Bunlar besbelli, toplumu çok şiddetli bir şekilde siyasal, ekonomik, toplumsal olarak eleştiriyorlardı. Bundan rahatsız olan siyasal yetke, en son yapacağı şeyi ilk başta yaptı. Kafalarını vurdurdu. Buradan bizim çok büyük şeyler çıkarmamız lazım. Yani Karagöz'ün biçimsel özellikleri dışında, evvela müthiş bir muhtevası var.

Metin Bey, sinemadan nasıl uzak durabiliyorsunuz, özlemiyor musunuz, projeleriniz var mı?

Çok. Daha önce de söylemiştim. Ben yeryüzünde var olmuş sinemacılar arasında en çok projesi olan, tasarısı olan sinemacıyım.

Bir de Antonioni'nin kitabını bastılar. Gerçekleştiremediği projeler.

Bernardo Bertolucci için bir yazı yazmıştım. Aynısını Antonioni için söylerim. İtalya tarihi, büyük sinemacılar için başlı başına bir malzeme. İsterdim ki Antonioni, İtalya-Habeşistan savaşına dair bir film yapsın. Müthiş bir maceradır o. İtalya-Libya savaşına dair, Trablusgarp savaşına dair. Visconti, 60'lara dair filmler yaptı. Sonradan Antonioni, Marksizm-Burjuvazi-Katoliklik üçlemesi üstüne gitti. Pasolini de aynı çizgiyi izlemiştir.

Halbuki konu çok. Mesela, yalnız, kafes içinde yaşayan bir adam vardır. Mussolini, İtalya Kralı Victor Emmanuel ll'yi kafese kapattı. Adam yıllarca mahpusda yaşadı. Bertolucci, Çin imparatorunun hayatını yapacağına, niçin Victor Emmanuel'in hayatını çekmiyor. Çünkü, İtalyan rejisörleri Fransa'ya dair, Fransız rejisörleri de İtalya'ya dair film yaparlar.

Mesela, ben ne yapmak isterdim biliyor musunuz? I. Dünya Savaşı'nda Batılıların suçladığı kişilerden biri II. Wilhelm'dir. Yani Berlin canavarı dedikleri. II. Dünya Savaşı'nda Hitler için bile böyle demediler. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya teslim oldu. Komünist hareketlerin başladığı sırada Wilhelm, Hollanda'ya kaçtı. 20'lerde filan. Kraliçe Wilhelmina'ya sığındı. Yani o koca, tatlı, büyük Prusyalı Wilhelmina'nın etekleri altına girdi. Bütün dünya, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar mahkeme etmek için istediler. Wilhelmina 'o kraldır, vermem' dedi. Wilhelm 1941'e kadar, yani 21 yıl yaşadı. Bu arada dünyada çok büyük olaylar oldu. Nazizmin iktidara gelişini Hollanda'dan seyretti. İşte bunun filmini yapmak isterdim.

Sinema öyle bir yere geldi ki simülasyon teknikleri ile artık yakın bir zamanda, aktörleri, aktrisleri falan da bilgisayarla yapabilip mükemmel bir şekilde oynatabilecekler.

Ama böyle bir film var mı, şimdiye kadar?

Hayır ama, bunun üstüne müthiş yatırımlar yapıyorlar. Dikkatinizi çekmiştir, kliplerde kullanılıyor, insanlar surattan surata geçiyorlar...

Evet ama, mesela size isterseniz Spielberg'in son meraklarını söyleyeyim. Bunlara merak salmıyor. Sinemanın 100. yıldönümü dolayısıyla 15 gün Amerikan Film Enstitüsü bir toplantı yaptı. Türkiye'den de Sami Şekeroğlu gitti. 15 gün müddetince konuştular. Sami'ye sordum, 'sinemanın kabesinde 100. yıldönümünde neler konuşuldu', diye. 'Yahu' dedi, 'Scorcese, Lucas, Spielberg konuştular devamlı olarak. Scorcese, Kodak'ın başkanıyla tartıştı. Başkan yeni teknikleri savundu. Scorcese de hayır biz, pelikül istiyoruz, 35 mm. Bunu yapmaya mecbursunuz, biz filmlerimizi 35 mm. çekeceğiz. Muazzam kavgalar oldu. Sonunda Kodak'ın sahibi dedi ki, Kodak'ın sahibi benim, yeni teknik getiriyoruz, siz kendi fabrikanızı kurun, 35 mm. üretin'. 100 yıl, ama tartışma bitmemiş daha. Spielberg ise Dük'e yani John Wayne, gitmiş. Evde birden Stage Coach'un negatiflerini görmüş. Sen demiş, bunu bana ver, götüreyim. Götürmüş basmış. Amerikan sinema tarihinde gezinti yapıyor Spielberg.

Ama, Amerika'dan kaynaklanan bir gelişme çizgisi var, yaratıcı olarak yönetmene karşı teknisyen olarak yönetmen. Böyle bir çizgiye doğru gelişiyor sinema. Bunun karşısında örneğin yakın zamanda seyrettiğimiz Ken Loach'un bir Ülke ve Özgürlük filmi var.

Çok sevdim. Müthiş bir film.

Ya da Kieslowski'nin Dekalog'u.

Onu seyretmedim, fakat Ülke ve Özgürlü 'ü çok sevdim. Ağlayarak, salya sümük seyrettim.

Bir de sinemanın böyle bir mecrada var olma mücadelesi var. Ken Loach'un sineması çok tenezzülsüz bir sinema.

Nasıl yani?

Sinemanın artık müthiş tekniğe bağımlı, çok büyük paraya ve çok büyük yatırımcılara bağımlı bir gelişme çizgisi var. Ben ortalama bulma sanatı diye açıklayabiliyorum sinemayı. Yani bir şiirde resimde olduğunuz kadar rahat olamadığınız bir alan sinema, çünkü bir kitleye gösterilmek için tasarımlanıyor. Bir ortalama bulmanız gerekiyor, ortalama da hedef kitlenizin ortalaması. Amerika'da oturup, çok büyük patronlar çok büyük paralarla bütün dünyayı hedef alıyorlar. Bütün dünya orta sınıfını. Bunun sonucunda yapılan filmler çoğunluk birbirine çok benzer, benzer formüllerden yola çıkan fazla şaşaalı, çok fazla para harcandığını gösteren filmler oluyor. Sonra hâlâ komünist olan bir İngiliz, Ken Loach çıkıp bir film yapıyor. Tiyatro gibi, sinemada da yoksulluğun getirdiklerini, yoksulluğun avantajlarını artık düşünmek gerekiyor gibi geliyor bana. Ken Loach'un filminde yoksulluğun erdemini görüyorum. Ken Loach da mutlaka para bulmuş, oradan buradan almış ama paçayı da çok kaptırmamış. Mesela o içsavaş sahnelerini binlerce şekilde çekmek mümkün. Ama o sadece çok saf bir sinema diline yaslanmış, tenezzülsüzü bu anlamda kullanıyorum. Fassbinder'in sinemasını da burada hatırlatmakta yarar var. Çoğu filmi, kısa sürede çekilmiş, ucuza çıkmış, fakat kalıcı filmler olmuş. Çünkü Fassbinder'in bir derdi var. Kamerayı koyduğu yerin karşılığı var. Oyuncusu ile kurduğu ilişkinin karşılığı var. Siz sinemanın kabesi diyorsunuz Amerika için, ben de bunu paylaşmakla birlikte yoksul ve soylu bir sinemanın da mümkün olduğuna inanıyorum.

Şöyle dile getireyim. Amerikan sineması çok görkemli filmler de yapıyor ama bunun yanı sıra en duygusal, en içten, en fakir filmleri de yapıyor. Steven Spielberg, Colour Purple'ı da yapıyor Schindler'in Listesi'ni de. İkincisi çok maliyetli bir film ama bizi aynı nispette içten kavrayan, titreten bir film. Ken Loach biraz unutulmuş bir savaşa girmiş, kim takar yani. Konsantrasyon kampları, İkinci Dünya Savaşı hâlâ gündemde. Öbürü oturmuş hatırlanması istenmeyen bir savaşı ele almış. Geçen gün alabildiğine zengin olmak isteyen, kendini komünist, parti komünisti zanneden bir zavallı, filmi müthiş eleştirdi. Düşünebiliyor musunuz? Hâlâ Stalinci diye biri olabilir mi?

Hâlâ var onlar.

Müzelik. Antropoloji müzesinde bile olamayacak bir şey. Biliyorsunuz bizim memleketin en uç komünistleri bile İspanya İçsavaşı'na gitmediler.

Birkaç kişi var.

Türkiye'nin önde gelen komünistleri gitmediler, Adem-i Müdahale Komitesi varmış. Düşünebiliyor musun, sen komünist olacaksın, Adem-i Müdahale Komitesi var ben gitmem diyeceksin.

Peki, kendi filmlerinizi seyrediyor musunuz?

Çok ender.

Ben yakın zamanda Kuyu filmini seyrettim. Aynı şekilde etkilendim.

Yarım yamalak o film, onu söyleyeyim. Tam senaryoyu çekemedim. Operatörü kaçtı filmin. Benim yeğenimdi. Beni hiç sebepsiz dağların tepesinde bıraktı kaçtı. Filmin artisti kaçtı, Demir Karahan. O gitti yok oldu. Onun sahnelerinde dublör oynattım. Veli Atbaşlı diye bir montör çocuk vardı. O oynadı. Çekebildiğim kadarını arkadan çektim.

Aynı dönemden Ölmeyen Aşkı hatırlıyorum.

O film de yarım yamalak kaldı. O filmi de tam yapamadım. Wuthering Heights, Emily Bronte'nin yazdığı. Bronte Kardeşler'in hayatını çekmek isterdim ben. Müthiş bir film olurdu. Hâlâ da Wuthering Heights'ı çekmek isterim. Müthiş bir roman. Yıllarca Türkiye'deki resmi parti komiserleri 'canım işte bu veremli kızların okuduğu bir romandır,' dediler. Sonra Andre Breton'un 'yeni gerçekçilerin el kitabı olduğunu' söylediğini okudum. Hatta Charles Dickens'in Bronte'lerin etkisinde kaldığı da söylenir. Scott Fitzgerald'de Great Gatsby'de mutlaka büyük etkisinde kalmış.

Ben mesela Chabrol'ün Madam Bovary'sinde büyük düş kırıklığına uğradım. Isabel Huppert oynuyor. Onu da çok severim ama çıkan film çok tatsız.

Ne kadar memnun oldum sizden bunu duyduğuma, ben bunu söyleyemedim. Benim projelerimden bir tanesi de, iç içe olarak Madam Bovary ile Anna Karenin'i yapmak. Hem de şunu söyleyerek: Madam Bovary, Anna Karenin'den önce yazılmıştı. Tolstoy'un Madam Bovary'i okumamasına imkan yok.

Bir de aralarına keşke Thérése Raquin girseydi.

Çok yaşayın hatırlattığınız için. Ben evlilik dışı cinsel ilişki veyahut evlilik dışı aşk diye bir şey yaptım. Birincisi Madam Bovary, sonra Anna Karenin, sonra Thérése Raquin. Şimdi Amerika'da Nathaniel Hawthorne'un Scarlet Letter'ını düşünüyorum. Bir de Theodore Dresier'in Sister Carrey'i var.

Yakup Kadri'nin Nur Babası'nda, Ahmet Hamdi'de var olan ama sizin döneminizde çok daha kurak çok daha üniformalı bir aşk, tutku tanımı görüyorum ben. O dönem edebiyatında, sinemasında da tam steril olmuş, formüle edilmiş bir tanım var. Siz o dönemde bir aşk, bir tutku tanımı yaptınız. Siz çok tepkiyle karşılaştınız mı?

Tabii. Hemen şunu söyleyeyim. Şöyle tarif ediyor Katherine'i Emily Bronte, 'Ondört yaşında, sarışın' diyor. Nilüfer de on dört yaşında, sarışındı. Ben böyle hatıra anlatmayı sevmem. Mesela filmde şöyle bir şey vardı, adam kadını öldüğü için dövüyor. Ben de çekimde dövdürmeye başladım. O sırada operatör kesti geldi. 'Metin bey, çekemeyeceğim ' dedi. 'Beni affet ' dedi. 'Ölüyü, dövdüremem ben. ' Neyse, Ertem kesti bu bölümleri. 'Çok dayak attın ' dedi. Daha çekimde tepki almaya başladım.

Oscar Wilde'ın bir lafı geldi aklıma. 'Sanatı sevmenin iki yolu var', diyor 'Birisi sevmemek, birisi mantıkla sevmek.' Ben buna çok inanıyorum. Mantıkla sevmek sanata yönelik bir şey gibi gelmiyor bana. Siz aykırılığınızda inat ettiniz, kendinize ait bir şeyden o andaki genelgeçer atmosfere uymuyor diye vazgeçmediniz. Bence hep aykırılığında inat eden insanlar kalıcı oluyor.

Ben buna bir şey ekleyeyim. Oscar Wilde dediniz. Neyi yapmak istiyorum biliyor musunuz? Reading Zindanı Baladı'nı. Ne büyük aşk filmi olur. Asılarak öldürülen bir aşık var biliyorsunuz.

Evet. Bir aşk filmi çeksenize; böyle bir aşk filmi.

Bu konuda zaman zaman, içim içimi yiyor.

Evet, dünyayı, bütün o iktidar ilişkilerini en iyi anlatan şey aşk.

Aşk tabii canım. Aşktan ölümden başka bir şey kalmadı. Bana demin 'nasıl tahammül ediyorsunuz sinemadan uzak kalmaya' diye sormuştunuz. Galiba şöyle uzak durabiliyorum. Madam Bovary'i çekerken nasıl çekerim diyorum. Uzun uzun düşünüyorum günlerce. Great Gatsby'i okuyorum. Nasıl çekerim, diyorum. Hatta kendi çektiğim filmleri, tabii Sevmek Zamanı'nı nasıl çekerim diyorum, çeksem. Böyle talimler yapıyorum.

Sevmek Zamanı'nı başka şekilde çekmeyi düşünmeyin.

Çok yaşayın. Mesela bir Türk romanını alayım diyorum. Mesela Saffet Nezihi'nin Zavallı Necdet'ini. Müthiş bir aşk romanı. Şunu bir çekivereyim diyorum. Mesela çok söyledim. Robenson'un ikinci bölümünü çekmek isterdim, birinciyi değil. Çünkü Robenson iki bölümdür. Adadan subaylar gider, asıl Robenson ondan sonra başlar. Onu çekmek isterim.

Ben sizin tarihçiliğinizi kıskanıyorum, sinemacılığınız adına kıskanıyorum Sizi bu araştırmacılık, tarihçilik o kadar doyuruyor ki, sinemayı uzak bir yerde tutabiliyorsunuz.

Çok yaşayın, ne güzel bir yargı bu.

Ama bu yargı beni çok üzüyor açıkçası. Tarihçiliğinize sonsuz saygım var ama sinemacılığınızdan yediği taktirde, ben onu kıskanırım.

Herhalde günün birinde bir aşk filmi çekeceğiz, öyle görünüyor... (YT/YY)



No comments:

Post a Comment