"En
sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen,
oynayan,
yapımcı ve seyirci de olabilirim. Yani tek
başıma
da izlemek zorunda kalabilirim filmlerimi..."
“Resimleri
Gımıldatan” Yönetmen: Ahmet Uluçay
‘İstemediğiniz
ne kadar çocuk varsa taşrada yaşamaktadır.’ (1)
İşte
Ahmet Uluçay da bu çocuklardan biriydi ve
birgün köye gelen bir adam, köy
okulunun bütün çocuklarını bir odaya doldurur. Işıkları kapattırır ve az önce
bembeyaz olan cansız duvarda bambaşka bir hayatı canlandırır. Duvardaki bir
dörtgende insanlar sağa sola koşuşturur, birbirleriyle konuşur, bağırır
çağırır, kavga ederler. Işıklar yandığında bitmiştir bu hayat; duvar eskisi
gibi beyaz ve cansızdır ama henüz üçüncü sınıftaki küçük Ahmet’in dünyasında
anlatımı olanaksız etkilerde bulunur bu cansız
duvarda canlandırılanlar. Köy okulunun duvarında canlanan şey, geriye
yepyeni bir şeyler bırakmıştır.
Resimleri
çok seven, resim çizen, hatta zaman zaman gördüğü resimleri zihninde hareket
ettiren küçük Ahmet, gerçekten de bir biçimiyle resimlerin hareket
ettirildiğini görünce ‘dünyası altüst olur’.
Kütahya’nın
Tepecik Köyü’nde doğdu Ahmet Uluçay, ancak ilkokulu bitirebildi. Onun öyküsü
çocukluğunda köye gelen Gezici Bir Sinemayla başladı.
Uluçay’ın
içinde tarifi zor bir merak vardı;
“Kımıldayan
her şeye tecessüsle bakan bir zihin; kımıldamayanın içindeki kımıldayanı da
arayan bir merak…”(2)
Hiç
film görmemişti hayatında ama resmi hep çok sevdi, “bi’ de gımıldayıverseler,”
diyordu, “şu resimler…”
“Benim
büyük düşlerimden birisiydi. Bir gün bi’ baktım okula bir sinema geldi,
resimler gımıldayıp duru vallahi, napçez?” (Ahmet Uluçay)
Ve
gün geldi gımıldattı o resimleri…
Köydeki
Zorluklar Ve İsmail İle Yapılan Çılgınlıklar
“Ya
biz İsmail’le sinema makinası yapıyorduk. Göstericiler yapıyorduk,
göstericiler… Film göstericileri…”
Bu
serüvene en yakın arkadaşı İsmail’le başladı. En büyük düşleri film yapmaktı.
Bunun için bir film makinesine ihtiyaçları vardı. Buldukları birkaç tahta
parçasıyla işe koyuldular ve tahtadan bir film makinesi yaptılar… Kasabadan
topladıkları kopuk filmlerle daha önce hayatlarında hiç film görmemiş köylüleri
sinemayla buluşturdular.
“Bizim
çok alıştığımız bir zihin yapısı değil onunki; korkusuz bir zihin… Mesela; köy
sahnelerini maketlerle çekiyor. Niye
maketlerle çekiyor? Kurguyu öyle yapmak isteyebilir, ama bunun bir sebebi de
kamerasının elektrikle çalışması, elektrik
kablosu ne kadar uzayabilirse ancak o kadar uzaklaşabilmesi mümkün
köyden. Onun için köyün dışına çıkıp köyü çekmesinin imkânı yok. Ancak köyün
maketini yaparak kuş bakışı görüntüsünü alabiliyor. İnci Deniz Dibinde
filmindeki o duman sahnelerini nasıl yaptığını sorduğumda, ‘ Bir jelatin kağıdı
içine dört beş arkadaş birden sigara içip üfledik, kamerayı da yan tuttuk.’
dedi. Mumları hareket ettirmesi de ilginçtir: Mumların dizili olduğu tablaya
kamerayı da bağlıyor ve ikisini birlikte hareket ettirince mumlar sabitmiş de
alevleri hareket ediyormuş gibi görünüyor.
Ahmet hakikaten sanatçı olarak doğmuş. Çünkü hem resim yapmış hem roman
yazmış hem şiir yazmış. Ama asıl mahareti yönetmenlik; bir yönetmenlik
kumaşıyla gelmiş. Kurgu nasıl yapılır, bir filmde geçişler nasıl sağlanır,
bütün bunları oturduğu yerden, köyünden bir şekilde keşfetmiş. Bu işin okulunda
okuyan insanlar büyük ihtimalle bunları fark etmeden okuldan mezun oluyor.” (3)
Aynı
Zamanda O Bir Şairdi, Edebiyatçıydı
“Kendimi
anlatıyorum, içinizde ben de varım, benim de anlatacak bir hikayem var”
diyorum. “Şimdi beni dinleyin!” gibi bir duygu, “Şimdi söz bende!”, “Şimdi ben
kendimi anlatıyorum!” demek gibi, sinema.
“Orada
bir sinema var uzakta,
O
sinema bizim sinemamızdır,
Duymasak
da, tınmasak da.’
Yalnızca
sinema değil, edebiyatla da yakın ilişkileri oldu hep. Bir ara sürekli olmasa
da Radikal Gazetesi ve Antrakt Sinema Dergisi’ne sinema yazıları yazdı. Öyküler
ve şiirlerle dolu bir yaşamdı onunki.
“Dostoyevski,
onun yeri doldurulmaz ki. Dostoyevski’nin yeri ebediyen boş kalacaktır”
“Ne
çok şeyler biliyormuşum ben meğeeeer! ‘Buna azıcık yüz verdik de tepemize
çıktı’ filan olmayayım sakın…”
“Ben
sinemaya hâlâ bir çocuk gibi bakıyorum. Hareket eden resimler beni şaşırtıyor.
Daha çiğ bir gözle bakıyorum sinemaya, hep öyle bakıyorum.”
“Sait
Faik’in var ya öyle bir sözü: ‘Yazmazsam çıldıracaktım!’ Öyle miydi? Öyle bir
şey vardı. Film çekmesem, delirecektim.’
“Sağlığım
el verdiği sürece sinemadan asla dönmeyeceğim.”
“‘Felek
bütün esbab-ı cefasını toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yolunda bir
azimetten.’ diyor, ben de bu yoldan dönersem kahpeyim!”
“Uzun
kışlar, o köyler, geceler boyu mistik ve
fantastik bir sinema olan, duvarlarında gölgelerin oynaştığı o köyler yok. Her
akşam penceremin önünden geçip esrarlı yolculuklara çıkan nine, yüreğimin
derinliklerindeki stüdyolarda kaldı. Mumlar söndü, kandiller söndü,
projeksiyonlar söndü. Yabancı ışıkların aydınlattığı dünyada eşyanın katı
yüzüyle yaşamak zor. Karanlık odama başka ışık yakmasınlar. Optik düşler
dokuyorum. Filmleri yakmasınlar.”
“Bir
kulaçlık peliküldü tek oyuncağım. Kendi resimlerimi koyardım onun üzerine.
Sinemalarım vardı kimselerin sahip olmadığı.”
Yiğitler
sağlam ayaklar getirecek bana. Haritada bir yolun peşine düşüp çekip gideceğim,
çekip gideceğim, çekip gideceğim… Şimdilik ağrılar uyusun, sancılar uyusun,
söğütler uyusun suda.
O
düşler ülkesinin ‘Şövalye Ruhlu Çocuğu’ydu.
“Bu
film,
Kim bilir
hangi düş ülkelerinden
Yüreğinde
hemşehrilikler bulunduğuna
İnandığımız
Sinemanın
şövalye ruhlu çocuklarına
Yazılmış
bir mektuptur…”
Ahmet
Uluçay / Optik Düşler
Hakikati
Arayan Bir Dervişti Aynı Zamanda
“Görüntü,
bizim gözlerimizle bakmamıza izin verilen, hakikatten bir izlenimdir.” (4)
Uluçay’ın
sadece bir “köylü sinemacı” olarak tanımlanması elbette onun yaptığı sinemayı
küçültmek anlamına gelecektir. Sinemanın gerçeklikle kurduğu ilişkiyi ters yüz
eden Uluçay, yerel unsurlardan “doğal” biçimde beslendiği filmleriyle
“sinemanın ontolojik temelleri” üzerine düşünen evrensel ürünler ortaya
koymuştur. Hayal ile gerçeği ustaca iç içe geçirdiği Karpuz Kabuğundan Gemiler
Yapmak’ta, köyün orta yerinde sinema yapma ya da Uluçayca söylersek; “filmleri
gımıldatma” sevdasına düşmüş iki köylü gencin tüm çabalarının yakıldığı bir
ekmek fırınını bir cadılar ve büyücüler mekânı gibi tasvir eder Uluçay. Deli
karakterinin saniyede 24 kere kırpıştırdığı gözlerinden, saniyede 24 kare akan
hayatı izlettirir bize. Çöpe giden filmlerin kapıya takıldığı ve kendi kendine
“gımıldama”ya başladığı filmde, hayat biraz sinema olur. Film, hayat ve düşler
arasında katmanlaşan gerçeklik, ışık ve gölgenin yardımıyla temsili düzeyde bir
anlam kazanır.
“Ben
karanlığa yazılmış bir mektup olarak görüyorum filmlerimi. Yani birilerinin
yüreğinde yansısını bulur. Bence bütün semeresi de budur sanat yapmanın; o
emeği, o çileyi çekmenin.”
“Yani
kendisiyle kendisini anlatıyorum sinemanın.”
“Ahmet
Ağabey, samimi, içindeki heyecanı karşı tarafa hemen hissettiren, ince ve derin
kavrayışıyla şaşırtan ve yaşadığı hayatın ‘özne’si olabilen biriydi. Etrafıyla,
insanlarla, tabiatla tıpkı çocuklar gibi dolaysız ilişki kurabilen bir yeteneğe
sahipti.” (5)
“Bir
sokak vardı bizim köyümüzde. Geceleri asla oradan geçemezdi kimse. Düşünsenize,
böyle bir dünya… İnsanlar görünmeyen bir şeye inanıyorlar. Ama artık insanlar
inanmıyor. Cin de olsa, Allah da olsa, melek de olsa, eskiden insanların
inandıkları bir şeyler vardı. Şimdi böyle bir dünya gitti, kayboldu. İnsan
bunun özlemini çekmez mi? Ben çekiyorum. Gaybe, görünmeyene inanmak. Necip
Fazıl’ın bir sözü vardı: ‘Bir kumarbaz, bir marangozdan daha fazla Allah’a
inanır. Çünkü o görünmeyene güvenmiştir.’ Görünmeyen, görünenden çok daha ilgi
çekici, ya da bana öyle geliyor…”
Neredeyse
tüm filmlerinde saat kullanan Uluçay,
zamana, vakte, insan doğasının zamansal ritmine katı bir dokunuş yapar.
Eriyen mumlar çalışan saatlerin ve çarkların üzerine akar. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “…saatin kendisi mekân, yürüyüşü
zaman, ayarı insandır.” der. Benzer şekilde Uluçay da insanın ontolojik
zamanına ve yaşamsal ritmine yaptığı gönderme ile yaşanmışlığı saat imgesi
üzerinde somutlaştırır.
Exorcise
filmi, imamın bir kadına Kur’an okuma sahnesiyle açılır. Okunan ayetlerden
anlaşılmasa da gösterilen imgeler bunun bir cin çıkarma işlemi olduğunu
anlatır. Yaklaşık beş dakika uzunluğundaki film, kadının yüzüne vuran Arapça
harflerin yansıması, kapıların açılıp kapanması, anahtarların sallanması,
tütsüler, dumanlar, harabeler, muskalar, kırılan yumurtalar, yürüyen
ayakkabılar, “hu!” sesleri ve ateşte yanan elbiselerle bir durumu tasvir
ederken karamsarlık içermez. Bilinmez bir âlemi fıtri bir dille aktarır. Uluçay
filmlerindeki fantastik dünya hiçbir maksatla insani olanın sınırlarını
zorlamaz.
O
“İntihar Eder Gibi” Sinema Yapıyordu Ama;
Ona
“Deli” Dediler, İnanmadılar
Ve Babası Sinemadan Sonra Onunla Hiç Konuşmadı
Sevdiği
kıza bile sinemayla kanıtlayacaktı kendini…
“Çılgınım
ben, yaparım… Bir tek kişiye bile
kendimi kanıtlamak için sinema yaparım, değer… Değmez mi?”
Eline
geçirdiği eski püskü bir kamerayla başladı bu yolculuğa ve o zaman fark etti,
dönüşü olmayan bir yola girdiğini. Öyle bir yoldu ki bu; hayatına mal olsa da
dönmeyecekti artık…
Koltuğunun
altında senaryolarıyla İstanbul’da yıllarca kapı kapı dolaştı…
“İstanbul’da
yıllarca ama yıllarca kapı kapı kapı dolaştım…
Yahu,
beyefendi, şunu birazcık okuyun ya, birazcık okuyun!
Bak
bunu üç sayfa okudunuz mu bunu bırakamayacaksınız elinizden…
Ya,
şöyle bi’ dokunun bari, bakın, bunun kumaş başka kumaş…
Yok,
kimselere okutamadım…”
Bütün
kapılar yüzüne kapandı, aradığını bulamadan omuzları çökük, boynu bükük köyüne döndü…
“Derdinin
olması lazım, derdi olmayan sinema yapamaz.”
Bir
ömrü bu uğurda seve seve harcayacaktı…
Küçük
harflerle büyük sözler ediyor Uluçay: “Lumiere kardeşler biraz geç kalsaydı,
sinema bu köyde, burada icat edilecekti.” diyor.
“Bir
fikir, bir çekiç, bir testere yeter…”
Yıllarca
yüreğindeki aşkın peşinden koştu. Bu oldu bütün derdi. Ancak bunun da bir
bedeli vardı. Sinemacı olmak, boş işler peşinde koşmaktı. Aklı başında bir
insanın yapacağı bir şey değildi.
“Önceleri,
‘deli’ dediler. Sinemayı sen mi yaptın? Sana mı kaldı bunu yapmak?”
Çevresindeki
herkes, hatta en yakınındakiler bile ona tepki gösterdi. Sırf bu yüzden, sinema
yaptığı için babası “Beyoğlu Berduşu” dediği oğluna dargın öldü…
“Hayatının
sonuna kadar bi’ daha görüşmedi benimle. Bir kere bile konuşmadı…”
Ama
ne olursa olsun o yılmadan, inançla, inatla, hırsla tutkusunun peşinden koştu. Sinemayı düşünmek,
nefes almak gibiydi onun için.
“Seyrettiğim
filmleri sürekli yeniden kafamda çekerdim. Kamera nerede, ışık nerede,
oyuncular nerede? Onların hepsini böyle kafamda yerine koyar, tekrar onu
yeniden sahneye koyardım. Ve ben bunu hep yaptım, aralıksız yaptım, devamlı
bunu yaptım, yalnızca bunu yaptım…”
Filmlerinin
Tamamı Ödüllüydü
Ama
Kimse Ona İnanmadı
“Ben
ilk filme motor dediğimde, benim ekibim bana inanmıyordu. Arkadaşlara, ‘Bak,
güzel bir film yapacağız ve bu dünyanın her tarafında kapış kapış kapışılacak.’
diyordum. Ve dünyanın bütün festivalleri kapıştılar bu filmi.”
Küçücük
bir köyde yaşayan bu koca yürekli adam, gün geldi dünya çapında tanınan bir
yönetmen oldu. Hem yurt içinde hem yurt dışında onlarca ödül aldı. Ona da
ödüller verildi, o hiçbir şeyi bahane etmedi. Söylenecek bir sözü, anlatacak
bir hikayesi vardı.
“Ben
önce şaka yapılıyor zannediyordum. ‘Bana da mı ödül verirler?’ diyordum ama
bana da ödül verirler. Ben iyi şeyler yapıyordum, iyi şeyler yaptığımın
farkındayım.’
İşte
bu adam 11 kısa, 1 uzun metrajlı filme imzasını atarak düşünü gerçeğe
dönüştürebildi. İlk kısa filminin adı: Optik Düşler’di. Senaristliğini ve
yönetmenliğini yaptığı filmler ulusal ve uluslararası festivallerde gösterildi.
Tamamı ödüllü olan kısa filmleri: Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak, Bizim
Köyün Orta Yeri Sinema, Minyatür Kosmosta Rüya, Epilektik Film, İnci Deniz
Dibinde, Uzun Metrajın Resmi, Eksorsis.
“Benim
için onlar muhteşem filmler. Uzun metrajımdan çok daha güzel, çok daha saygı
gösterdiğim filmler.”
Tavukçuluk,
Kamyonculuk Yaptı,
Allah
Yardım Etti İkisinde de İflas Etti
Mecburen
Yine Sinema Yaptı!
Tavukçuluk,
kamyonculuk ve inşaat üzerine işler yaptı… Ancak hepsi iflasla sonuçlandı…
“Yıllarca
kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her
ikisinde de iflas ettim. Ondan sonra kooperatiften yem fabrikasına işçi olarak
girdim. Sekiz yıl da orada çalıştım.’
Bu
iflaslar onun çocukluğundan bu yana hayalini kurduğu yönetmenliğe başlamasını
hızlandırdı.
“İflas
etmeseydim, sinemacı olamayacaktım. Sarılacak umudum yoktu. Yapmalıydım. Bundan
başka hiçbir şeye aklım ermiyordu.”
Artık
kendi deyimiyle; en sevdiği ve tek becerebildiği işi yapıyordu: Sinema!
“Ben
her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu
beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.”
Geçen
yıllar Uluçay’ı sinemaya daha yakınlaştırırken İsmail’in isteğini, hevesini
giderek azalttı. Bu noktadan sonra Ahmet artık yalnızdı. Ve yola yalnız devam
edecekti. Yüreğindeki yangın gün geçtikçe büyüdü büyüdü büyüdü.
“Bunca
yıl sonra bile o heyecanı kaybetmedim. Zaten heyecanımı kaybetmiş olsam sinema
yapamam ki!”
O
uzun metrajın resmini yaptı ve böylelikle karpuz kabuğundan da gemiler
yapılabileceğini herkese gösterdi.
Kaynakça:
(1)-
Murat Uyurkulak / Yönetmen Sineması – Küre Yayınları
(2)-
Salih Pulcu / Yönetmen Sineması – Küre Yayınları
(3)-
Salih Pulcu / Anlayış Dergisi – Eylül 2005 / (s. 32-36)
(4)-
Andrey Tarkovski
(5)-
Murat Pay
Bülent
Özdaman
No comments:
Post a Comment