Tuesday 24 March 2015

"Karpuz kabuğundan gemi değil, ‘Titanic’ bile yaparsın. Para değil, yürek meselesi…" Ahmet ULUÇAY (1954-2009)


"En sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen,
oynayan, yapımcı ve seyirci de olabilirim. Yani tek
başıma da izlemek zorunda kalabilirim filmlerimi..."



“Resimleri Gımıldatan” Yönetmen: Ahmet Uluçay

‘İstemediğiniz ne kadar çocuk varsa taşrada yaşamaktadır.’ (1)

İşte Ahmet Uluçay da bu çocuklardan biriydi ve  birgün  köye gelen bir adam, köy okulunun bütün çocuklarını bir odaya doldurur. Işıkları kapattırır ve az önce bembeyaz olan cansız duvarda bambaşka bir hayatı canlandırır. Duvardaki bir dörtgende insanlar sağa sola koşuşturur, birbirleriyle konuşur, bağırır çağırır, kavga ederler. Işıklar yandığında bitmiştir bu hayat; duvar eskisi gibi beyaz ve cansızdır ama henüz üçüncü sınıftaki küçük Ahmet’in dünyasında anlatımı olanaksız etkilerde bulunur bu cansız  duvarda canlandırılanlar. Köy okulunun duvarında canlanan şey, geriye yepyeni bir şeyler bırakmıştır.
Resimleri çok seven, resim çizen, hatta zaman zaman gördüğü resimleri zihninde hareket ettiren küçük Ahmet, gerçekten de bir biçimiyle resimlerin hareket ettirildiğini görünce ‘dünyası altüst olur’.

Kütahya’nın Tepecik Köyü’nde doğdu Ahmet Uluçay, ancak ilkokulu bitirebildi. Onun öyküsü çocukluğunda köye gelen Gezici Bir Sinemayla başladı.
Uluçay’ın içinde tarifi zor bir merak vardı;

“Kımıldayan her şeye tecessüsle bakan bir zihin; kımıldamayanın içindeki kımıldayanı da arayan bir merak…”(2)

Hiç film görmemişti hayatında ama resmi hep çok sevdi, “bi’ de gımıldayıverseler,” diyordu, “şu resimler…”

“Benim büyük düşlerimden birisiydi. Bir gün bi’ baktım okula bir sinema geldi, resimler gımıldayıp duru vallahi, napçez?” (Ahmet Uluçay)

Ve gün geldi gımıldattı o resimleri…

Köydeki Zorluklar Ve İsmail İle Yapılan Çılgınlıklar
“Ya biz İsmail’le sinema makinası yapıyorduk. Göstericiler yapıyorduk, göstericiler… Film göstericileri…”

Bu serüvene en yakın arkadaşı İsmail’le başladı. En büyük düşleri film yapmaktı. Bunun için bir film makinesine ihtiyaçları vardı. Buldukları birkaç tahta parçasıyla işe koyuldular ve tahtadan bir film makinesi yaptılar… Kasabadan topladıkları kopuk filmlerle daha önce hayatlarında hiç film görmemiş köylüleri sinemayla buluşturdular.

“Bizim çok alıştığımız bir zihin yapısı değil onunki; korkusuz bir zihin… Mesela; köy sahnelerini  maketlerle çekiyor. Niye maketlerle çekiyor? Kurguyu öyle yapmak isteyebilir, ama bunun bir sebebi de kamerasının elektrikle çalışması, elektrik  kablosu ne kadar uzayabilirse ancak o kadar uzaklaşabilmesi mümkün köyden. Onun için köyün dışına çıkıp köyü çekmesinin imkânı yok. Ancak köyün maketini yaparak kuş bakışı görüntüsünü alabiliyor. İnci Deniz Dibinde filmindeki o duman sahnelerini nasıl yaptığını sorduğumda, ‘ Bir jelatin kağıdı içine dört beş arkadaş birden sigara içip üfledik, kamerayı da yan tuttuk.’ dedi. Mumları hareket ettirmesi de ilginçtir: Mumların dizili olduğu tablaya kamerayı da bağlıyor ve ikisini birlikte hareket ettirince mumlar sabitmiş de alevleri hareket ediyormuş gibi görünüyor.  Ahmet hakikaten sanatçı olarak doğmuş. Çünkü hem resim yapmış hem roman yazmış hem şiir yazmış. Ama asıl mahareti yönetmenlik; bir yönetmenlik kumaşıyla gelmiş. Kurgu nasıl yapılır, bir filmde geçişler nasıl sağlanır, bütün bunları oturduğu yerden, köyünden bir şekilde keşfetmiş. Bu işin okulunda okuyan insanlar büyük ihtimalle bunları fark etmeden okuldan mezun oluyor.” (3)

Aynı Zamanda O Bir Şairdi, Edebiyatçıydı

“Kendimi anlatıyorum, içinizde ben de varım, benim de anlatacak bir hikayem var” diyorum. “Şimdi beni dinleyin!” gibi bir duygu, “Şimdi söz bende!”, “Şimdi ben kendimi anlatıyorum!” demek gibi, sinema.
“Orada bir sinema var uzakta,
O sinema bizim sinemamızdır,
Duymasak da, tınmasak da.’

Yalnızca sinema değil, edebiyatla da yakın ilişkileri oldu hep. Bir ara sürekli olmasa da Radikal Gazetesi ve Antrakt Sinema Dergisi’ne sinema yazıları yazdı. Öyküler ve şiirlerle dolu bir yaşamdı onunki.

“Dostoyevski, onun yeri doldurulmaz ki. Dostoyevski’nin yeri ebediyen boş kalacaktır”
“Ne çok şeyler biliyormuşum ben meğeeeer! ‘Buna azıcık yüz verdik de tepemize çıktı’ filan olmayayım sakın…”
“Ben sinemaya hâlâ bir çocuk gibi bakıyorum. Hareket eden resimler beni şaşırtıyor. Daha çiğ bir gözle bakıyorum sinemaya, hep öyle bakıyorum.”
“Sait Faik’in var ya öyle bir sözü: ‘Yazmazsam çıldıracaktım!’ Öyle miydi? Öyle bir şey vardı. Film çekmesem, delirecektim.’
“Sağlığım el verdiği sürece sinemadan asla dönmeyeceğim.”
“‘Felek bütün esbab-ı cefasını toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.’ diyor, ben de bu yoldan dönersem kahpeyim!”
“Uzun kışlar,  o köyler, geceler boyu mistik ve fantastik bir sinema olan, duvarlarında gölgelerin oynaştığı o köyler yok. Her akşam penceremin önünden geçip esrarlı yolculuklara çıkan nine, yüreğimin derinliklerindeki stüdyolarda kaldı. Mumlar söndü, kandiller söndü, projeksiyonlar söndü. Yabancı ışıkların aydınlattığı dünyada eşyanın katı yüzüyle yaşamak zor. Karanlık odama başka ışık yakmasınlar. Optik düşler dokuyorum. Filmleri yakmasınlar.”
“Bir kulaçlık peliküldü tek oyuncağım. Kendi resimlerimi koyardım onun üzerine. Sinemalarım vardı kimselerin sahip olmadığı.”
Yiğitler sağlam ayaklar getirecek bana. Haritada bir yolun peşine düşüp çekip gideceğim, çekip gideceğim, çekip gideceğim… Şimdilik ağrılar uyusun, sancılar uyusun, söğütler uyusun suda.

O düşler ülkesinin ‘Şövalye Ruhlu Çocuğu’ydu.


“Bu film,
Kim bilir hangi düş ülkelerinden
Yüreğinde hemşehrilikler bulunduğuna
İnandığımız
Sinemanın şövalye ruhlu çocuklarına
Yazılmış bir mektuptur…”
Ahmet Uluçay / Optik Düşler

Hakikati Arayan Bir Dervişti Aynı Zamanda

“Görüntü, bizim gözlerimizle bakmamıza izin verilen, hakikatten bir izlenimdir.” (4)

Uluçay’ın sadece bir “köylü sinemacı” olarak tanımlanması elbette onun yaptığı sinemayı küçültmek anlamına gelecektir. Sinemanın gerçeklikle kurduğu ilişkiyi ters yüz eden Uluçay, yerel unsurlardan “doğal” biçimde beslendiği filmleriyle “sinemanın ontolojik temelleri” üzerine düşünen evrensel ürünler ortaya koymuştur. Hayal ile gerçeği ustaca iç içe geçirdiği Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ta, köyün orta yerinde sinema yapma ya da Uluçayca söylersek; “filmleri gımıldatma” sevdasına düşmüş iki köylü gencin tüm çabalarının yakıldığı bir ekmek fırınını bir cadılar ve büyücüler mekânı gibi tasvir eder Uluçay. Deli karakterinin saniyede 24 kere kırpıştırdığı gözlerinden, saniyede 24 kare akan hayatı izlettirir bize. Çöpe giden filmlerin kapıya takıldığı ve kendi kendine “gımıldama”ya başladığı filmde, hayat biraz sinema olur. Film, hayat ve düşler arasında katmanlaşan gerçeklik, ışık ve gölgenin yardımıyla temsili düzeyde bir anlam kazanır.

“Ben karanlığa yazılmış bir mektup olarak görüyorum filmlerimi. Yani birilerinin yüreğinde yansısını bulur. Bence bütün semeresi de budur sanat yapmanın; o emeği, o çileyi çekmenin.”

“Yani kendisiyle kendisini anlatıyorum sinemanın.”

“Ahmet Ağabey, samimi, içindeki heyecanı karşı tarafa hemen hissettiren, ince ve derin kavrayışıyla şaşırtan ve yaşadığı hayatın ‘özne’si olabilen biriydi. Etrafıyla, insanlarla, tabiatla tıpkı çocuklar gibi dolaysız ilişki kurabilen bir yeteneğe sahipti.” (5)

“Bir sokak vardı bizim köyümüzde. Geceleri asla oradan geçemezdi kimse. Düşünsenize, böyle bir dünya… İnsanlar görünmeyen bir şeye inanıyorlar. Ama artık insanlar inanmıyor. Cin de olsa, Allah da olsa, melek de olsa, eskiden insanların inandıkları bir şeyler vardı. Şimdi böyle bir dünya gitti, kayboldu. İnsan bunun özlemini çekmez mi? Ben çekiyorum. Gaybe, görünmeyene inanmak. Necip Fazıl’ın bir sözü vardı: ‘Bir kumarbaz, bir marangozdan daha fazla Allah’a inanır. Çünkü o görünmeyene güvenmiştir.’ Görünmeyen, görünenden çok daha ilgi çekici, ya da bana öyle geliyor…”

Neredeyse tüm filmlerinde saat kullanan Uluçay,  zamana, vakte, insan doğasının zamansal ritmine katı bir dokunuş yapar. Eriyen mumlar çalışan saatlerin ve çarkların üzerine akar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “…saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.” der. Benzer şekilde Uluçay da insanın ontolojik zamanına ve yaşamsal ritmine yaptığı gönderme ile yaşanmışlığı saat imgesi üzerinde somutlaştırır.
Exorcise filmi, imamın bir kadına Kur’an okuma sahnesiyle açılır. Okunan ayetlerden anlaşılmasa da gösterilen imgeler bunun bir cin çıkarma işlemi olduğunu anlatır. Yaklaşık beş dakika uzunluğundaki film, kadının yüzüne vuran Arapça harflerin yansıması, kapıların açılıp kapanması, anahtarların sallanması, tütsüler, dumanlar, harabeler, muskalar, kırılan yumurtalar, yürüyen ayakkabılar, “hu!” sesleri ve ateşte yanan elbiselerle bir durumu tasvir ederken karamsarlık içermez. Bilinmez bir âlemi fıtri bir dille aktarır. Uluçay filmlerindeki fantastik dünya hiçbir maksatla insani olanın sınırlarını zorlamaz.

O “İntihar Eder Gibi” Sinema Yapıyordu Ama;
Ona “Deli” Dediler, İnanmadılar
Ve  Babası Sinemadan Sonra Onunla Hiç Konuşmadı

Sevdiği kıza bile sinemayla kanıtlayacaktı kendini…

“Çılgınım ben, yaparım… Bir tek  kişiye bile kendimi kanıtlamak için sinema yaparım, değer… Değmez mi?”

Eline geçirdiği eski püskü bir kamerayla başladı bu yolculuğa ve o zaman fark etti, dönüşü olmayan bir yola girdiğini. Öyle bir yoldu ki bu; hayatına mal olsa da dönmeyecekti artık…

Koltuğunun altında senaryolarıyla İstanbul’da yıllarca kapı kapı dolaştı…

“İstanbul’da yıllarca ama yıllarca kapı kapı kapı dolaştım…
Yahu, beyefendi, şunu birazcık okuyun ya, birazcık okuyun!
Bak bunu üç sayfa okudunuz mu bunu bırakamayacaksınız elinizden…
Ya, şöyle bi’ dokunun bari, bakın, bunun kumaş başka kumaş…
Yok, kimselere okutamadım…”

Bütün kapılar yüzüne kapandı, aradığını bulamadan omuzları çökük, boynu bükük köyüne döndü…

“Derdinin olması lazım, derdi olmayan sinema yapamaz.”

Bir ömrü bu uğurda seve seve harcayacaktı…
Küçük harflerle büyük sözler ediyor Uluçay: “Lumiere kardeşler biraz geç kalsaydı, sinema bu köyde, burada icat edilecekti.” diyor.

“Bir fikir, bir çekiç, bir testere yeter…”
Yıllarca yüreğindeki aşkın peşinden koştu. Bu oldu bütün derdi. Ancak bunun da bir bedeli vardı. Sinemacı olmak, boş işler peşinde koşmaktı. Aklı başında bir insanın yapacağı bir şey değildi.

“Önceleri, ‘deli’ dediler. Sinemayı sen mi yaptın? Sana mı kaldı bunu yapmak?”

Çevresindeki herkes, hatta en yakınındakiler bile ona tepki gösterdi. Sırf bu yüzden, sinema yaptığı için babası “Beyoğlu Berduşu” dediği oğluna dargın öldü…
“Hayatının sonuna kadar bi’ daha görüşmedi benimle. Bir kere bile konuşmadı…”

Ama ne olursa olsun o yılmadan, inançla, inatla, hırsla  tutkusunun peşinden koştu. Sinemayı düşünmek, nefes almak gibiydi onun için.
“Seyrettiğim filmleri sürekli yeniden kafamda çekerdim. Kamera nerede, ışık nerede, oyuncular nerede? Onların hepsini böyle kafamda yerine koyar, tekrar onu yeniden sahneye koyardım. Ve ben bunu hep yaptım, aralıksız yaptım, devamlı bunu yaptım, yalnızca bunu yaptım…”

Filmlerinin Tamamı Ödüllüydü
Ama Kimse Ona İnanmadı

“Ben ilk filme motor dediğimde, benim ekibim bana inanmıyordu. Arkadaşlara, ‘Bak, güzel bir film yapacağız ve bu dünyanın her tarafında kapış kapış kapışılacak.’ diyordum. Ve dünyanın bütün festivalleri kapıştılar bu filmi.”
Küçücük bir köyde yaşayan bu koca yürekli adam, gün geldi dünya çapında tanınan bir yönetmen oldu. Hem yurt içinde hem yurt dışında onlarca ödül aldı. Ona da ödüller verildi, o hiçbir şeyi bahane etmedi. Söylenecek bir sözü, anlatacak bir hikayesi vardı.
“Ben önce şaka yapılıyor zannediyordum. ‘Bana da mı ödül verirler?’ diyordum ama bana da ödül verirler. Ben iyi şeyler yapıyordum, iyi şeyler yaptığımın farkındayım.’



İşte bu adam 11 kısa, 1 uzun metrajlı filme imzasını atarak düşünü gerçeğe dönüştürebildi. İlk kısa filminin adı: Optik Düşler’di. Senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı filmler ulusal ve uluslararası festivallerde gösterildi. Tamamı ödüllü olan kısa filmleri: Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak, Bizim Köyün Orta Yeri Sinema, Minyatür Kosmosta Rüya, Epilektik Film, İnci Deniz Dibinde, Uzun Metrajın Resmi, Eksorsis.
“Benim için onlar muhteşem filmler. Uzun metrajımdan çok daha güzel, çok daha saygı gösterdiğim filmler.”

Tavukçuluk, Kamyonculuk Yaptı,
Allah Yardım Etti İkisinde de İflas Etti
Mecburen Yine Sinema Yaptı!
           
Tavukçuluk, kamyonculuk ve inşaat üzerine işler yaptı… Ancak hepsi iflasla sonuçlandı…
“Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim. Ondan sonra kooperatiften yem fabrikasına işçi olarak girdim. Sekiz yıl da orada çalıştım.’
Bu iflaslar onun çocukluğundan bu yana hayalini kurduğu yönetmenliğe başlamasını hızlandırdı.

“İflas etmeseydim, sinemacı olamayacaktım. Sarılacak umudum yoktu. Yapmalıydım. Bundan başka hiçbir şeye aklım ermiyordu.”

Artık kendi deyimiyle; en sevdiği ve tek becerebildiği işi yapıyordu: Sinema!
“Ben her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.”

Geçen yıllar Uluçay’ı sinemaya daha yakınlaştırırken İsmail’in isteğini, hevesini giderek azalttı. Bu noktadan sonra Ahmet artık yalnızdı. Ve yola yalnız devam edecekti. Yüreğindeki yangın gün geçtikçe büyüdü büyüdü büyüdü.

“Bunca yıl sonra bile o heyecanı kaybetmedim. Zaten heyecanımı kaybetmiş olsam sinema yapamam ki!”

O uzun metrajın resmini yaptı ve böylelikle karpuz kabuğundan da gemiler yapılabileceğini herkese gösterdi.

Kaynakça:
(1)- Murat Uyurkulak / Yönetmen Sineması – Küre Yayınları
(2)- Salih Pulcu / Yönetmen Sineması – Küre Yayınları
(3)- Salih Pulcu / Anlayış Dergisi – Eylül 2005 / (s. 32-36)
(4)- Andrey Tarkovski
(5)- Murat Pay

Bülent Özdaman





No comments:

Post a Comment