Tuesday, 24 March 2015

[Ece Helen Tezcan] Bağımsızlığa Bağlılık; Judith ve Christopher


Judith, ‘‘Benimki reform, sen kendi devrimini yap!’’ sloganıyla çıktığım bir yolu temsil ediyor. Evrimin yalnızca kendimize ait olduğunu düşünürsek, -ki şu ana kadar kanaatim bu yönde- iyileştirmeye atıfta bulunmam, tek eylemim olabilir.
”Kim olursanız olun, eğer o ruh sizi de harekete geçirirse, birkaç defne yaprağını tutuşturup bu zayıf ateşe mukayyet olmayı düşünmeksizin, siz de bir roman yazmaya başlayacaksınız. Sürrealizm, bunu yapmanıza olanak verecektir: Tek yapmanız gereken ‘‘adil’’ işaretini taşıyan ibreyi ‘’eylem’’e ayarlamaktır, gerisi kendiliğinden gelecektir.” der, Manifestes Du Surrealisme.

Benim de bu eylemimin kahramanı, Judith.

Bağlı olmak, senin seçimindir. Bağımlı olmak ise, tek seçeneğindir.

‘‘Suçla, şikayet et ve rahatla!’’ Emin ol, vicdanına karşılık gelen yaylar, okların sivriliğini sana hissettirmeyecekler. Çünkü Judith seni kullanıp attı. Alacaklarını aldı ve acımasızca bir kenara fırlattı. Demek ki, seninleyken olan tüm sevgi gösterileri yalandı. Düşünsene, ortada hiçbir sorun yokken; kavga bile etmeden, sessizce uçup gitti. Ona ne yapmıştın ki? Aldatmadın, yalan söylemedin, incitmedin. Sadece sevdin! Her zaman yanında oldun. O halde sorun neydi? Ona neden yetemedin? Sen herşeyinle onun iken… Ama o doyumsuz biriydi! Sana sadık kalamadı; ‘‘biz’’ olamadı; seninle oynadı.

Salvador Dali, ”Sürrealizm yıkıcıdır, ama sadece hayal gücümüzü sınırlayan prangalar olarak gördüğü şeyleri yıkar.” derken; senin sonsuza kadar birlikte yürüyebileceğin bu kadın, her yol ayrımından sonra kendi ütopyasına sapan ve sapacak olan kadındır, demek ister.



Aynı nedenle, ‘‘Into The Wild’’ filminden tanıdığımız Christopher Johnson McCandless da, Alaska’ya ulaşmak için; birçok yerde, bir çok bireyin yaşam hikayelerine dahil olmuş, ama arkasına bakmadan özgürlük yolunda ilerlemesini bilmişti.

Hayata karşı dimdik durabilmek için, önce ayağa kalkıp ayağının tekinin karıncalaştığını farketmen gerekiyor. Hatta bu da yetmez bazen. Tuhaftır ki, üşüdüğün için kıpırmadan duran sen, hareket ettiğinde ısınacağını bilen yine sensindir. Ama bir balonu andıran derinin altındaki kocaman boşluk; her an iğneyle patlatılma riskine karşı, sürekli etrafını saracak koruyucu bir kalkan arayışında olur. Tabii kaybetme ihtimali, kaygılarından kurtulmanı sağlamaz. İşkenceyi uzatır ve sen bundan zevk alırsın. Zaten istediğin bu değil mi? 

Heyecan.

Bu vesileyle, öncü Judith’e değinmek isterim. Evvel zaman önce, “Tanrılar Okulu” adlı kitabı okurken karşıma çıkan; yazarın, hayatından bahsederken kısa ve öz niteliğinde kaleme aldığı ve böylece, karısını(kendini) aldattığı komşusu olarak tanıştığımız bir kadındır. Yazara göre, hiçbir şey onu şaşırtmazdı. Tek başına yaşayan, içine kapanık ve kitapları ile müziği dışında; her şeye karşı ilgisiz, soğukkanlı ve kayıtsız görünen hoş biriydi. Artık, ele avuca sığmayan soyutluğuna rağmen, varlığını kabul edebilirsiniz sanırım.

Öncelikle, ondan biraz dostluğunu, acımasını ve bedenini istemiş; dilenmekte olduklarını aldığında ise, ona tam anlamıyla sahip olamamanın kattığı güvensizlik ile ‘‘bencil’’ kanısına varıp ve bu yargıyla da etiketleyip, tavan arasına kaldırmıştı. Peki, bencillik hangisiydi? Bir kuşun, avuçlarının içinde kalmasını istemek mi? Yoksa, kuşun özgürce uçmak istemesi mi? Bana kalırsa, her ikisi de. Fakat mesele bu değil. Mesele, meselenin bu olduğunun sanılması. Halbuki, bencilliğin mühim olan tarafı, hangi fiilin egemenliğinde nüksetmiş olmasıdır: Bağlı olmak mı? Bağımlı olmak mı? Bağlı olmak, senin seçimindir. Bağımlı olmak ise, tek seçeneğindir. Kuş, özgürlüğüne bağlıydı. Sana ait olmasını istesen bile, sımsıkı tutman bunu sağlamayacaktı. Sadece, umut etmeye devam ediyor olacaktın ve tek seçeneğinin bu olduğunu, beklenti içerisindeyken tanıştığın çaresizlik söyleyecekti. Judith uçacaktı ve sen isyan edecektin. Velhasıl, elinden gelen birşey olmadığını anladığında, bencilliğinin türünden arda kalan eylem budur. Serzeniştir. Bağımlılığın eş anlamlısıdır.

Tam da yeri gelmişken Sigmund Freud’un ünlü bir aforizmasını hatırlatmak isterim: ”Garip değil mi? Birini işaret ederek suçlarken işaret parmağınız onu, diğer üç parmağınız ise sizi gösterir.”

Sustum. Susulmayacak ne varsa sustum. Gerektiğinden daha fazlasını sustum. Hiç olmadığı kadar, olabildiğinden ötesini sustum.

Bazen, tek parça bir giysi kadar basite indirgersin hayatını. Tek seferde elbiseni üzerinden çıkarıp, fırlatıp atmak istersin! Bazen de, ne bulursan geçirirsin üzerine kat kat. Hatların yok olana, içinde kaybolana kadar. Meğer lakayıtlığın adını patolojik narsisizm koymuşlar… Yazar gibi, Judith’leri tavan arasına kaldırmışlar. Bireyin kendisine değer vermesi için, kendisi dışında birine gereksinim duyması gerekmediğine inanıyorum; lakin, kendine güvenden yoksun bireylerin, dışarıdan gereksinim duydukları değer yüzünden, büyüklenmeci tavır sergilemelerini de savunmuyorum.

Sustum. Susulmayacak ne varsa sustum. Gerektiğinden daha fazlasını sustum. Hiç olmadığı kadar, olabildiğinden ötesini sustum. Duvarları yıkarcasına, sınırları zorlarcasına ağzımı bile açmadım. Dudaklarımı kıpırdatmadan gidebildiğim kadar yol almıştım. Mesela, üzerine basıldığı için motiflerini yitirmiş bir yaprak; can veren damarları olmadan boynu bükük kalmıştı. Tıpkı ufak bir buz parçasının hünkarca ateşe yaklaşması gibiydi; eriyeceğini bile bile ya da bir kemanın tellerinin birer birer kopuşu; mi, la, re, sol. Ellerinde ise, yetim kalan yayı. İnsanın hiyerarşiye muhtaç oluşunu; müptela haline gelmiş ruhunun tasmayla dolaştığını görüyordum. Sonra, benliğinden kalan kırıntılarla beslenmeye çalışan ve tamamen kavuşabilmek için geçmişte yediklerini kusmaya çalışan insanları da gördüm. Onlar sessizliğe kulak verdiler. Ben de anladıkları dilden anlamadıklarını anlatmayı bir borç bildim.

Bir gün, Chris’in yolu yaşlı bir adamla kesişir. Pek tabii, veda vakti de gelir. Aralarında geçen son sözler oldukta içten ve derindir. Yaşlı adam onu evlat edinmek ister. Gitmesini hiç istemediği için, son dakikada büyükbabası olup olamayacağını sorar; cevabına bir soruyla karşılık alır. ‘‘Ran, bu konuyu ben Alaska’dan döndüğümde konuşabilir miyiz?’’ Adamın gözleri dolar. ‘‘Elbette, öyle yaparız.’’ der ve Chris gider.

Özgürlüğe yelken açtığında, rotan, dümeni çevireceğin yöne göre şekillenecektir. Serüveninde karşılaşacağın med cezirler, hatta girdaplar; savaşman gereken antagonistlerin olacaktır. Kaç defa batıp çıkacaksındır, kim bilir? Ama tek bir şey, motivasyonunu zinde tutmana yardım edecektir: Yüzleşmekten korkmadığın bağımlılıkların. Her birini aştığında hafifleyen omuzların, önüne sonsuz denizi çıkaracak. Artık, ipler senin elinde olacak; demir attığın her kıyıdan koparak muvaffak olacaksın böylece. İşte o gün, ufuklardan maviliğe yansıyan ışık gözlerini alacak ve;

”… Ancak ve ancak şimdi Dreamer’ın gözleriyle baktığımda, Judith’in benim için neyi temsil ettiğini anlamıştım. Onun içe kapanık doğasında, her türlü ikiyüzlülükten arınmış içten bir kadının saf sevgisini ve bir bilgenin kendine özgü kayıtsız tavrını, ancak şimdi görebiliyordum. ”

”… Onu nasıl böylesine insafsızca yargılayabilmişim? Artık Judith anılarımın tavan arasındaki karanlık bir köşeyi kaplamıyor, parlıyordu. Onun müziği yaşamdı.” diyebileceksindir; tıpkı Judith ile tanışmamıza sebep olan filozof Stefano D’Anna gibi.

Dizginleri ellerinde tutmak ve minnettarlık eşdeğer düzeyde tutulduğunda, mutlak bir sevgi çemberi oluşur. İncecik bir ipin üzerinde, bir omzunda düşlerinin ağırlığı; diğer omzunda duygularının ağırlığı varken yürüyebiliyorsan, o bağ hiçbir zaman kopmaz. Bu defa, ışık Chris’i sonsuzluğa çağırıyordur. ‘‘Ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım? O zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?’’ diye geçirir aklından ve tebessümle birlikte, gözünden bir yaş süzülür; sonsuz olur. Kısacası, son sözleri de kendi ebeveynlerine ithafen olmuştur. Ama şimdi, paylaşmak istediği duygu, bir başkaldırıdan ve ya kızgınlıktan ziyade; bütünselliğin aydınlanışıdır.

Belirsizlikler silsilesi yapışır gırtlağına. Yutkunduğun he rşey ağına takılır. Çekinmeden bulaşır birileri ve içini karıştırır. Umuyorum, her bir birey, içten dışa kusmanın bariz olan sebebini görür ve kendi midesini bulandırmaktan vazgeçer. Hepimiz dallardan birinde oturuyor ya da tutunmaya çalışıyoruz. Fakat hiçbirimiz, ağacın sahibi değiliz. O bizim sebebimiz. Görmemiz gereken minik bir ayrıntı, neler yapabilecekken yapamadığımızın da cevabı.

Hayatta umduğun; umduğunu bulduğun, bulduğunu sandığın da umduğun kadar olmuyor. Hayal kırıklığına uğramamak adına, olasılıklarla oyun oynamayı bilmek gerek. ‘‘Belki’’lerle yaşayanlar için güven duygusunun eksikliğini mükafatlandıran şey, asla şaşırmamaktır. Oluşan ahengi görmek ve yayılan sinerjiyi resmetmek, kesinlik olmayan topraklara adanmış ve düşlerin ellerine bırakılmış. Yoksa sanatçılar olur muydu? Net değilim belki. Ama flu iken güzel bu dünya. Ne eksik ne fazla; loş ortamda görünebilen bir enerji bu aslında. Sözler tükendi, müzik durdu ve bir şarkı daha sona erdi. Sıradakini duymak için, önce hazmetmeli:
”Mea culpa, mea culpa, mea maxima culpa!”

”Benim hatalarım yüzünden, benim hatalarım yüzünden, benim en ağır hatalarım yüzünden!”

“Mea culpa’’ öğretisi şudur: Suçlanacak olanın Judith’ler olmadığını görürlerdi; onların ellerinde tuttuğu aynalara baksalardı…

No comments:

Post a Comment