Judith,
‘‘Benimki reform, sen kendi devrimini yap!’’ sloganıyla çıktığım bir yolu
temsil ediyor. Evrimin yalnızca kendimize ait olduğunu düşünürsek, -ki şu ana
kadar kanaatim bu yönde- iyileştirmeye atıfta bulunmam, tek eylemim olabilir.
”Kim
olursanız olun, eğer o ruh sizi de harekete geçirirse, birkaç defne yaprağını
tutuşturup bu zayıf ateşe mukayyet olmayı düşünmeksizin, siz de bir roman
yazmaya başlayacaksınız. Sürrealizm, bunu yapmanıza olanak verecektir: Tek
yapmanız gereken ‘‘adil’’ işaretini taşıyan ibreyi ‘’eylem’’e ayarlamaktır,
gerisi kendiliğinden gelecektir.” der, Manifestes Du Surrealisme.
Benim
de bu eylemimin kahramanı, Judith.
Bağlı
olmak, senin seçimindir. Bağımlı olmak ise, tek seçeneğindir.
‘‘Suçla,
şikayet et ve rahatla!’’ Emin ol, vicdanına karşılık gelen yaylar, okların
sivriliğini sana hissettirmeyecekler. Çünkü Judith seni kullanıp attı.
Alacaklarını aldı ve acımasızca bir kenara fırlattı. Demek ki, seninleyken olan
tüm sevgi gösterileri yalandı. Düşünsene, ortada hiçbir sorun yokken; kavga
bile etmeden, sessizce uçup gitti. Ona ne yapmıştın ki? Aldatmadın, yalan
söylemedin, incitmedin. Sadece sevdin! Her zaman yanında oldun. O halde sorun
neydi? Ona neden yetemedin? Sen herşeyinle onun iken… Ama o doyumsuz biriydi!
Sana sadık kalamadı; ‘‘biz’’ olamadı; seninle oynadı.
Salvador
Dali, ”Sürrealizm yıkıcıdır, ama sadece hayal gücümüzü sınırlayan prangalar
olarak gördüğü şeyleri yıkar.” derken; senin sonsuza kadar birlikte
yürüyebileceğin bu kadın, her yol ayrımından sonra kendi ütopyasına sapan ve
sapacak olan kadındır, demek ister.
Aynı
nedenle, ‘‘Into The Wild’’ filminden tanıdığımız Christopher Johnson McCandless
da, Alaska’ya ulaşmak için; birçok yerde, bir çok bireyin yaşam hikayelerine
dahil olmuş, ama arkasına bakmadan özgürlük yolunda ilerlemesini bilmişti.
Hayata
karşı dimdik durabilmek için, önce ayağa kalkıp ayağının tekinin
karıncalaştığını farketmen gerekiyor. Hatta bu da yetmez bazen. Tuhaftır ki,
üşüdüğün için kıpırmadan duran sen, hareket ettiğinde ısınacağını bilen yine
sensindir. Ama bir balonu andıran derinin altındaki kocaman boşluk; her an
iğneyle patlatılma riskine karşı, sürekli etrafını saracak koruyucu bir kalkan
arayışında olur. Tabii kaybetme ihtimali, kaygılarından kurtulmanı sağlamaz.
İşkenceyi uzatır ve sen bundan zevk alırsın. Zaten istediğin bu değil mi?
Heyecan.
Bu
vesileyle, öncü Judith’e değinmek isterim. Evvel zaman önce, “Tanrılar Okulu”
adlı kitabı okurken karşıma çıkan; yazarın, hayatından bahsederken kısa ve öz
niteliğinde kaleme aldığı ve böylece, karısını(kendini) aldattığı komşusu
olarak tanıştığımız bir kadındır. Yazara göre, hiçbir şey onu şaşırtmazdı. Tek
başına yaşayan, içine kapanık ve kitapları ile müziği dışında; her şeye karşı
ilgisiz, soğukkanlı ve kayıtsız görünen hoş biriydi. Artık, ele avuca sığmayan
soyutluğuna rağmen, varlığını kabul edebilirsiniz sanırım.
Öncelikle,
ondan biraz dostluğunu, acımasını ve bedenini istemiş; dilenmekte olduklarını
aldığında ise, ona tam anlamıyla sahip olamamanın kattığı güvensizlik ile
‘‘bencil’’ kanısına varıp ve bu yargıyla da etiketleyip, tavan arasına
kaldırmıştı. Peki, bencillik hangisiydi? Bir kuşun, avuçlarının içinde
kalmasını istemek mi? Yoksa, kuşun özgürce uçmak istemesi mi? Bana kalırsa, her
ikisi de. Fakat mesele bu değil. Mesele, meselenin bu olduğunun sanılması.
Halbuki, bencilliğin mühim olan tarafı, hangi fiilin egemenliğinde nüksetmiş
olmasıdır: Bağlı olmak mı? Bağımlı olmak mı? Bağlı olmak, senin seçimindir.
Bağımlı olmak ise, tek seçeneğindir. Kuş, özgürlüğüne bağlıydı. Sana ait
olmasını istesen bile, sımsıkı tutman bunu sağlamayacaktı. Sadece, umut etmeye
devam ediyor olacaktın ve tek seçeneğinin bu olduğunu, beklenti içerisindeyken
tanıştığın çaresizlik söyleyecekti. Judith uçacaktı ve sen isyan edecektin.
Velhasıl, elinden gelen birşey olmadığını anladığında, bencilliğinin türünden
arda kalan eylem budur. Serzeniştir. Bağımlılığın eş anlamlısıdır.
Tam
da yeri gelmişken Sigmund Freud’un ünlü bir aforizmasını hatırlatmak isterim:
”Garip değil mi? Birini işaret ederek suçlarken işaret parmağınız onu, diğer üç
parmağınız ise sizi gösterir.”
Sustum.
Susulmayacak ne varsa sustum. Gerektiğinden daha fazlasını sustum. Hiç olmadığı
kadar, olabildiğinden ötesini sustum.
Bazen,
tek parça bir giysi kadar basite indirgersin hayatını. Tek seferde elbiseni
üzerinden çıkarıp, fırlatıp atmak istersin! Bazen de, ne bulursan geçirirsin
üzerine kat kat. Hatların yok olana, içinde kaybolana kadar. Meğer lakayıtlığın
adını patolojik narsisizm koymuşlar… Yazar gibi, Judith’leri tavan arasına
kaldırmışlar. Bireyin kendisine değer vermesi için, kendisi dışında birine
gereksinim duyması gerekmediğine inanıyorum; lakin, kendine güvenden yoksun
bireylerin, dışarıdan gereksinim duydukları değer yüzünden, büyüklenmeci tavır
sergilemelerini de savunmuyorum.
Sustum.
Susulmayacak ne varsa sustum. Gerektiğinden daha fazlasını sustum. Hiç olmadığı
kadar, olabildiğinden ötesini sustum. Duvarları yıkarcasına, sınırları
zorlarcasına ağzımı bile açmadım. Dudaklarımı kıpırdatmadan gidebildiğim kadar
yol almıştım. Mesela, üzerine basıldığı için motiflerini yitirmiş bir yaprak;
can veren damarları olmadan boynu bükük kalmıştı. Tıpkı ufak bir buz parçasının
hünkarca ateşe yaklaşması gibiydi; eriyeceğini bile bile ya da bir kemanın
tellerinin birer birer kopuşu; mi, la, re, sol. Ellerinde ise, yetim kalan
yayı. İnsanın hiyerarşiye muhtaç oluşunu; müptela haline gelmiş ruhunun
tasmayla dolaştığını görüyordum. Sonra, benliğinden kalan kırıntılarla
beslenmeye çalışan ve tamamen kavuşabilmek için geçmişte yediklerini kusmaya
çalışan insanları da gördüm. Onlar sessizliğe kulak verdiler. Ben de
anladıkları dilden anlamadıklarını anlatmayı bir borç bildim.
Bir
gün, Chris’in yolu yaşlı bir adamla kesişir. Pek tabii, veda vakti de gelir.
Aralarında geçen son sözler oldukta içten ve derindir. Yaşlı adam onu evlat
edinmek ister. Gitmesini hiç istemediği için, son dakikada büyükbabası olup
olamayacağını sorar; cevabına bir soruyla karşılık alır. ‘‘Ran, bu konuyu ben
Alaska’dan döndüğümde konuşabilir miyiz?’’ Adamın gözleri dolar. ‘‘Elbette,
öyle yaparız.’’ der ve Chris gider.
Özgürlüğe
yelken açtığında, rotan, dümeni çevireceğin yöne göre şekillenecektir.
Serüveninde karşılaşacağın med cezirler, hatta girdaplar; savaşman gereken
antagonistlerin olacaktır. Kaç defa batıp çıkacaksındır, kim bilir? Ama tek bir
şey, motivasyonunu zinde tutmana yardım edecektir: Yüzleşmekten korkmadığın
bağımlılıkların. Her birini aştığında hafifleyen omuzların, önüne sonsuz denizi
çıkaracak. Artık, ipler senin elinde olacak; demir attığın her kıyıdan koparak
muvaffak olacaksın böylece. İşte o gün, ufuklardan maviliğe yansıyan ışık
gözlerini alacak ve;
”…
Ancak ve ancak şimdi Dreamer’ın gözleriyle baktığımda, Judith’in benim için
neyi temsil ettiğini anlamıştım. Onun içe kapanık doğasında, her türlü
ikiyüzlülükten arınmış içten bir kadının saf sevgisini ve bir bilgenin kendine
özgü kayıtsız tavrını, ancak şimdi görebiliyordum. ”
”…
Onu nasıl böylesine insafsızca yargılayabilmişim? Artık Judith anılarımın tavan
arasındaki karanlık bir köşeyi kaplamıyor, parlıyordu. Onun müziği yaşamdı.”
diyebileceksindir; tıpkı Judith ile tanışmamıza sebep olan filozof Stefano
D’Anna gibi.
Dizginleri
ellerinde tutmak ve minnettarlık eşdeğer düzeyde tutulduğunda, mutlak bir sevgi
çemberi oluşur. İncecik bir ipin üzerinde, bir omzunda düşlerinin ağırlığı;
diğer omzunda duygularının ağırlığı varken yürüyebiliyorsan, o bağ hiçbir zaman
kopmaz. Bu defa, ışık Chris’i sonsuzluğa çağırıyordur. ‘‘Ya yüzümde bir gülümsemeyle
kollarınıza koşuyor olsaydım? O zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür
müydünüz?’’ diye geçirir aklından ve tebessümle birlikte, gözünden bir yaş
süzülür; sonsuz olur. Kısacası, son sözleri de kendi ebeveynlerine ithafen
olmuştur. Ama şimdi, paylaşmak istediği duygu, bir başkaldırıdan ve ya
kızgınlıktan ziyade; bütünselliğin aydınlanışıdır.
Belirsizlikler
silsilesi yapışır gırtlağına. Yutkunduğun he rşey ağına takılır. Çekinmeden
bulaşır birileri ve içini karıştırır. Umuyorum, her bir birey, içten dışa
kusmanın bariz olan sebebini görür ve kendi midesini bulandırmaktan vazgeçer.
Hepimiz dallardan birinde oturuyor ya da tutunmaya çalışıyoruz. Fakat
hiçbirimiz, ağacın sahibi değiliz. O bizim sebebimiz. Görmemiz gereken minik
bir ayrıntı, neler yapabilecekken yapamadığımızın da cevabı.
Hayatta
umduğun; umduğunu bulduğun, bulduğunu sandığın da umduğun kadar olmuyor. Hayal
kırıklığına uğramamak adına, olasılıklarla oyun oynamayı bilmek gerek.
‘‘Belki’’lerle yaşayanlar için güven duygusunun eksikliğini mükafatlandıran
şey, asla şaşırmamaktır. Oluşan ahengi görmek ve yayılan sinerjiyi resmetmek,
kesinlik olmayan topraklara adanmış ve düşlerin ellerine bırakılmış. Yoksa
sanatçılar olur muydu? Net değilim belki. Ama flu iken güzel bu dünya. Ne eksik
ne fazla; loş ortamda görünebilen bir enerji bu aslında. Sözler tükendi, müzik
durdu ve bir şarkı daha sona erdi. Sıradakini duymak için, önce hazmetmeli:
”Mea
culpa, mea culpa, mea maxima culpa!”
”Benim
hatalarım yüzünden, benim hatalarım yüzünden, benim en ağır hatalarım
yüzünden!”
“Mea
culpa’’ öğretisi şudur: Suçlanacak olanın Judith’ler olmadığını görürlerdi;
onların ellerinde tuttuğu aynalara baksalardı…
No comments:
Post a Comment