“Göz
dinler”
Paul
Claudel
“Başlarsın
sürer. Başlarsın bitmez. Senden sonra gelenler bir nokta koyarlar. Senin adına.
Ama sen bir nokta koymak istememişsindir. Hele bir son nokta…Hiçbir zaman.
Çünkü yarattığın, ardında bıraktığın yapıtlar bir sonuç değildir. Hep
aramalardır. Sorduğun soruların yanıtlarıdır. Ama her verdiğin yanıt, senin
için yeterli değildir. İnandırıcı değildir. Soru aynı kalsa da (ki o da değişir
zaman içinde) yanıt değişir. Değişmek zorundadır. Benim için sorular da,
yanıtlar da hep doğa içinde gelişti. Nasıl dile getirmeli, yani sözcüklere
nasıl aktarmalı resim sanatı konusundaki sorularımı? Sanıyorum, olanaksız bu.
Kuşkusuz,
Paris’te Lhote’un atölyesindeyken, (1929-1933) hocayla, atölyedeki öbür sanatçılarla,
resme değin birçok konuda tartışırdık. Ancak, aynı tasayı taşıyan aynı soruları
(ya da birbirine benzer) soran sanatçıların bunları kendi aralarında
tartışmaları kolaydır. Çünkü, günlük dile çevirmek gibi bir ek sorunla karşı
karşıya değillerdir. Hoş, sanatçıların da birbirleriyle anlaşması, her zaman,
pek kolay değil.
Yaşım
ilerledikçe şunu görüyorum: anlaşma ancak soyut düzeyde, yaratı düzeyinde
gerçekleşebilir. Lhote’un atölyesinde yetmiş-iki-buçuk milletten sanatçı, ya da
sanatçı adayı vardı. Bunların çoğunun kendi aralarında anlaşabilecekleri ortak
bir dil de yoktu. Ama gene de tartışır ve anlaşırdık birbirimizle. Çünkü pek
fazla sözcüğe gereksinimiz yoktu. Bizim sözcüklerimiz, cümle yapımız ve
gramerimiz önümüzdeki desenler, resimlerdi.
Gençlik
dönemimizdi. Sanata başlangıç dönemi…
Romanya’dan
kalkıp gelmiştim Paris’e. On-sekiz yaşındaydım. Ölmeyecek kadar yiyor,
yaşayacak kadar resim çalışıyordum. Resim, daha o günlerde, bir güzellik, hoşa
giden bir imaj değildi benim için. Daha Romanya’da iken ikon kopyaları yaparken
resmin, bir gerçeğin aynası olduğunu sezinler gibi olmuştum. Ama hangi
gerçeğin? Dış dünyanın aynaya yansıyan görüntüsünün gerçeği mi? Ya da gözüm
açık, bakış alanıma giren nesnelerin, canlıların resmedilişindeki gerçek mi?
Bunlar
ve bunlara benzer daha nice soru.
Soruların
yanıtını, çizip boyayarak bulacağımı, bulamasam da bu alanda yol alacağımı daha
o günlerde anlamıştım.
Bir
doğa tutkunuydum. İnsanlar, görünümler karşı konulmaz bir biçimde beni
kendilerine çekiyordu. Doğrusu pek karşı koyduğum da yoktu. Ama beni böylesi
çeken bu konuları kavramakta güçlük çekiyordum. O zamanlar, daha toydum, bu
güçlüğün nedenlerinin pek bilincinde değildim. Daha sonra, nice sonra, anlar
gibi oldum; bir insana baktığınızda, onu güzel ya da çirkin, diye
niteleyebilirsiniz. Oysa, o insan ne güzeldir, ne de çirkin. İnsandır.
Ferit
Edgü anlamıştı bir gün, Giacometti, genel beğeni ölçütlerine göre çirkin
sayılması gereken Jean Genet’in portresi üzerine çalışırken, kendi kendine
söyleniyormuş. “Oh! Ne kadar yakışıklısınız… (birkaç çizgi daha) gerçekten, ne
kadar…(birkaç çizgi daha)… Tüm insanlar gibi…” Yakışıklılığı, güzelliği, alımı
aşan işte bu üç sözcüktür. Sanatçının, dünyaya ve insanlara bakışını
yansıtmaktadır. Güzel olan, bir yüzün bir çizgisidir. Tıpkı günlük yaşamda, bir
söz, bir gülüş, bir iç çekiş, bir göz, bir kulak, bir çift dudak, bir el gibi.
Klâsik anlamda bir güzellik, çekmedi beni. Ne portrelerimde, ne çıplaklarımda,
ne peyzajlarımda. Hayır, bir vision yaratmanın da peşinde olmadım. Ama nasıl
anlatayım gerçeği, resmin gerçeği olarak yakalamak, onu yaratmak istedim.
Yalnız
resim yapmak, resmin sorunsalı üzerinde düşünmeden çizip-boyamak rahatlıktır.
Ama sanat sorularla başlar. Ve… hayır yanıtlarla değil, gene sorularla sürer.
Hep böyleydi. Rönesans’tan beri. Ama günümüzde daha çok. Kuşkusuz, Malraux
haklıdır: Bir ressam, resmi, doğaya bakarak değil, kendinden önceki ustaların
yapıtlarına bakarak öğrenir. Başlangıçta böyledir bu ve sanırım sonunda da
böyledir. Sorguya çektiğiniz, kendi resminiz kadar inandığınız ustaların
resmidir. Ben böyle çözümledim.
Sen
nasıl çözümlemiştin?
1950’de
Paris’teyken, Matisse’ten, Picasso’dan, Braaue’tan kopyalar yaptım. Bir resmi
en iyi görmenin yoludur o resmi mot-a-mot kopyee etmek.
Kitaplar
mı? Kitaplar yeterli değildir bu konuda. Nasıl diyeyim, bir ressam, bir tuvalin
önünde, özdeksel bir duygu duyar. Kitaptaki bir Rembrandt, bir Matisse, bir
erkek için neyse Playboy’daki çıplak bir kadın, bir ressam için odur.
Resme
ilk başladığımdan bu yana, üzerinde çalıştığım konuyu iyice tanımak
istemişimdir. Resmin konusu resimdir. Kuşkusuz, öyledir, ama konunun da bir
ağırlığı, bir anlamı vardır. Bir natüre morte ile bir portre arasındaki ayrım,
yalnız resme bakan açısından da gerçektir. Nature morte ve manzaralar
kişiliksiz konularmış gibi görünür. Bu nedenle bir sergide ilk satılan resimler
görünümler, natüre mortlardır. Onları çıplaklar izler, Portelere karşı pek ilgi
duyulmaz. Oysa bir insan yüzü kadar sanatçının duygu ve yaratı iletimini ne
sağlayabilir? Bir ayva mı? Bir nar mı? Yoksa bir enginar mı? Her şeyden önce
bir natüre morte, durağan bir konudur. Bir portre, bir ölünün portresi bile
olsa, bir elmadan, bir ayvadan daha çok konuşur. Daha çok şey ifade eder. Bir
resimdeki ayva ya da elma, kendiliğinden değil, sanatçının yetenekleri
ölçüsünde bir anlam taşır kuşkusuz. Nature Morte’u küçümsemiyorum. Ama gene de
bir insan yüzü, bir papatyadan ya da ayvadan farklıdır, diyorum.
Hayır,
dışa dönük, doğayla cebelleşen bir ressam için bile fotoğraf değildir resim.
Özel olarak söyledim cebelleşme sözcüğünü. Kim ne derse desin, fotoğrafta
cebelleşme yoktur. Resimde ise yalnız cebelleşme vardır. Bir insan var
karşımda, poz veriyor bana, saatlerce karşımda duruyor, yabancım olmayan,
daha önceden tanıdığım bir insan,
resmetmeye kalktığımda, ne görüyorum, bambaşka bir yüz. Yıllardır ben bu yüze
bakmışım, o insanla konuşmuşum, ama onu resmetmeye başladığımda bakıyorum,
benim tanıdığım insan değil o. İşte o
zaman umutsuzluğa kapılıyorum: Ya o güne değin aldandım, ya şimdi aldanıyorum.
Hangisi? Hiçbir zaman inandırıcı bir yanıt bulamadım.
Bir
insanın, yüzü, gözü, kaşı, saçı, hiçbir şeyi değildir. Bir çıkış noktası
olabilir. Bir biçim yalnızca o kadar. Kim bilir belki de bu o kadar’la
yetinmeyi öğrenmek gerek.
Desen,
işte bu o kadar’ı öğretir insana.
Desenden
söz ettiğimde, kendimi geçmişin büyük ustalarının bir çırağıolarak görüyorum.
Sağlam bir desen, yalnız resmedilecek konunun çok iyi kavrandığını gösteren bir
kanıt değil, tek başına bir yapıttır. Ne yazık ki XX. yüzyıl sanatı özellikle kübizmden sonra bir hayli
boşladı deseni. Desende, yaşayan bir ânı, bir duyguyu, bir kıpırtıyı
yakalayabilirsiniz. Bu anlamda, resmin, tuval resminin yalnız kompozisyonda değil,
bir anlık uyanışın, duygunun yakalanışında yardımı olur. Ama daha önemlisi,
desenin kendi içinde, başlıbaşına bir yapıt oluşudur. Bunu algılamak gerek.
Niçin algılamak diyorum, çünkü desen bir tuval resminin, bir kompozisyonun
hazırlığı değildir. Başlıbaşına bir yaratıdır. Kendi kendine yeten, ne renge,
ne lekeye gereksinme duyan.
Ben
her zaman önemsedim deseni. Desen, nasıl diyeyim, resmin, bir tür, ayaklarının yere basmasıdır.
Temeldir. Her ressam aynı kanıda olmayabilir. Bir diyeceğim yok. Birinde renk
önemlidir. Öbüründe leke. Olabilir. Çağdaş ressamlarda öylesi eğilimlerle
karşılaşıyoruz ki ne desen önemli, ne leke, ne renk. Bilmiyorum. Bu tür resim
nereye değin gidebilir, bilmiyorum. Bilemediğim için de, kendi resmime, kendi
sanat anlayışıma sığınmak, tek çıkar yol olarak kendi anlayışımı ileri sürmek
istemiyorum. Tam tersine, onları anlamak istiyorum. Onları anlamak istemem, bir
ölçüde, kendimden, kendi yapıtlarımdan kuşkuya düşmek demek. Ama kuşkuya
düşmeden nasıl inanabilir insan? Nasıl güven duyabilir?
Bedri,
1960’lardan sonra zaman zaman: “Kaçırdık mı otobüsü?” diye sorardı. Bilirdim
bana sorduğunda da kendine sorardı aslında o soruyu. Hiçbir zaman
yanıtlayamadım Bedri’yi. Hangi otobüs?
Nerede
bu bekleyenler?
Ben
duraktayım, ve kendimden başka kimseleri görmüyorum.
Akşam
çöküyor, boya kutum kolumun altında, evimin yolunu tutuyorum.
Atölyemde
o sabah başladığım resmin önünde buluyorum kendimi. Şuraya bir kırmızı, oraya
bir yeşil sürerken (sürmek…Türkçe’nin güzel bir sözcüğü, toprak sürmek gibi,
boya sürmek…) görüyorum ki boşuna beklemişim otobüsü. Atölyede, otobüsü
beklerken dışarıda çalıştığım bir resme eklemeler çıkarmalar yaparken, gecenin
bir saatinde bir de bakıyorum, bir otobüs geçiyor resmin içinden. Ama
durdurmuyorum otobüsü. Bir selam veriyorum, o kadar. O gittiği yere gitsin,
resmim gideceği yere.
Öbür
dünyaya göçtüğümde, Bedri’ye şöyle diyeceğim: Otobüsü kaçırmamışız. Çünkü bizim
hatta çalışan otobüs yokmuş. Bu otobüsü bekleyen yolcu da yokmuş. Bugün, artık
iyice biliyorum. Herkesin kendi otobüsü var. Kafka’nın ‘Kanun Önünde’si gibi.
Bir kapı ki o senin kapındır. (Yani kendi yolun.) Ya açıp girersin içeri, ya
beklersin önünde yıllarca. Ben de kendi yolumda ilerliyorum. İlerlemeye
çalışıyorum.
Ama
sanatın yolu, her zaman ilerlemek de değildir. Bunu da biliyorum.
Bir
resim yaparsın, çok iyidir.
Sonra,
bir başka resim yaparsın, iyidir.
Daha
sonra, bir başka resim yaparsın, iyi gibidir.
Daha
sonra bir resim yaparsın, fena değildir.
Sen
görmesen bile başkaları görür.
Ya
da bunun tersi olabilir.
Bir
kural değildir bu.
Bir
resim yaparsın fena değildir.
Onu
“iyice” bir resim izler.
Onu
“güzel” bir resim izler.
Onu
“çok güzel” bir resim izler.
Ama
çok güzel bir resmi hiçbir şey izlemez.
Ah!
Bir çıkmazdır resim.
İşin
garibi, her zaman bilemezsin, bilemezsin, bilemezsin gerçekten bir önceki mi
daha iyiydi, bir sonraki mi daha iyi olacaktır?
Yoksa,
o anda yaptığın mı en iyisidir, en güzelidir?
Hem
ne demek iyi, güzel? Söz konusu resim olduğunda bu sözcüklerin ne anlamı var?
Estetik bir değer mi yansıtıyor?
İyi?
Güzel?
Neye
göre güzel?
Bir
duvara asılacak resim, o duvarın sahibine göre güzeldir. Ama resim, dekoratif
amaçla yapılanlar hariç, yani mozaiklerden söz ediyorum, süsleme amacı taşımaz.
Bir
duvarı süslemek için yapmıyorum ben resimlerimi. Ya da bir duvarı süslemek için
yaptığımda bunu açıkça söylüyorum: Bir mozaik yaptım, diyorum.
Doğa
önündeki coşkumu henüz yitirmedim.
Bu
nedenle bugün, gene doğa önünde çalışmaya çıkarım.
Çarşılarda,
pazarlarda, deniz kıyılarında resim çalışırken görebilirler beni.
Ya
da atölyemde bir modelin önünde çalışırken.
Ama
bu çalışmalar, izlenimci ressamların çalışması gibi değildir. Doğa ya da model
ile bir ilişki söz konusudur benim için. O ilişki gerçekleşti mi, âlâ, artık
atölyemde sürdürebilirim çalışmamı.
Soyut
resim yaptığımda (ki çok kısa sürdü bu) modelsizliğin eksikliğini duyardım.
Önünde bir tuval, bomboş. Bir resim yapacaksın, konusu yok, modeli yok. Nereden
başlayacağın, nasıl başlayacağın değil önemli olan, o boşluğu, modelsiz nasıl
dolduracağın. Dehşete düşerdim. Ve korkumu yok etmek için, ilk işim, önümdeki o
beyazlığı boyamak olurdu. İlkin boyayayım. Sonra nasıl olsa, bir şeyler çıkar
ortaya.
Ve
her zaman, iyi-kötü bir şeyler çıkardı.
Ama
bu çalışma, hiçbir zaman doyurucu olmadı benim için. Bir deniz, bir ağaç, bbir
yüz, bir insan görmek, bunları yaratmak istedim resmimde. Bunlar heyecan verdi
bana. Bir hiçten bir resim yaratmak benim işim değildi. Çabuk anladım bunu.
Renk, leke, istif… Hepsi çok güzel, ama ben nerdeyim? Ben, ancak dış dünyanın
öğeleriyle kendi iç dünyamı dışa vurabilenim.
-Bu
portreyi seviyor musun Söyle ne için?
-Bu
natüre morte’ta ilgini çeken ne?
-Niçin
dudak büküyorsun bu görünüm önünde?
-Niçin
bu çıplak da, öbür çıplak değil? Hep sorular sorarım. Şimdi sorduğum gibi.
Güvendiğim kimselere.
Kendime
güvenim olmadığı için değil.(Kim bilir, belki de yoktur.)
Bir
başka göz, bir başka değerdir. Bedri’yi yitirdiğimden bu yana o ikinci gözü de
yitirdim.
Söyle
bana, nasıl buldun bu portreyi Ya bu natüre morte’u!
Niçin
bu çıplağı seçtin de, öbürünü değil?
Cézanne,
yaşamının son günlerinde bile “Bunca yıldır aradığım, yolunda bunca çaba
harcadığım amaca varabilecek miyim? Hep doğayı inceliyorum ve öyle sanıyorum ki
biraz ilerleiyorum.” Diyordu. Kuşku bir sanatçının elini ayağını çekince sen de
onu koyver gitsin. Kuşku…diyorum, güvensizlik değil. Biliyorsun, aynı Cézanne,
bir ara, resminin yeniliğinin gözlerindeki bozukluktan gelip gelmediğini
soruyordu kendi kendine. Hiçbir zaman emin değiliz yapıtımızdan. Bu nedenle,
bir resim bitince öbürüne başlıyoruz. Birinde başladığımızı bir sonrakinde
bitireceğimiz umuduyla. Bunun gerçekleşmeyeceğini bile bile.
Bir
resmimi güzel ya da başarılı bulduklarında pek bir şey anlamıyorum. Şu resmin
başarılı, şu resmin başarısız olması önemli değil. Önemli olan yapıt,
sanatçının tüm resimlerinin oluşturduğu yapıt. Binlerce desenin, resmin içinden
biri, ikisi neyi anlatır? Hiçbir ressamda aynı değerde yüzlerce resim yoktur.
Önemli
olan, daha az başarılı, ya da başarısız görülen resmin giderek sanatçının bir
döneminin anlamını bulup, çıkarmaktır. Neyi ararken, neyi bulmaya, yaratmaya,
aşmaya çalışırken başarısızlığa uğramış? Bunların üzerinde düşündüğümüzde, bir
de bakarız ki o resmin amacı, resmin kendisini aşıyor. Resimden daha önemli
oluyor.
XX.
yüzyıl resmi, bugünün insanı gibi, şaşkın bir resimdir. Her telden çalan. En
olmadık yolları deneyen.
Yeni
bir resim dili bulmak isteyen. Bulan. Bulduğunu yitiren. Yeniden başlayan.
Resmi yadsıyan.
Ben
de bu çağın sanatçısıyım elbet. Tüm bunlar benim dışımda değil. Benim de böyle
şaşkınlık dönemlerim oldu. Ben de bu yeniliklerden etkilendim. Ama sonunda, her
şey kaynağına dönüyor. Ben de, kendi resmime döndüm. Kendi yoluma. Bu yolun önü
tıkanık mı, açık mı; ilerledim mi, geriledim mi, yoksa yerimde mi saydım -
Bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Çalışmak. Yarım yüzyıldır sürdürdüğüm çabamı,
ölüm elimden fırçayı alana değin sürdürmek. Bugün yaptığımdan kuşku duyarak,
yarın güvenerek. Bugün başarısız bir resimle, yarın daha iyicesiyle. Haydi,
işimize bakalım.
Sustuklarımı
da yazdın mı?
1980-1981
Şimdi
Saat Kaç (1986) Ada Yayınları
No comments:
Post a Comment