
Acı,
iğrenme, öfke, korku, sevgi; sıradan insani hislermiş gibi görünen bu duygu
durumları, iktidar ilişkileri içerisinde nasıl bir boyut kazanıyor? Sıradanmış
gibi hissedilen bir “acıma” nasıl ulusun inşasında ve ruhunu yeniden
kazanmasında politik bir işleyiş kazanıyor? Egemenin dışında kalan “ötekiler”
duygularla nasıl ulusun dışına itiliyor? Kendisini ulusa dȃhil etmek isteyen
“öteki” olanın yaşadıkları ya da çektikleri sıkıntılar nasıl “ulus” tarafından
nesneleştiriliyor? Politik olduğunda duyguları belirleyen sınırlar ne ve bütün
bunlar bedende nasıl izler bırakıyor? Gibi pek çok soru ile yola çıkan kitap,
özellikle bizim coğrafyamız gibi çok farklı grubu içeren, çok kültürlülük
iddiasında olan ve geçmişin belleğiyle yüzleşmekte genel olarak başarısız olan
bir yerde, okunması gereken bir kaynak kitap olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın
feminist ve queer teori bağlamında ortaya koydukları ise üzerinde ayrıca
konuşmayı hak ediyor.
Başkasının
acısını ne kadar çekebiliriz ya da tam anlamıyla başkasının acısını
hissedebilir miyiz? Şeklinde bir soru sorsak kafamız karışır. Gayette
hissedebiliriz gibi gelir. Ancak acı hissi egemenin dışında kalan “ötekiye”
yöneldiğinde ortaya bir iktidar ilişkisi çıkar. Egemenin ötekiye yönelik
çektiği acı bir bakıma onu üst bir kategoriye taşır. Çünkü ötekinin acısını
hissettiğini söyleyen bunu kendisini yücelterek ifade edecektir. Örneğin bu
şöyle olabilir; “o kadar yüce gönüllüyüm ki benden olmayanın yani yazarın çok
sık kullandığı gibi “sen” olanın acısını çekiyorum.” Buradaki iktidar ilişkisi
duyguların böyle durumlarda hiç masum olamadığının da göstergesidir. Bu anlamda
benzer bir şey ulus içinde geçerlidir. Geçmişte ötekine yaşattığı herhangi bir
acıyı tanıyan, geçmişinden utandığını iddia eden, yüzleşmek “isteyen” bir ulus
(devlet) bu durumu yine kendi üstünlüğünün bir vurgusu olarak kuracak ve bunu
ifade ederken kendi yüceliğinden, iyiliğinden dem vurarak, durumu bir lütuf
şekline dönüştürecektir. Bu ise; yeni bir farklılaştırma ve ulusun dışında
kalanı öteki olarak kurmaya sebep olacaktır. Yazarın vurguladığı gibi yapılması
gereken; “ötekinin acısını fetişleştirmek veya empati kurmak yerine duyulması
imkȃnsız olanın nasıl duyulacağını öğrenmek olmalıdır.” Bahsettiğimiz iktidar
ilişkisi empati içinde geçerlidir. “Empati şiddet içerir” diyor Ahmed. Ulus
ötekinin acısını kendi acısı gibi duyduğunu iddia ederek acıyı kendine alır
ancak bu durum acıyı yaşayanla onu sahiplenin eşitlenmesi anlamına gelecektir
ve böyle bir şey mümkün değildir. Çünkü çok yakınımız bile olsa acı değişken
bir durum ifade eder ve kimse kimsenin acısını tam olarak anlayamaz. Yazarın
verdiği somut örnekler bu durumu oldukça destekler nitelikte.
Nefret
nasıl örgütlenir? Yazar, nefretin ulus sevgisi şiarıyla nasıl
normalleştirildiğinin altını çiziyor. “Ben” ya da “biz” olan kendisi dışında
kalanı her zaman kendi varlığını tehdit edici bir unsur olarak görür. Ve bu
nedenle “öteki” olandan nefret etmek ulus sevgisinin bir göstergesi olarak inşa
edilebilir. Bu konuda çok uzaklara gitmeye de gerek yok aslında. Coğrafyamızda
son birkaç yıldır devamlı duyduğumuz; Suriyeli mültecilere yönelik nefret
söylemi bu durumun yansımasıdır. Suriyeli mülteci “biz”in nefret etmesi gereken
ötekidir. Onun varlığını, “steril beyazlığı” tehdit eder. “Geldiler her
yerdeler, kirlettiler.” Gibi çok sık karşılaştığımız nefretin sebebi
sorulduğunda bu durum ulus sevgisi ile anlatılacaktır. Çünkü ulusu sevmek bir
anlamda kendi dışında kalandan nefret etmeyi meşru bir konuma taşır. Ve böyle
bir durumda karşılaşıp, engel olmaya çalıştığınızda siz ötekiler yüzünden
yazarın deyimiyle “beyaz öznenin” incinmesine sebep olduğunuz için “suçlu”
olacaksınızdır.
Nefret
duygusunu besleyen en önemli noktalardan birisi de benzeyen ve benzemeyen
ilişkisi olarak vurguluyor Sara Ahmed. Ve bu “bize” benzemeyenden sadece nefret
etmeyi değil korkmayı, iğrenmeyi de beraberinde getiriyor. Yazarın Fanon’dan
aktardığı; beyaz çocuğun, siyahi olandan korkması durumu bu durumun çok somut
bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Beyaz çocuk; “anne zenciye bak!
Korkuyorum! Korktum” derken geçmişin çağrışımlarıyla hareket eder. Bu yalnızca
dil aracılığıyla, değil bedensel olarak bedenler arasındaki bir ilişkiye de
sebep olur. Siyahi beden böyle bir durumla karşılaştığında; “kasılır ve
bedeninin imkȃnsız ve yaşanmaz olduğunu hisseder.” Bu durum, kurulmuş beyaz
öznenin kendisinden farklı olana bakışını ona dair hislerinin nasıl
oluşturulduğunu anlamamız açısından önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.
Peki ya iğrenme? Yine yazarın Darwin’den aktardığı bir örnek bu konuda oldukça
çok şey söylüyor. Darwin, yediği ete çıplak bir yerlinin dokunmasından duyduğu
aşırı iğrenmeden söz ederken, yerlinin elinin temiz olduğunu da vurguluyor.
Elleri temiz ise neden korkuyor sorusunun cevabı ise yazar tarafından; “Öteki
zaten kir, kirin taşıyıcısı olarak görülür ve dokunduğu yemeği kirletir.”
İfadesiyle açıklanıyor. Bunun anlamı, ötekinin yakınlığından duyulan iğrenme
olarak da adlandırılabilir diye ekliyor. Yazarın bahsettiği “yapışma” kavramına
da değinmek gerekir. “Suç”, “terörizm” gibi kavramlar bir şekilde ulusu “tehdit
eden” ötekiye yapıştırılır. Bu konuda kitaptan somut bir örnek vermek
gerekirse; 11 Eylül saldırısının ardından neredeyse tüm “Müslüman özne”
terörist ilan edilmiştir çünkü saldırı ötekinin bedenine bir şekilde “yapışıp”
kalmıştır. Böylece ötekinin bedeni korkulacak, iğrenilecek bir nesneye
indirgenerek tehdit unsuru olarak yeniden inşa edilmiştir.
Sara
Ahmed’e göre; yaşamın sosyal bir idealle birleşmesi anlamında kendini yeniden
üretmesi, sıklıkla ötekilerin varlığı nedeniyle tehdit altında olarak
gösterilir; göçmenler, queerler ve diğer ötekiler. Örneğin; aile tehdit ve
güvensizlik anlatısıyla idealleştirilen kurumlardan birisidir. Bu da
heteroseksüelliğin ailevi meseleyi evrensel bir kategoriye taşıması anlamına
gelir. Hayat verme anlamında kadın ve erkeğin birleşmesi ulusa ve medeniyete
hayat verme olarak yeniden üretilir. Ancak bu birleşmenin “yabancı özneler” ile
olması uygunsuz görülür. Çünkü en başta amaç ulusun varlığını “steril” olarak
devam ettirmektir. Bunun sonucu ise zorunlu heteroseksüelliktir. Queer beden bu
şekilde disipline edilmeye çalışılır. Çünkü normlar sürekli yeniden ve
düzenleyici olarak üretilir. Bu durum queer bedeni norma göre şekillendirmeyi
ve ötekileştirmeyi de içerir. Heteroseksüellik idealleştirilir ve farklı cinsel
yönelimlerin bu ideale uyması istenir. Yine coğrafyamızda bu günlerde
konuştuğumuz; “AYM kararıyla devletin resmî cinsel ilişki biçimi belirlendi!”
haberi bu bahsettiklerimizle oldukça ilişkilidir. Yazarın “Feminist
Bağlılıklar” kısmında bahsettiği feminist öfkeden de bahsetmemiz gerekir. Sara
Ahmed’e göre; Feminist öfke kapsayıcıdır, öfkeden karşı olunan şeye doğru bir
yoruma geçer. Bundan dolayı feminizmin temeli nesne değildir. Öfke yaratıcıdır
ve kişinin karşı olduğu şey ile ilgili bir dil yaratmasına yardım eder,
böylelikle o yeniden adlandırılarak feminist dünyaya getirir. Yani feminist öfke hep indirgendiği ve
“kadınsı” olduğu gerekçesiyle ulus tarafından dışlandığı şekliyle yalnızca
duygusal bir tepki içermez. Feminist öfke dönüştürücüdür.
Sonuç
olarak; duygularımız çok da masum değildir. Ötekine duyulan merhametin kültürel
ve politik izlerini sürdüğümüzde bunu daha açık hissederiz. Coğrafyamızda
çocukların söz konusu olduğu ölümlere, tacize, tecavüze verilen tepkilerde “hep
o daha çocuk” gibi vurgular görürüz bu bir anlamda çocuğu kimliksizleştirmedir.
Çocuğun masumluğu içerisinde farklılığının eritilmesidir. Buna benzer gündelik
yaşamda, dil, beden ve duygularla verdiğimiz pek çok faklılaştırma ve
ötekileştirme pratiği içerisinde oluruz. Sanırım farkına varmamız gereken şey;
yüzleşmenin, utancın, sevginin, acının politik olduğu durumlarda öteniye
verilen bir hediyeye dönüşmesine engel olmak. Kimse kimsenin ne yaşadığın tam
olarak anlayamaz belki ama Sara Ahmed’in söylediği gibi; imkȃnsız olanı nasıl
anlayabileceğimizi bir gün öğreniriz belki.
Emek
Erez – edebiyathaber.net (22 Nisan 2015)
No comments:
Post a Comment