Ferit EDGÜ
Evet,
Picasso ile, 20. yüzyılın sanatıyla başlayacaktım. Kaynaklara inmeden.
Bu
yüzyılın tüm büyük ve temel resminin geldiği Cézanne’ı bile konu
Etmeden.
Çünkü bir sanat tarihi değil amacımız, yalnızca ressamlarla,
şairlerin,
yazarların buluştukları yerleri, buluştukları sözcükleri ya da
Renkleri
aktarmak. Bir göz gezintisi.
Bu
gezintide de, bir resim bir başka resmi, bir yazar bir başka şairi getirdi.
Her
zaman olduğu gibi.
Bunlardan
biri tam kırk yıl önce yayımlanmış küçük bir kitaptı: (“Antonin
Artaud/Van
Gogh Toplumun İntihar Ettiği”). Ne var ki bu kitabı bulamadım
kitaplığımda.
Birkaç
hafta önce, Paris’te yeni açılan Orsay Müzesi’ndeki Van Gogh’ların
önünde
yine bu kitabı anımsadım. Ve müzenin kitapçısında kitabın yeni
basımını
buldum. O akşam, (Van Gogh/Toplumun İntihar Ettiği) adlı bu
deneme-şiiri
yıllar sonra yeniden okurken, bir ressam üzerine yazılmış
en
önemli metinle karşı karşıya olduğumu anladım. Nasıl oluyordu da,
Antonin
Artaud gibi, geniş bir resim kültürü olmayan bir şair, Van Gogh’un
resmini
böylesine eşsiz bir biçimde yorumlayabiliyordu? Nasıl oluyordu
da,
bir resmin önünde, genellikle, ya betimlemeye, ya öykülemeye yönelen
sanat
yazarlarını aşıyor ve ressamın dünyasını, yani resmi, sözcüklerle
yaşatabiliyordu?
Ressam
ile şair, Van Gogh ile Artaud, aynı ortak yazgıyı paylaştıkları için mi?
İki
sanatçının ikisi de, toplumun birer “müntehiri” oldukları için mi?
Artaud’un,
Van Gogh metni, renklerin, biçimlerin, fırça vuruşlarının,
boyanın
ve bir resme yansıyan, bir resimde okunan tüm izlerin sözcüklere
yansıyabileceğini,
sözcüklerde dile gelebileceğini öğretti bana.
Ama
yalnız bunu değil.
Yalnız
bakmasını bilen, gören ve resmin içinde, kendi dünyasında dolaşır
gibi
dolaşan, o resmin yaratıcısıyla konuşan ozanın, resmi yalnız görsel bir
olay
olarak algılamayabileceğini de öğretti.
Resim,
Van Gogh resmi, varlıksal bir olguydu; ve şair Antonin Artaud, bunu,
tüm
varlığıyla duyumsamış ve algılamış olmalıydı. Sanat tarihinde, kanımca,
bir
eşi daha olmayan bir olay. Artaud, bunu, Van Gogh ile aynı “toplum-
dışına-itilmişlik”
yazgısını, tımarhaneleri paylaşmasına mı borçluydu?
Peki
Van Gogh? O neye borçluydu? Toplumun ve o toplumun ruh
hekimlerinin
tanımına mı? Tedavi yöntemlerine mi? Yaratıcılıkla ruhsal
dengesizlik
arasındaki ayrımı göremeyen, ruh sağlığını (?) yaratıcılık
coşkusuna
yeğleyen, hiçbir derinliği olmayan ruh(suz) hekimlerine
mi?
Yoksa yalnızca kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olan nevrozuna ve
yaratıcılığına
mı? Van Gogh’un resmi, eğer bir tepkiyse, kuşkusuz, nevrozuna
karşı
da bir tepkiydi.
“Hayır,
Van Gogh deli değildi” diyor elektroşoktan yeni kurtulmuş Artaud.
Bu
satırları yazan, ben, Antoin Artaud da deli değilim, demektir bu. Onun
resimleri,
diyor, bir Bizans ateşi, bir atom bombasıydı. Burjuva beğenisini
alt
üst eden…”
Burjuva beğenisi…19. yüzyılın Fransa’sında Manet’nin Olympia’sında
sanatın yozlaşmasını gören ve bu resmin sergilenmesine bile karşı çıkan
hoşt-görüsüzlükten başka bir şey değildir bu sözüm ona beğeni. Sanat,
yerleşik beğeniye karşı çıkmasa, nasıl yenileyecektir kendini? Nasıl
yansıtacaktır çağının değişimini? “Van Gogh’un resmi” diyor Artaud, “bir
ahlak/töre konformizmine değil, kurumların konformizmine karşı çıkıyordu.
Ve doğa, doğanın dış görünüşleri, iklimleri, gel-gitleri, tan fırtınaları, bu
dünyadan Van Gogh geçtikten sonra artık aynı yerçekimine sahip değildir.”
Konformizmin baş düşmanı değişikliktir. Eğer resimde, şiirde bir değişiklik,
bir devrim söz konusu olabiliyorsa, tüm toplumda ve toplumun tüm
değerlerinde değişiklikler ve devrimler olabilir demektir.
Konformist düşüncenin, tutucuların sanattaki yeniliklere karşı olması, bu
gerçeğin bilincinde olduklarını gösterir. İlerici düşüncenin ve ilericilerin bu
yeniliklere karşı oluşları ise sanatta karşı-devrimci olduklarını. Eğer Van
Gogh bıkmadan, usanmadan, bir çift eski postalın, bir hasır sandalyenin,
yoksul bir yatak odasının, patates toplayan, patates yiyen yoksul köylülerin
resimlerini yaptıysa ve bu resimler acındırıcı, duygulandırıcı resimler değil
de, renkleriyle, istifleriyle, biçimleriyle bu çaresizliği, yoksulluğu, yalnızlığı
ve atılmışlığı, öykülemeden, yepyeni bir resim diliyle gerçekleştirdiyse,
konformist ahlak ve sanat beğenisi onu dışlayacaktır. O konformist sanat
beğenisinin bu tür konfora karşı olması için hiçbir neden yoktur. Gözü,
yaşlı çocukların, yoksul insanların bir arada oldukları ve yedikleri sade suya
patates için Tanrı’ya şükrettikleri ev, hatta izbe içleri, konformist burjuvanın
duvarlarını süsleyen resimlerin konusu bile olabilir.
Şükretmek. Yokluğa bile şükretmek. Ama Van Gogh’un “modeli” şükretse
bile, resmi başkaldırır. Çünkü resmin dili değişmiştir. Ve dil, sanatın dili
değiştiğinde, tüm bir dünyadır değişen. Değişecek olan. Değişmesi mümkün
olan.
“Toplumsal düzeyde, diyor Artaud, dağılan, çöken kesimler Van Gogh’u deli
ilan edeceklerdir.
Deli? Hangi akla göre?
Burada söz konusu olan akıl, zeka değil, tutucu ahlak ve sanat anlayışıdır.
Van Gogh da bu ahlakın, bu satan ve insan anlayışının (anlayışsızlık demek daha doğru olurdu) kurbanlarından biridir.
“Böğründe, ölümüne neden olan, sıktığı kurşun, elinde fırça, tuvalinin
üzerini kara kargalarla dolduran, resminin altını bomboş bırakan: bomboş,
kurşuni mor renkte bir ova, toprağın şarap tortusu rengi, buğdayların kirli
sarısıyla çatışmada…” Kayalar… Buğday tarlaları… Yer ve gök…Tüm bu
karşıtlıkların hiçbir simgeselliği yoktur Van Gogh’ta. “Yeşille kırmızının
karşıtlığında insanoğlunun o korkunç tutkusunu vermeye çalıştım” diye
yazmıştır. Ama bu, renklerin gücü ve resmin dilidir, simgelerin değil.
Eğer
bir simgeden, gerçek bir simgeden söz edebilseydik, Van Gogh’un
yıpranmış
postallarında, yoksul yatak odasında, hasır sandalyesinde,
yalnızlığın
simgesini bulabilirdi. Oysa, bu resimlerde, yalnız nesneler değil,
renkler,
biçimler, resmin bizzat kendisi yalnızlıktır. Ressam hiçbir simgeye
başvurmadığı
gibi, bu resimler de hiçbir simgeyi barındıramaz içlerinde.
Artaud:
“Bir sandalyenin üzerinde bir şamdan, bir yeşil hasır koltuk,
koltuğun
üzerinde bir kitap. Ve işte aydınlatılmış bir dram.
Kim
girecek içeri?
Gauguin
mi, yoksa bir başka hayalet mi?
Hayır,
bir betimleme değil bu: “Van Gogh’un bir resmini betimlemek
neye
yarar? diye doruyor Artaud. Van Gogh’un resmini ancak o resim
betimleyebilir.
Artaud’nun
deyişiyle bu “ressamların en ressamı”nın yapıtlarında “ne
hayaletler
vardı, ne uyanık-düşler, ne de sanrılar… Öğle güneşinin yakıp
kavuran
gerçeğidir bu resimlerde ortaya çıkan, Çiğ bir ışık. Işık-gölge
oyunlarına
yer ermeyen. Gerçeği çırılçıplak, gölgesiz, örtüsüz yakalamak
isteyen
ve renkleri kendi içlerinde birer gerçek olarak yaşatan.”
Artaud,
(devam):
"Aziz Remy zeytinlikleri
Akdeniz servileri
Yatak odası
Zeytin toplanması
Arles köy kahvesi
Köprü – insanın parmağını daldırmak istediği
su
Su mavi,
Su mavisi değil ama
Sıvı boya mavisi
‘Müntehir’ deli ordan geçti ve resmin
suyunu doğaya geri verdi
ama ona,
kim verecek ona,
verilmesi gereken suyu?
Yaşarken,
hiç kimse değer vermedi. Hiç kimse onun susuzluğunu gideremedi.
Hemen
hemen hiç kimse.
Mutlağın,
resim sanatıyla sınırlanmış olsa da, mutlağın sınırlarına atılmış,
“doğru bildiği”
yolda giden ve kendini bu yolun her durağında yapayalnız
bulan Van
Goghu yıllar sonra bulacaktır insanlar.
Kuzeyin
rutubetli, sisli ikliminden, Hollanda’nın engebesiz topraklarından,
renklerin ancak
yarım tonlarla algılandığı bbir doğadan, yağmuru az, güneşi
bol,
renkleri parlak ve birbiriyle yarışan; sarı buğday tarlaları, masmavi
bulutsuz
gökyüzü, engebeli arazisi, dağları, ağaçları her meşrepten
ressamları,
her ülkeden ve ilkeden kaçkınlarıyla Güneye indiğinde, bu
gönüllü
sürgün, bu, ülkesinden, çevresinden katıkça kendisine çok
daha fazla
yakıştığını bilen, kendi ülkesinde (Rembrandt’ların, Franz
Hals’ların,
Vermeer’lerin, Bosch’ların, ülkesidir orası) kendi çevresinde
anlaşılamamasını,
anlaşılması en olası bir ülkede de (resim sanatının Kabe’si
sayılan
Fransa’da) yinelendiğini gördüğünde, hem resminden kuşkuya düşer,
hem de
sanat çevrelerinin beğenilerinden, sanat anlayışlarından, 20 yüzyıl
sanatını
hazırlayan 19. Yüzyıl sonu devrimci ressamlarının hemen hemen
ortak
yazgısıdır bu.
1890’da
şakağına tabancayı dayadığında yalnızca 37 yaşındaydı Van Gogh.
Kendini
bir raté (hiçbir işe yaramaz, başarısız) biri olarak görüyordu. Oysa,
pek az
ressamın sahip olduğu bir yeteneği vardı: Nesnelerin, eğer deyiş
yerindeyse,
dışyüzlerini değil, içyüzlerini görüyordu. İnsanların yüzlerini,
gözlerini,
burunlarını değil, ruhlarını görüyordu. Işıklar, ışıklar içinde
yaşayan ve
bunu resmine de yansıtan bir sanatçıydı.
Yepyeni
bir dilden konuşmuştu – resimlerinde.
Yepyeni
bir dünyanın kapılarını açmıştı – resimlerinde.
Belki tüm
bunlar için aklın sınırlarını aşmak gerekiyordu.
Delacroix’yı anlayan Baudelaire, Baudelaire’yi anlayan
melez bir yosma, çok
yakın
geleceğin sanatını gören bir koleksiyoncu, bir galerici tetiğe giden eli
belki
durdurabilirdi. Oysa, kimse tutmadı o eli. Kimse durduramadı. “Hiç
kimse tek başına
intihar etmez” diyor Artaud. Başka bir deyişle: “İnsan
intihar
etmez. İnsanı intihar ederler.” Ama insanı, ne ölümünden önce, ne
ölümünden
sonra ressam etmeye kimselerin gücü yetmez. Başka bir deyişle,
intihar (kim
etmiş olursa olsun) resmin, yaratının sonu değil, başlangıcı da
olabilir.
Resim artık tek başına yaşayacak, tek başına kendini savunacak, tek
başına
zamana karşı koyacak, tek başına unutulacak, ya da yepyeni ufuklar
açacaktır
insanlara.
Van Gogh’un,
yalnız ölüm üzerindeki yengisi değil, yaşam üzerindeki yengisi
resimleridir evi.
Artaud’nun
Van Gogh metnini birlikte okuduğumuz akşam bana sormuştun.
“Bir
kaçkını anlamak için kaçkın mı olmak gerek?” Bir yalnızı anlamak için
Yalnız mı
olmak gerek? Bir atılmışı, bir sürgünü anlamak için, bir atılmış, bir
sürgün mü
olmak gerek? Van Gogh’u anlamak için, Bir Antonin Artaud mu
olmak
gerek?”
Sorunu
yanıtlamamış, “Artaud’yu bir kez daha oku ve sonra bir kez daha bak
Van Gogh’un
resimlerine” demekle yetinmiştim.
Kuşkusuz,
bir kaçamaktı bu. Ama o gün bugün bana yönelttiğin soru
üzerinde düşünüyorum.
Bir yanıt
bulamadım. Ya da yalnızca şu “geçici” yanıtı buldum: Bir kaçkını,
bir yalnızı,
bir atılmışı, bir sürgünü ve bir “müntehiri” anlamak için,
bunlar
olmak gerekmiyor. Nasıl ki bir resmi anlamak için, ressam olmak gerekmiyorsa.
Ama yalnızlığı, atılmışlığı, sürgünü, intiharı anlamak ve içinde
duymak
gerekiyor.
Resme
gelince, onu sevmek, ona bakmak, onu dinlemek gerek. “İnsanoğluna
ait hiçbir
şey bana yabancı değildir” demek.
Tüm
sayıkladıklarım insanoğluna yabancı gerçekler olmadığına, resim sanatı da
Bu gerçeklerden
biri olduğuna göre, sorunun yanıtını kendin ver. İster Van
Gogh’tan,
ister Artaud’dan yola çıkarak…
Ferit EDGÜ-BİÇİMLER,
RENKLER, SÖZCÜKLER (2008) Sel Yayıncılık
No comments:
Post a Comment