Thursday, 27 August 2015

VAN GOGH GERÇEĞİ / Ferit EDGÜ


Ferit EDGÜ

Evet, Picasso ile, 20. yüzyılın sanatıyla başlayacaktım. Kaynaklara inmeden.
Bu yüzyılın tüm büyük ve temel resminin geldiği Cézanne’ı bile konu
Etmeden. Çünkü bir sanat tarihi değil amacımız, yalnızca ressamlarla,
şairlerin, yazarların buluştukları yerleri, buluştukları sözcükleri ya da
Renkleri aktarmak. Bir göz gezintisi.
Bu gezintide de, bir resim bir başka resmi, bir yazar bir başka şairi getirdi.
Her zaman olduğu gibi.
Bunlardan biri tam kırk yıl önce yayımlanmış küçük bir kitaptı: (“Antonin
Artaud/Van Gogh Toplumun İntihar Ettiği”). Ne var ki bu kitabı bulamadım

kitaplığımda.
Birkaç hafta önce, Paris’te yeni açılan Orsay Müzesi’ndeki Van Gogh’ların
önünde yine bu kitabı anımsadım. Ve müzenin kitapçısında kitabın yeni
basımını buldum. O akşam, (Van Gogh/Toplumun İntihar Ettiği) adlı bu
deneme-şiiri yıllar sonra yeniden okurken, bir ressam üzerine yazılmış
en önemli metinle karşı karşıya olduğumu anladım. Nasıl oluyordu da,
Antonin Artaud gibi, geniş bir resim kültürü olmayan bir şair, Van Gogh’un
resmini böylesine eşsiz bir biçimde yorumlayabiliyordu? Nasıl oluyordu
da, bir resmin önünde, genellikle, ya betimlemeye, ya öykülemeye yönelen
sanat yazarlarını aşıyor ve ressamın dünyasını, yani resmi, sözcüklerle
yaşatabiliyordu?
Ressam ile şair, Van Gogh ile Artaud, aynı ortak yazgıyı paylaştıkları için mi?
İki sanatçının ikisi de, toplumun birer “müntehiri” oldukları için mi?
Artaud’un, Van Gogh metni, renklerin, biçimlerin, fırça vuruşlarının,
boyanın ve bir resme yansıyan, bir resimde okunan tüm izlerin sözcüklere
yansıyabileceğini, sözcüklerde dile gelebileceğini öğretti bana.

Ama yalnız bunu değil.
Yalnız bakmasını bilen, gören ve resmin içinde, kendi dünyasında dolaşır
gibi dolaşan, o resmin yaratıcısıyla konuşan ozanın, resmi yalnız görsel bir
olay olarak algılamayabileceğini de öğretti.
Resim, Van Gogh resmi, varlıksal bir olguydu; ve şair Antonin Artaud, bunu,
tüm varlığıyla duyumsamış ve algılamış olmalıydı. Sanat tarihinde, kanımca,
bir eşi daha olmayan bir olay. Artaud, bunu, Van Gogh ile aynı “toplum-
dışına-itilmişlik” yazgısını, tımarhaneleri paylaşmasına mı borçluydu?

Peki Van Gogh? O neye borçluydu? Toplumun ve o toplumun ruh
hekimlerinin tanımına mı? Tedavi yöntemlerine mi? Yaratıcılıkla ruhsal
dengesizlik arasındaki ayrımı göremeyen, ruh sağlığını (?) yaratıcılık
coşkusuna yeğleyen, hiçbir derinliği olmayan ruh(suz) hekimlerine
mi? Yoksa yalnızca kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olan nevrozuna ve
yaratıcılığına mı? Van Gogh’un resmi, eğer bir tepkiyse, kuşkusuz, nevrozuna
karşı da bir tepkiydi.
“Hayır, Van Gogh deli değildi” diyor elektroşoktan yeni kurtulmuş Artaud.
Bu satırları yazan, ben, Antoin Artaud da deli değilim, demektir bu. Onun
resimleri, diyor, bir Bizans ateşi, bir atom bombasıydı. Burjuva beğenisini
alt üst eden…”

Burjuva beğenisi…19. yüzyılın Fransa’sında Manet’nin Olympia’sında
sanatın yozlaşmasını gören ve bu resmin sergilenmesine bile karşı çıkan
hoşt-görüsüzlükten başka bir şey değildir bu sözüm ona beğeni. Sanat,
yerleşik beğeniye karşı çıkmasa, nasıl yenileyecektir kendini? Nasıl
yansıtacaktır çağının değişimini? “Van Gogh’un resmi” diyor Artaud, “bir
ahlak/töre konformizmine değil, kurumların konformizmine karşı çıkıyordu.
Ve doğa, doğanın dış görünüşleri, iklimleri, gel-gitleri, tan fırtınaları, bu
dünyadan Van Gogh geçtikten sonra artık aynı yerçekimine sahip değildir.”
Konformizmin baş düşmanı değişikliktir. Eğer resimde, şiirde bir değişiklik,
bir devrim söz konusu olabiliyorsa, tüm toplumda ve toplumun tüm
değerlerinde değişiklikler ve devrimler olabilir demektir.
Konformist düşüncenin, tutucuların sanattaki yeniliklere karşı olması, bu
gerçeğin bilincinde olduklarını gösterir. İlerici düşüncenin ve ilericilerin bu
yeniliklere karşı oluşları ise sanatta karşı-devrimci olduklarını. Eğer Van
Gogh bıkmadan, usanmadan, bir çift eski postalın, bir hasır sandalyenin,
yoksul bir yatak odasının, patates toplayan, patates yiyen yoksul köylülerin
resimlerini yaptıysa ve bu resimler acındırıcı, duygulandırıcı resimler değil
de,  renkleriyle, istifleriyle, biçimleriyle bu çaresizliği, yoksulluğu, yalnızlığı
ve atılmışlığı, öykülemeden, yepyeni bir resim diliyle gerçekleştirdiyse,
konformist ahlak ve sanat beğenisi onu dışlayacaktır. O konformist sanat
beğenisinin bu tür konfora karşı olması için hiçbir neden yoktur. Gözü,
yaşlı çocukların, yoksul insanların bir arada oldukları ve yedikleri sade suya
patates için Tanrı’ya şükrettikleri ev, hatta izbe içleri, konformist burjuvanın
duvarlarını süsleyen resimlerin konusu bile olabilir.

Şükretmek. Yokluğa bile şükretmek. Ama Van Gogh’un “modeli” şükretse
bile, resmi başkaldırır. Çünkü resmin dili değişmiştir. Ve dil, sanatın dili
değiştiğinde, tüm bir dünyadır değişen. Değişecek olan. Değişmesi mümkün
olan.
“Toplumsal düzeyde, diyor Artaud, dağılan, çöken kesimler Van Gogh’u deli
ilan edeceklerdir.
Deli? Hangi akla göre?
Burada söz konusu olan akıl, zeka değil, tutucu ahlak ve sanat anlayışıdır.
Van Gogh da bu ahlakın, bu satan ve insan anlayışının (anlayışsızlık demek daha doğru olurdu) kurbanlarından biridir.
“Böğründe, ölümüne neden olan, sıktığı kurşun, elinde fırça, tuvalinin
üzerini kara kargalarla dolduran, resminin altını bomboş bırakan: bomboş,
kurşuni mor renkte bir ova, toprağın şarap tortusu rengi, buğdayların kirli
sarısıyla çatışmada…” Kayalar… Buğday tarlaları… Yer ve gök…Tüm bu
karşıtlıkların hiçbir simgeselliği yoktur Van Gogh’ta. “Yeşille kırmızının
karşıtlığında insanoğlunun o korkunç tutkusunu vermeye çalıştım” diye
yazmıştır. Ama bu, renklerin gücü ve resmin dilidir, simgelerin değil.

Eğer bir simgeden, gerçek bir simgeden söz edebilseydik, Van Gogh’un
yıpranmış postallarında, yoksul yatak odasında, hasır sandalyesinde,
yalnızlığın simgesini bulabilirdi. Oysa, bu resimlerde, yalnız nesneler değil,
renkler, biçimler, resmin bizzat kendisi yalnızlıktır. Ressam hiçbir simgeye
başvurmadığı gibi, bu resimler de hiçbir simgeyi barındıramaz içlerinde.
Artaud: “Bir sandalyenin üzerinde bir şamdan, bir yeşil hasır koltuk,
koltuğun üzerinde bir kitap. Ve işte aydınlatılmış bir dram.
Kim girecek içeri?
Gauguin mi, yoksa bir başka hayalet mi?
Hayır, bir betimleme değil bu: “Van Gogh’un bir resmini betimlemek
neye yarar? diye doruyor Artaud. Van Gogh’un resmini ancak o resim
betimleyebilir.
Artaud’nun deyişiyle bu “ressamların en ressamı”nın yapıtlarında “ne
hayaletler vardı, ne uyanık-düşler, ne de sanrılar… Öğle güneşinin yakıp
kavuran gerçeğidir bu resimlerde ortaya çıkan, Çiğ bir ışık. Işık-gölge
oyunlarına yer ermeyen. Gerçeği çırılçıplak, gölgesiz, örtüsüz yakalamak
isteyen ve renkleri kendi içlerinde birer gerçek olarak yaşatan.”


Artaud, (devam):

                                               "Aziz Remy zeytinlikleri
                                                Akdeniz servileri
                                                Yatak odası
                                                Zeytin toplanması
                                                Arles köy kahvesi
                                                Köprü – insanın parmağını daldırmak istediği su
                                                Su mavi,
                                                Su mavisi değil ama
                                                Sıvı boya mavisi
                                                ‘Müntehir’ deli ordan geçti ve resmin
                                                suyunu doğaya geri verdi
                                                ama ona,
                                                kim verecek ona,
                                                verilmesi gereken suyu?

Yaşarken, hiç kimse değer vermedi. Hiç kimse onun susuzluğunu gideremedi.
Hemen hemen hiç kimse.
Mutlağın, resim sanatıyla sınırlanmış olsa da, mutlağın sınırlarına atılmış,
“doğru bildiği” yolda giden ve kendini bu yolun her durağında yapayalnız
bulan Van Goghu yıllar sonra bulacaktır insanlar.
Kuzeyin rutubetli, sisli ikliminden, Hollanda’nın engebesiz topraklarından,
renklerin ancak yarım tonlarla algılandığı bbir doğadan, yağmuru az, güneşi
bol, renkleri parlak ve birbiriyle yarışan; sarı buğday tarlaları, masmavi
bulutsuz gökyüzü, engebeli arazisi, dağları, ağaçları her meşrepten
ressamları, her ülkeden ve ilkeden kaçkınlarıyla Güneye indiğinde, bu
gönüllü sürgün, bu, ülkesinden, çevresinden katıkça kendisine çok
daha fazla yakıştığını bilen, kendi ülkesinde (Rembrandt’ların, Franz
Hals’ların, Vermeer’lerin, Bosch’ların, ülkesidir orası) kendi çevresinde
anlaşılamamasını, anlaşılması en olası bir ülkede de (resim sanatının Kabe’si
sayılan Fransa’da) yinelendiğini gördüğünde, hem resminden kuşkuya düşer,
hem de sanat çevrelerinin beğenilerinden, sanat anlayışlarından, 20 yüzyıl
sanatını hazırlayan 19. Yüzyıl sonu devrimci ressamlarının hemen hemen
ortak yazgısıdır bu.


1890’da şakağına tabancayı dayadığında yalnızca 37 yaşındaydı Van Gogh.
Kendini bir raté (hiçbir işe yaramaz, başarısız) biri olarak görüyordu. Oysa,
pek az ressamın sahip olduğu bir yeteneği vardı: Nesnelerin, eğer deyiş
yerindeyse, dışyüzlerini değil, içyüzlerini görüyordu. İnsanların yüzlerini,
gözlerini, burunlarını değil, ruhlarını görüyordu. Işıklar, ışıklar içinde
yaşayan ve bunu resmine de yansıtan bir sanatçıydı.
Yepyeni bir dilden konuşmuştu – resimlerinde.
Yepyeni bir dünyanın kapılarını açmıştı – resimlerinde.
Belki tüm bunlar için aklın sınırlarını aşmak gerekiyordu.
Delacroix’yı  anlayan Baudelaire, Baudelaire’yi anlayan melez bir yosma, çok
yakın geleceğin sanatını gören bir koleksiyoncu, bir galerici tetiğe giden eli
belki durdurabilirdi. Oysa, kimse tutmadı o eli. Kimse durduramadı. “Hiç
kimse tek başına intihar etmez” diyor Artaud. Başka bir deyişle: “İnsan
intihar etmez. İnsanı intihar ederler.” Ama insanı, ne ölümünden önce, ne
ölümünden sonra ressam etmeye kimselerin gücü yetmez. Başka bir deyişle,
intihar (kim etmiş olursa olsun) resmin, yaratının sonu değil, başlangıcı da
olabilir. Resim artık tek başına yaşayacak, tek başına kendini savunacak, tek
başına zamana karşı koyacak, tek başına unutulacak, ya da yepyeni ufuklar
açacaktır insanlara.
Van Gogh’un, yalnız ölüm üzerindeki yengisi değil, yaşam üzerindeki yengisi
resimleridir evi.
Artaud’nun Van Gogh metnini birlikte okuduğumuz akşam bana sormuştun.
“Bir kaçkını anlamak için kaçkın mı olmak gerek?” Bir yalnızı anlamak için
Yalnız mı olmak gerek? Bir atılmışı, bir sürgünü anlamak için, bir atılmış, bir
sürgün mü olmak gerek? Van Gogh’u anlamak için, Bir Antonin Artaud mu
olmak gerek?”
Sorunu yanıtlamamış, “Artaud’yu bir kez daha oku ve sonra bir kez daha bak
Van Gogh’un resimlerine” demekle yetinmiştim.
Kuşkusuz, bir kaçamaktı bu. Ama o gün bugün bana yönelttiğin soru
üzerinde düşünüyorum.
Bir yanıt bulamadım. Ya da yalnızca şu “geçici” yanıtı buldum: Bir kaçkını,
bir yalnızı, bir atılmışı, bir sürgünü ve bir “müntehiri” anlamak için,
bunlar olmak gerekmiyor. Nasıl ki bir resmi anlamak için, ressam olmak gerekmiyorsa. Ama yalnızlığı, atılmışlığı, sürgünü, intiharı anlamak ve içinde
duymak gerekiyor.
Resme gelince, onu sevmek, ona bakmak, onu dinlemek gerek. “İnsanoğluna
ait hiçbir şey bana yabancı değildir” demek.
Tüm sayıkladıklarım insanoğluna yabancı gerçekler olmadığına, resim sanatı da
Bu gerçeklerden biri olduğuna göre, sorunun yanıtını kendin ver. İster Van
Gogh’tan, ister Artaud’dan yola çıkarak…


Ferit EDGÜ-BİÇİMLER, RENKLER, SÖZCÜKLER (2008) Sel Yayıncılık





No comments:

Post a Comment