Tuesday 22 July 2014

“Soluk alıp verir gibi çekerim: Sonsuzluk ve Bir Gün..” Théo Angelopoulos



"Nice burunlar geçtik, nice adalar,
deniz bir başka denize karışıyordu"

Theo Angelopoulos'un, çekimleri sırasında geçirdiği kazada yaşamını yitirdiği Başka Deniz (The Other Sea) filmi, Yorgo Seferis'in Destansı Öykü'sünden bu dizelerle başlayacaktı.

"Başka Deniz" Yok Artık
Angelopoulos, Başka Deniz'de tüm Akdeniz bölgesini kökten etkileyen büyük bir coğrafya değişimini anlatacaktı; işçilerle sığınmacıların dayanışmasını, Yunanistan'daki ekonomik krizi, krizin sosyolojik etkilerini hikâye edecekti...


Gabriela Schulz: Son filminiz “Sonsuzluk ve Bir Gün” daha öncekilerden daha duygusal ve
şahsi. Bu film bir otobiyografi mi.?


Théo Angelopoulos: Benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir.. Deneyimlerim ve gördüğüm rüyalar. Bazıları zihni meşgalelerime, bazıları gerçek hayatımdaki olaylara daha yakındır. Orada burada okuduğum sözcükler ve cümleler vardır. “Sonsuzluk ve Bir Gün”, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama, düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir. Son filmlerim hep yaratma sürecindeki oyuncular ve krizler üzerine olduğundan otobiyografik yanı daha ağır basmaktadır. Eğer ısrar edecek olursanız, “Megalexandros”tan sonra ve “Kitara’ya Yolculuk”la başlayan bütün filmlerimin belli bir derecede otobiyografik olduğunu söyleyebilirim. Aslında yaptığım altı filmi iki ayrı üçlü olarak ayırıyorum.. benim için “kitara’ya yolculuk” tarihin suskunluğu’dur. “Arıcı” sevginin suskunluğu, “Sisli Manzara” ise Tanrı’nın suskunluğu’dur. “Sisli Manzara”da küçük çocuk, ablasına, “sınırların anlamı nedir?” diye sorar. Ondan sonraki üç filmde onun sorusuna bir cevap bulmaya çalıştım. “Leyleğin Geciken Adımı” ülkeleri ve insanları ayıran coğrafi sınırlarla ilgilidir. “Ulysses’in Bakışı” insan vizyonunun sınırlarından, hatta kısıtlamalarından söz eder. “Sonsuzluk ve Bir Gün” hayat ile ölüm arasındaki sınırları tartışır..

Gabrielle Schulz: Bu filminizin kahramanı şair “Alexander” derin bir kriz içindedir.. Bütün ömrünü geçirdiği deniz kıyısındaki evinden ayrılmak zorundadır.. Ağır hastadır ve ertesi gün ameliyat olmak üzere gireceği hastaneden sağ çıkamayacağını bilmektedir.. Bu durumdayken küçük Arnavut çocuğuna rastlar ve onunla birlikte hayatının önemli anlarında bir yolculuğa çıkar. Bize “Alexander’ın iç çatışmasını anlatabilir misiniz?

Théo Angelopoulos: Filmin tümü zaman içinde, günümüzde ve geçmişte sürekli bir yolculuktur.. Gerçek ile hayal arasında kesin sınırlar yoktur. “Alexander”ın yolculuğu gerçekte başlar.. Çocuğu, çocukları zengin ailelere satan bir çetenin pençesinden kurtarır ancak zamanda belli bir noktaya kadar yolculuk, içsel bir yolculuktur.. Örneğin, ikisi birlikte Arnavutluk sınırına vardıklarında sizler içindeki sahneyi hatırlarsınız; tel örgüye asılı insanlar vardır. Kuşkusuz sınır öyle değildir. Bu olaylar ve görüntüler sadece “Alexander”ın hayalindedir. Bu bir hayaldir. Tehdit edici dikenli teliyle sınır “Alexander”ın içindedir. Çocuk sadece onun iç çatışmasıyla yüz yüze gelmesine yardımcı olur; ona hayatının önemli anlarında yolculuğa çıkması, ölmüş karısı “Anna”yla mutlu anlarını hatırlaması için bir sebep verir.

Gabrielle Schulz: Bir monologda “Alexander”, “hiçbir şeyi tamamlamamış olmaktan pişmanım” der. Bu monologda kendimizden mi söz ediyordunuz.?

Théo Angelopoulos: Hiçbir şeyi istediğim şekilde bitiremediğimi itiraf ederim. Hep fiziksel ve duygusal engeller, beni tam bir tatmine erişmekten alıkoyan engeller olmuştur. Yüzeysel bir bakışla, “Alexander” hiçbir şeyi tamamına erdiremeyen bir insana benzemektedir, ancak kendi içine bakmaya başladığında, hedeflerinin hep elde ettiği sonuçlardan büyük olduğunu görür. Ben de kendi payıma aynı şeyi söyleyebilirim.

Gabrielle Schulz: Daha önce bu filmin hayat ile ölüm arasındaki sınırlar hakkında olduğunu söylediniz ama aynı şey “Arıcı” için de söylenebilir.

Théo Angelopoulos: Aynı şey değil. “Arıcı”da kahraman ölmeye karar verir.. “Sonsuzluk ve Bir Gün”de “Alexander”, ölümü aşmasına izin verecek bir köprü bulmayı umar ve bu köprünün kendisi yaşasa da yaşamasa da onu canlı tutacak sözcükler olduğuna inanır.

Gabrielle Schulz : Zamanın sizin gözünüzdeki anlamı nedir?

Théo Angelopoulos : “Zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur..” filmimin karakterleri zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ederler. En önemli soru şudur: ‘Yarın ne kadar sürecek?’ ve cevap: ‘Sonsuzluk ve bir gün.’ Talihliysek, bugün yanımızda taşıdığımız geleceğin görüntüsüne ulaşabiliriz..

Gabrielle Schulz: Bu filmdeki rol dağılımı.. “Bruno Ganz”a nasıl karar verdiniz ve “Ahilleas Skevis” adındaki çocuğu nasıl buldunuz?

Théo Angelopoulos: Senaryo bittikten sonra aklımda “Marcello Mastroianni” vardı. “Arıcı”da birlikte çalıştıktan sonra çok yakındık birbirimize.. “Ulysses’in Bakışı”nda oynayamadığı için düş kırıklığına uğramıştı ve rol için ideal görünüyordu. İtalya’da sahnedeyken kendisine rastladığımda sağlığının çok bozuk olduğunu gördüm. Bunu kendisine söyleyemezdim ama sonunda o bana oynayamayacağını söyledi. Bu onu son görüşüm oldu. Kısa süre sonra da öldü. “Ganz”ı Paris’te sahnede “Ulysses”i oynarken gördüm ve bunun hayırlı bir işaret olduğunu düşündüm. Hele rol için düşündüğüm tipe çok benziyordu. Çocuğa gelince, birlikte çalıştığım insanlara benzer deneyimleri yaşamış birini istediğimi söyledim. Pek çok kişiyi denedik, bir gün “Ahilleas” içeri girdi. O anda aradığım kişiyi, bulduğumu anladım. Gerçekten de kendisi en iyi seçim olmanın yanı sıra bütün film boyunca gerçek bir profesyonel gibi davrandı.

Gabrielle Schulz: Bu filmde “Ganz” gibi Yunanca konuşmayan ama Yunanlı karakterleri oynayan aktörlerle bir sorununuz oluyor mu?

Théo Angelopoulos: “Mastroianni”yle nispeten kolaydı. Kendi sesiyle oynamakta ısrar ederdi ve Yunanca diyalogları doğru telaffuz etmesini öğrenmişti. “Harvey Keitel”la daha güçtü ama “Ulysses’in Bakışı”ndaki karakterin bir mazereti vardı; uzun yıllar Amerika’da kaldığı için çoğunlukla İngilizce konuşabilirdi. “Ganz” çekimde Almanca konuştu -en rahat konuştuğu dil odur- , bir Yunan aktörüne dublaj yaptırttık. Aslında onun ağzından başkasının sesinin çıktığını duyunca hâlâ huzursuzluk duyarım.

Gabrielle Schulz: Geçmiş filmlerinizin özellikle hatırladığım bir sahnesi var. “Sisli Manzara”da küçük kızın, ‘korkuyorum’ demesi. Oğlan ‘korkma, sana bir hikâye anlatacağım’ der. ‘Başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi.’ Sis dağılır, ufuk görünür ve çocuklar bir ağacın gövdesine sarılırlar. Filmlerinizle kaosa biraz ışık getirmeye mi çalışıyorsunuz?

Théo Angelopoulos: Evet, film yapma sebebim bu. Ben misyoner değilim. İnsanları eğitmek istemiyorum; kaostan aydınlığa giden bir yol bulmak istiyorum. Değerlerin artık var olmadığı karışık bir dünyada, karışıklık ve yönünü şaşırmışlıkla melankoli, el ele gidiyor. Ama insanalar kendilerine hâlâ aynı soruyu soruyorlar: Nereden geldim, nereye gidiyorum. Hayat, ölüm, sevgi, dostluk, gençlik ve yaş hakkında sorular.

Sözünü ettiğiniz sahnenin sonu özgün haliyle daha karamsardı. Çocukların sisin içinde kaybolmalarını istiyordum. Ama senaryoyu okuyan kızlarımdan biri, ‘çocukların babaları nerede, evleri nerede?’ diye sordu. Bunun üzerine daha iyimser bir son yazdım. İki çocuk, yolculuk boyunca kendi dünyalarına inanmayı öğrenirler. Ayrıca, ilk bakışta görülmeyen şeyleri görmeyi de.
Her neyse, ben zamanımızın karışıklığından çıkma yolları bulabilmemiz konusunda aynı derecede karamsar ve iyimserim. Ama insanların yeniden hayal kurmayı öğrenmelerini yürekten diliyorum. Hiçbir şey hayallerimizden daha gerçek değildir..

Gabrielle Schulz: Filmlerinizin ana motifi Yunanistan kırsalı. Manzaraları bir kadastrocu gibi ölçüyorsunuz âdeta, sonra da anlar aracılığıyla karakterlerinizin duygusal yansımalarını açıklıyorsunuz?


Théo Angelopoulos: Yunanlılar bana çok kere şunu sormuşlardır : “Bu manzaralarda görülen yerler nerede?” Aslında filmlerinde gördüğünüz manzaralar yoktur doğru, bazı kısımları gerçektir. Ben Yunanistan’ı karış karış dolaştım. Bu yolculuklarda hoşuma giden yerler keşfettim: Bir ev, bir sokak, bir tepe, bir köy… Bütün bunları bir kolaj içinde topluyorum. Kimi zaman renkler, kimi zaman biçimler birlikte uyum sağlıyor. Bir bakıma bir ressam gibi görüntü yaratıyorum, böylece hayalimi bir tuvale yansıtıyorum. Ben gerçeği anlattığım iddiasında değilim; kendi hayalimi gerçeğe yansıtıyorum. Sonuç ikisinin arasında bir şey oluyor. Sürekli olarak kendi kendime sorduğum bir soru var: Kişisel deneyimlerimi şiire nasıl dönüştürebilirim…

Gabrielle Schulz: Şiirden söz ettiniz, “Sonsuzluk ve Bir Gün”de on dokuzuncu yüzyıl şairlerinden Yunanistan’ı dolaşıp, şiirleri için sözcük satın alan “Dyonisios Solomos”un harika bir hikâyesi var. Bu gerçek bir hikâye mi?

Théo Angelopoulos: Kısmen. “Solomos” büyük bir şairdi, İyonya adalarından bir soylunun oğluydu, zamanında İtalya kültürünün ve aşağı sınıftan bir kadının etkisi altında kalmıştı. Proleter köklerini kesmek isteyen babası, henüz dokuz-on yaşlarında bir çocukken onu eğitimi için bir İtalyan manastırına gönderdi. “Solomos” orada yetişti, tam eğitimini tamamlamak üzereyken ve İtalyanca şiir yazmaya başlamışken Yunanlıların, Türklere karşı ayaklandıklarını duydu. Çocukluğunun anlarını, annesini, annesinin kendisine söylediği şarkıları hatırladı ve yurduna dönüp, milli mücadeleye katılmaya başladı. Ancak bir şair olduğu için elinden yazmaktan başka bir şey gelmezdi. Devrimci şiirler, kahramanların ölümlerine ağıtlar yazması, unutulmuş özgürlük imajını canlandırması gerektiğini düşündü. Yunancası çok kıt olduğundan ülkede dolaşıp hiç bilmediği sözcükleri toplayıp defterine yazdı. Gerçek budur işte. Her sözcüğe para vermesini ben uydurdum. Burada benzetme açıktır; ana dilimiz, tek gerçek kimlik kartımızdır. “Heidegger”in bir sözü vardır: “Tek meskenimiz, dilimizdir..” Her sözcük, onu kullanana yeni kapılar açar ama o kapıdan geçmek için bedelini ödemeniz gerekir..

Gabrielle Schulz: Filmlerinizin her birinde öne çıkan ve insanın soluğunu kesen tılsımlı, unutulmaz anlar var. Bu filmde, o yağmurlu gecede Selanik’teki otobüs yolculuğu.

Théo Angelopoulos: Bu sekans senaryo da çok farklıdır. Perdede gördüğünüz setteki doğaçlamanın sonucudur. Özgün halinde hem görüntü hem de ses olarak da çok gerçekçi bir sekans olacaktı. Ama çekerken buraya zamanın durduğu hissini vermemin daha doğru olacağını düşündüm. Özgün sahnenin değişme sebebi buydu.

Gabrielle Schulz: Filmlerinizde yolculuklar ve eve dönüşler çok sık yer alıyor. Bunların sizin için anlamı nedir?

Théo Angelopoulos: Yolculuk değişiklik, yeni başlangıçlar getirir. Kendinizi daha iyi tanırsınız. Ben yolculuğa çıktığımda iç dünyamda dolaşırım. Yolculuk arzum aynı zamanda dönüş isteğimi de belirtir.

Gabrielle Schulz: Yunanistan sizin yurdunuz mudur, yoksa kendini bütün ömrünü sürgündeymiş gibi geçirdiğini söyleyen “Alexander” gibi mi düşünüyorsunuz?

Théo Angelopoulos: Yunanistan’da hâlâ kendi yurdunu arayan bir yabancı gibi hissediyorum kendimi. Hep bunu hissettim ve sebebini bilmiyorum. Kendi içimde tekrar sınırlar aşıyorum ve soru hâlâ aynı: Hedefime varana kadar daha kaç sınır aşacağım? Yunanistan’da kendimi yabancı hissetmeme rağmen buradan ayrılamam. Her yerde aynı duygulara kapılacağımdan eminim.

Gabrielle Schulz: Bir keresinde soluk alıp verir gibi film çekiyorum demiştiniz. Nasıl soluk alıp verirsiniz?

Théo Angelopoulos: Film çekerken hiçbir şeyi zorlamam. Zaman mekân, mekâna da zaman katmak için çok uğraşırım. Çekim sırasında soluk alıp vermeye zaman tanırım.

Gabrielle Schulz: Cannes’ın en büyük ödülü Altın Palmiye’yi neden “Ulysses’in Bakışı”na değil de, “Sonsuzluk ve Bir Gün”e verdiklerini anlayabiliyor musunuz?

Théo Angelopoulos : Altın Palmiye’yi almak bir kadınla buluşmaya benzer. “Ulysses” ile ben, randevu yerindeydik, ama Palmiye gelmedi. Bu defa herhalde beklemediğim için olacak, geldi işte.

Röportaj : “Théo Angelopoulos” – “Gabrielle Schulz”, Şubat 1999 , Die Zeit.


Théo Angelopoulos Filmography

The Broadcast (E Ekpombei) (1968) short film

Reconstruction (Anaparastasis) (1970)

Days of ’36 (Meres Tou ’36) (1972)

The Travelling Players (O Thiasos) (1975)

The Hunters (E Kenege) (1977)

Alexander the Great (O Megalexandros) (1980)

One Village, One Villager (Chorio Ena, Katekos Enas…) (1981) television

Athens: Return to the Acropolis (Athena, Epistrophi Stin Akropoli) (1983) television

Voyage to Cythera (Taxidi Sta Kithira) (1983)

The Beekeeper (O Melissokosmos) (1986)

Landscape in the Mist (Topo Stin Omichli) (1988)

The Suspended Step of the Stork (To Meteoro Vima Tou Pelargou) (1991)

Ulysses’ Gaze (To Vlemma Tou Odyssea) (1995)

Eternity and a Day (Mia Eoniotita Ke Mia Mera) (1998)

Trilogy: The Weeping Meadow (Trilogia: To Livadi pou dakryzei) (2004)


No comments:

Post a Comment