Beklemek.
Beklemek. Beklemek... Yazı baştan sona yalnızca bu sözcükle yazılabilirmiş
gibi. O zaman yazı olur mu? Olmaz. Beklemek olur. Hatta artık Türkçeye yasal
biçimde de kazandırılmış olan ‘bekleme yapmak’ çiftefiilindeki gibi de olur.
Bekleme yapmak, trafikte araçlar için kullanılıyor, fakat fiil o kadar doğru
ki, insanın bu ayrımcılığa itiraz edesi geliyor: Niye, biz niye bekleme
yapmıyoruz?
Sabah
erken işe, okula gidiyorsanız, yürüyor, taşıtlara biniyor, caddelerden
meydanlardan geçiyorsanız, aslında ne tuhaf, gittiğinizi, koştuğunuzu değil,
tam tersine beklediğinizi, bekleme yaptığınızı görürsünüz. Dar alanda kısa
paslaşmalar gibi. Ve ne tuhaf, dünyaya beklemek için gelmişsiniz gibi.
Dünya
bir bekleme yeri gibi. Sanki buradan başka ve asıl gideceğimiz yere gideceğiz
de, şimdilik, geçici olarak burada, bu bir terminal duygusu veren dünya adlı
arabölgede bekliyormuşuz gibi. Ya sabır ya tevekkül. Buradan gideceğimiz
muhakkak da, benim demem o değil. Dünyanın altında ve üstünde, bazen uyur bazen
uyanık halde bekleme yapmamız. Yediuyurlar da sayılabiliriz 100 yıl sonra
uyanmak üzere uykuya ya da başka bir boyuta geçen.
Şimdi
dünya denizlerinde insanlar bekliyor, köhne, çürük, belki de bu yazıyı yazarken
çoktan bir batık olacak olan teknelerde. Bekliyor. Herkes başkasını bekliyor.
Birbirimizi bekliyoruz. Ama gelmeyeceğimizi biliyoruz. Biliyor. Bile bile
bekliyoruz. Bildiğimiz tek şey belki de beklemek. Hepimiz birbirimizin
beklediğini biliyoruz. Hepimiz beklemedeyiz.
Godot’yu
Beklerken, “Barbarları Beklerken”... Baharı beklerken de var ama, sanırım
baharı bekleme hali başka bir hal. O ‘ben seni kimseler beklemezken bekledimdi’
duygusuyla beklenen bir şey. Hatta baharı beklerken değil, bahara yürürken,
bahara koşarken eylemleri daha uygun bu ‘bekleyiş’e. Galiba artık beklemek de
‘beyhude’ şeylerden. Belki de hiçbir şeyin olmayacağını, hiç kimsenin
gelmeyeceğini bilerek beklemek daha iyi. İyi ama o da beklemek sayılmaz ki!
Eskiden diyelim. Bu da iyilik yerine geçsin. İyi olan şeyler beklenirdi, iyilik
beklenirdi, iyi olacak diye beklenirdi. Çoktur her şeyde bir ‘distopya’
duygusu. Hiçbir şey iyi olmayacak, beklenen iyilikler gelmeyecek duygusu.
Belki
yalnızca güneşi beklerken bir ışık yanabilir insanların gözlerinde. Sokak
hayvanları ve sokak insanları, yoksullar, Suriyeliler için doğuyordur belki de
bugünlerde güneş. Onların ıslak gözlerini, ıslak gönüllerini ısıtmak için. Ama
güneş de onların bekleyişine son veremez. Taşların, kaldırımların üstünde,
çerçevesinden yeni indirilmiş bir aile tablosu gibi bekliyorlar çünkü. Biz
işimize giderken bekliyorlar, biz evimize dönerken bekliyorlar. Bizi mi
bekliyorlar, bilmiyorum, belki görünüşte. Keşke bizi bekleselerdi, bazen
acıyarak bazen onları buralara düşürenleri, savaşı kışkırtanları ‘hayırla yad
ederek’ avuçlarına sıkıştırdığımız bozuk paraları bekleselerdi. Hayır, hiçbir
şeyi beklemiyor onlar da. Ne dünün geri gelmesini bekliyorlar ne de yarın diye bir
gün olacak bekleyişlerinin sonu.
Oysa herkesin gözü gelecektedir diye
düşünürdük. Hepimiz yarını düşünürüz, yarın bizim gizli ya da açık umudumuzdur,
onsuz olmaz, yarınsız olmaz. Şimdi yarını beklememek, yarın diye bir şeyin
yokluğu, beklemeyi de ‘beyhude’ kılıyor. Yarın duygusu oysa beklemenin ne güzel
bir eylem olduğunu gösterir, yarını beklemek insanda vicdan, adalet, merhamet
duygularını sürekli kılabilir, sıcak tutabilir ve aşk da, yarın varsa, vardır.
Çünkü yarın beklemenin diğer adıdır. Çünkü düşlerimiz biraz da yarında
saklıdır.
Bir
sirkte gibiyiz. Yarın başka bir yere gideceğiz buradan ama yine o çadırın
içinde geçecek ömrümüz. Gösterimizi o çadırda yapacağız. Bizi izlemeye o çadıra
gelecekler. Ve biz hep gösteri sıramızın gelmesini bekleyeceğiz. Sonra
barbarları beklemeyeceğiz. Niye bekleyelim, barbarlar biziz. Birbirimizin
barbarıyız.
Yürüyoruz,
koşuyoruz, yetişiyoruz, öne geçiyoruz ama bir yere gittiğimiz filan yok
aslında. Burada, orada, sessizlik içinde bekliyoruz. Birileri kendinin nöbetinde
olduğu hülyasıyla avunuyor, birileri ‘ilerleyelim beyler’ diyor, biri iki
yalnız bir bekleyişe değer tesellisinde. Her şey dar alanda. Sözler de öyle.
Bir Edip Cansever şiiri gibi de denilebilir, taşrada bir Turgut Uyar şiiri gibi
de. Turgut ‘amca’yı ve Edip ‘bey’i anınca, arkadaşları da sökün eder. Biz de
Cemal Süreya’nın “Kim istemez mutlu olmayı/ama mutsuzluğa da var mısın?”
sorusunu “kim istemez umutlu olmayı/ ama umutsuzluğa da var mısın?” sorusuna
çevirelim. Ve Can Yücel gibi “umutsuzluktur şairin işi” diyelim.
Haydar
Ergülen
No comments:
Post a Comment