Sunday 3 May 2015


Akira Kurosawa 1990 yılında Tokyo'da Ağustos'ta Rapsodi'yi çekerken Marquez onunla çeşitli konular hakkında altı saatlik bir söyleşi gerçekleştirir. Bu röportaj ilk kez 1991'de Los Angeles Times'ta yayımlandı.


M: İki dost arasındaki bu sohbetin bir röportaja dönüşmesini istemiyorum ama senin ve çalışmaların hakkında merak ettiğim birçok şey var. Senaryolarını nasıl yazıyorsun onu öğrenmek istiyorum. Bu merakımın iki nedeni var: Birincisi, ben de senaryo yazıyorum. İkincisi, büyük edebiyat eserlerinin muhteşem uyarlamalarını yaptın ve benim eserlerimin de yapılmış ya da yapılacak uyarlamaları konularında şüphelerim var.

 

K: Senaryolaştırabileceğim orijinal bir fikir bulduğumda elimde kağıt kalemle bir otel odasına kapanıyorum. Orada konunun genel hatları ortaya çıkmış oluyor. Hikayenin sonunun nasıl geleceğini üç aşağı beş yukarı biliyorum. Açılış sahnesinin ne olduğunu bilmiyorsam, beni o sahneye kendiliğinden götüren düşünce akışını takip ediyorum.

 

M: Filmle ilgili aklına ilk gelen fikir mi yoksa görüntü mü oluyor?

 

K: Bunu çok iyi açıklayamayabilirim. Her şey, dağınık görüntülerle başlıyor. Ancak Japonya’da, önce senaryonun kapsamlı bir treatmanının yazıp, ardından onu sahne sahne kuran, ancak ana hikayeyi bir düzene oturttuktan sonra yazmaya başlayan senaristler tanıyorum. Bunun doğru bir yöntem olduğunu düşünmüyorum çünkü hiçbirimiz Tanrı değiliz.

 

M: Shakespeare, Gorki ya da Dostoyoveski uyarlamalarında da bu kadar içgüdüsel bir yöntem takip ettin mi?

 

K: Baştan savma filmler çeken yönetmenler edebi imgeleri sinemasal görüntülere aktarmanın ne kadar zor olduğunu anlayamayabilir. Mesela, bir demiryolu kenarında bir cesedin bulunduğu bir dedektif romanının filmini çektiğimiz sırada genç yönetmen, belli bir bölgenin kitapta anlatılan bölgeye denk düştüğünde ısrar ediyordu. “Yanılıyorsun,” dedim. “Kitabı okudun ve rayların kenarında bir cesedin bulunacağını biliyorsun. Bu bir sorun. Ancak kitabı okumamış olanlar için bu yerin özel bir değeri yok.” Sinemasal imgelerin farklı yollarla ifade edilmesi gerektiğini anlamayan o genç yönetmen, edebiyatın sihirli gücüne esir olmuştu.

 

M: Gerçek hayatta, sinemaya aktarılamayacak kadar imkansız olduğunu düşündüğün bir sahne/görüntü hatırlıyor musun?

 

K: Evet. Çok gençken yardımcı yönetmen olarak çalıştığım Ilidachi adlı maden kasabası. Yönetmen orayı görür görmez muhteşem ve tuhaf bir atmosferi olduğunu söylemiş, biz de bu yüzden filmi orada çekmiştik. Fakat görüntüler sadece sıradan bir kasabayı yansıtıyordu çünkü hissettiklerimiz ekrana yansımıyordu. Anlatılmak istedeğimiz, oldukça tehlikeli çalışma koşulları ve madencilerin eşleriyle çocuklarının onların güvenliğinden duydukları endişeydi. Köyün manzarası bu duygularla iç içe geçiyor ve köyün üzerindeki tuhaflık daha etkili hale geliyordu ama kamera bizim gördüklerimizi gösteremiyordu.



M: Kitaplarının uyarlanmasından memnun olan çok az yazar var. Uyarlamalarında neler yaşadın?

 

K: Önce bir soru sormama izin ver lütfen. Red Beard filmimi seyrettin mi?

 

M: Yirmi yılda altı defa izledim. Çocuklarım izleyebilecekleri yaşa gelene kadar hemen hemen her gün onlara, Red Beard’den söz ettim. Ailemin ve benim en çok sevdiğim film! Sinema tarihinde benim en sevdiğim filmlerden biri!

 

K: Red Beard, geçirdiğim evrimin ana noktası. Ondan önce çektiğim filmlerim, onu takip eden filmlerimden tamamen farklı. Bir dönemin kapanıp ötekinin açıldığı bir filmdi.

 

M: Bu çok belli. O filmde, çalışmalarının bütünlüğüne kıyasla uç kalan iki sahne var, ki ikisi de unutulmaz sahneler: İlki, dua eden peygamberdevesi sahnesi öteki de hastane avlusundaki karate sahnesi.

 

K: Evet. Kitabın yazarı Shuguro Yamamoto, kitaplarının sinemaya uyarlanmasına hep karşı çıkmıştı. Red Beard için bir istisna yapmıştı çünkü istediğimi alana kadar ısrar ettim. Filmi izledikten sonra döndü ve bana, “Romanımdan daha ilgi çekici,” dedi.

 

M: Neden bu kadar beğendiğini merak ediyorum.

 

K: Sinemanın tabiatının farkındaydı. Benden sadece baş karakter konusunda dikkatli olmamı istemişti. O, kadını, gerçek bir başarısızlık abidesi olarak görüyordu. Ancak ilginç olan, kadının başarısız bir kadın olduğu fikri romanında çok belirgin değildi. 

 

M: Öyle olduğunu düşünmüş olabilir. Biz romancıların başına sık sık gelir bu.

 

K: Evet. Kitaplarından uyarlanan filmleri gördüklerinde yazarlar, “Kitabımın o sahnesi çok güzel resmedilmiş,” diyorlar. Ancak aslında kastettikleri yönetmenin eklemeleri. Söylemek istedikleri şeyi anlıyorum. Yazmak isteyip yazamadıkları ve tamamen yönetmenin sezgileriyle eklediği şeyi, beyazperdede açıkça ifade edilmiş görüyorlar.


M: “Şairler, zehirleri birbirine katar,” diye bilinir. Son filmine gelecek olursak, bir tayfunu filme almak zor muydu?

 

K: Hayır. En zoru, hayvanlarla çalışmaktı. Su yılanları, gül yaprakları yiyen karıncalar… Evcilleştirilmiş yılanlar, insanlara alışkın olduklarından sürünmüyorlar. Tıpkı yılan balıkları gibi hareket ediyorlar. Bu bir sorundu. Bütün gücüyle kaçmaya çalışan ve gerçekten korkutucu olan kocaman, vahşi bir yılanı yakalayarak sorunu aştık. Rolünü çok iyi oynadı. Karıncalara gelecek olursak, onları, bir güle ulaşana kadar tek sıra halinde gül ağacında tırmandırmamız gerekiyordu. Uzun süre çıkmakta isteksiz davrandılar. Sonra hat boyunca bal döktük ve karıncalar tırmanmaya başladı. Doğrusu çok zorluklar yaşadık ama değdi. Karıncalar hakkında birçok şey öğrendim.

 

M: Evet, fark ettim. Ancak nasıl bir film ki tayfunla sorunu olduğu kadar karıncalarla da olsun? Ana konu nedir?

 

K: Birkaç kelimeyle özetlemek zor.

 

M: Birileri birilerini öldürüyor mu?

 

K: Hayır. Atom bombasından sağ kurtulup Nagasaki’de yaşayan, yazın torunlarının ziyaret ettiği ihtiyar bir kadının hikayesi. Şok edici, dayanılmaz gerçeklikte sahneler çekmedim. Yakalamaya çalıştığım şey, atom bombasının halkımın yüreğinde bıraktığı yaralar ve bu yaraların yavaş yavaş sarılmasıydı. Bombanın atıldığı günü çok net hatırlıyorum. Bu olayın yaşandığına hala inanamıyorum. Ama Japonların çoktan bu olayı unutmuş olması daha da acı.

 

M: Bu tarihsel amnezi, Japonya’nın geleceği ve Japon halkının kimliği için ne anlama geliyor?

 

K: Japonlar, bu olayı açıktan konuşmuyor. Özellikle politikacılarımız, Amerika korkusundan sessiz kalıyorlar. Truman’ın II. Dünya Savaşı’nın sonunun gelmesini hızlandırmak için atom bombasının atıldığı şeklindeki açıklamasını kabullenmiş olabilirler. Ancak bizim için savaş sürüyor. Hiroshima ve Nagasaki’de resmi rakamlara göre 230.000 ölü var. Gerçekte yarım milyondan fazla ölü var. Bugün bile Atomic Bomb Hospital’de 45 yıllık acının ardından radyasyon etkisinden ölmeyi bekleyen 2.700 kişi var. Yani, atom bombası Japonları öldürmeye devam ediyor.

 

M: En mantıklı açıklama, Sovyetler kendilerinden önce Japonya’yı alır korkusuyla Amerika’nın savaşı bombayla bitirmeye çalışması gibi duruyor.

 

K: Evet ama neden savaşla hiçbir ilgisi olmayan, sadece sivillerin yaşadığı bir şehri bombaladılar? Savaşın içinde bulunan askeri kamplar vardı.

 

M: Tokyo’nun kalbinde savunmasız duran Imperial Palace’ı da vurmadılar. Bence bunun açıklaması, siyasi ve askeri merkezlere dokunmadan hızlı bir pazarlık yapıp ganimeti müttefikleriyle paylaşmak istememeleriydi. İnsanlık tarihinde bunun benzerini hiçbir halk yaşamadı. Peki, Japonya atom bombası olmadan teslim olmuş olsaydı bugün geldiği noktaya gelir miydi?

 

K: Bunu bilmek zor. Nagasaki’den sağ kurtulanlar, yaşadıkları şeyleri hatırlamak istemiyorlar çünkü birçoğu hayatta kalabilmek için ailelerini, çocuklarını ve kardeşlerini terk etmek zorunda kaldı. Kendilerini hala suçlu hissediyorlar. Bombalamanın ardından ülkeyi altı yıl boyunca işgal eden Amerikan birlikleri bu unutkanlığın hızını çeşitli yollarla etkiledi. Japon hükümeti de onlarla işbirliği yaptı. Tüm bunları savaşın doğurduğu kaçınılmaz trajedinin bir parçası olarak görmeye hazırım ama bombayı atan ülkenin Japon halkından en azından özür dilemesi gerektiğini düşünüyorum. Özür gelmedikçe, bu dram bitmeyecek.

 

M: O kadar uzak mı? Bu felaket, uzun soluklu bir mutluluk dönemiyle telafi edilmez mi?

 

K: Soğuk Savaş ve silahlanma yarışının başlangıç noktası atom bombasının atılmasıdır. Ayrıca nükleer enerjinin üretilmesi ve kullanılması sürecinin de başlangıcıdır. Böyle bir geçmişin üzerine mutluluk inşa edilemez.

 

M: Anlıyorum. Nükleer enerji lanetli bir güç olarak doğdu. Lanetli güç, Kurosawa için güçlü bir tema. Nükleer enerjinin kendisine değil de başlangıçtan itibaren kötü emellerle kullanılmasına karşı çıkman ilgimi çekiyor. Elektrikli sandalyeye rağmen elektrik hala iyi bir şey.

 

K: Aynı şey değil. Nükleer enerjinin, insan eliyle oluşturulabilecek bir kontrol mekanizmasının ötesinde olduğunu düşünüyorum. Nükleer enerjinin kontrol etmede yapılacak bir hatanın sonuçları ani ve telafi edilemez olur, radyasyon nesiller boyu etkisini sürdürür. Su kaynadığında bir süre soğumaya bırakırsın ve tehlike ortadan kalkar. Yüzlerce yıldır kaynamaya devam eden madenleri kullanmaya bir son verelim.



 
 
 
M: İnsanlığa olan inancımın büyük bir kısmını Kurosawa filmlerine borçluyum. Atom bombasının yalnızca sivillere karşı kullanılması ve Japonların bu olayı unutması için Japonların Amerikalılarla gizlice işbirliği yapmasını korkunç bir adaletsizlik olarak görmeni anlıyorum. Fakat askeri  olmayan amaçlarla, insanlık adına faydalı olabileceğini hesaba katmadan nükleer enerjinin tamamen lanetlenmesini de aynı şekilde adaletsizce buluyorum. Düşüncelerinde birbirine karışmış duygular olduğunu düşünüyorum. Ki bu duygular; Japonya’nın atom bombasını unutmuş olmasından duyduğun öfke ve suçlunun, ki burada Amerika oluyor, suçunu kabullenmemesi, Japon halkına borçlu olduğu özrü dilememesi.
 
K: İnsanlar, müdahale edemeyecekleri bir gerçeğin parçası olduklarını anladıklarında daha insan olacaklar. Şu anda Çernobil’de olduğu gibi sekiz bacaklı atların ya da makatı olmayan çocukların doğmasına neden olmaya hakkımız yok. Sohbet hiç istemediğim halde ciddi bir yere gidiyor.
 
M: Doğru olanı yaptık. Böylesi ciddi bir konu ancak ciddi biçimde tartışılır. Tamamlamak üzere olduğun filmin bu konu hakkındaki görüşlerini aydınlatıyor mu?
 
K: Doğrudan değil. Bomba atıldığında genç bir gazeteciydim. Yaşananlar hakkında yazılar yazmak istedim ama işgal sonlanana kadar buna izin verilmedi. Bu filmi yapmak için araştırmalar yaptım. Şimdi, o günlerde bildiğimden fazlasını biliyorum. Düşüncelerimi olduğu gibi filmde yansıtsaydım film bugün ne Japonya’da ne de başka bir yerde gösterilir.
 
M: Bu sohbetin bir suretini yayınlayabilir miyiz?
 
K: Karşı çıkmam. Bilakis bu konu, herkesin hiçbir kısıtlama olmaksızın görüşlerini sunabileceği bir konu olmalı.
 
M: Çok teşekkürler. Düşünüyorum da, bir Japon olsaydım bu konuda ben de senin gibi taviz vermezdim. Seni çok iyi anlıyorum. Savaş, kimse için iyi değil.
   
 
K: Öyle. Sorun şu ki, mermiler sıkılmaya başladığında İsa ve melekler bile ordu kumandanlarına dönüşüyor.  
(Alıntı)


 

 

No comments:

Post a Comment