Çiçek
Kahraman’ı tanımayanlar için kısaca tanıtıyorum evvela: Kendisi bir film
kurgucusu. Çalıştığı filmlerden bazıları, Mavi Dalga, Bizim Büyük
Çaresizliğimiz, Ara, Tatil Kitabı, Küçük Kıyamet ve daha başka filmler de var.
Kahraman ile geçtiğimiz hafta, kendisine ait bir video yerleştirmesi hakkında
konuştuk: Bütün Mahalleli Duysun. Fakat sohbet, Bütün Mahalleli Duysun ile
başlayıp upuzun ve heyecan verici şekilde başka yerlere savruldu. Ömrümüz
uzunluğundaki bu röportajda neler var: Pencerelerden mahalleyi gözleyen eli çay
bardaklı kadınlar, annesini pencereden atmaya çalışan film karakterleri,
ulaşılamayan film arşivleri, dev bir araştırmanın arka planı, Yeşilçam’ın türlü
halleri, ortadan kaybolan senaristler, Jaws filmini kurguda kurtaran kadın ve
kurgu odasında, Youtube başında, arayıp tararken ve “kendi cümlesini kurmak”
peşinde bir Çiçek Kahraman.
Sohbetimiz
Bütün Mahalleli Duysun ile başladığından, yine, evvela bu işten bahsetmek
gerekiyor. 17 Şubat-2 Mart arasında Salt Beyoğlu’nda sergilendi Kahraman’ın
işi. Karartılan bir koridordan, yine karanlık bir salona çıkan izleyiciler,
karşılıklı iki duvara yansıtılmış toplam kırk pencere gördüler. Duvarlardan
birinde görünen yirmi pencerede, birtakım insanlar ya karşı pencereye, ya da
sokağa sesleniyor, bazen karşı pencereden de cevap alıyorlardı. Siz bu iki
duvarın arasında dururken sesin geldiği pencereyi bulmaya çalışıyordunuz. Yani
aslında, siz bir sokaktasınız ve sesin geldiği yöne dönerek bedeninizle de
katılıyor, yerleştirmenin bir parçası oluyorsunuz. Bir yandan da bazı
dedikodulara, mahrem sırlara, kurlaşmalara, meydan okumalara şahitlik
ediyorsunuz.
Çiçek,
bu çok güzel bir iş ve birçok yerde de röportaj verdin aslında. Yine de fikrin
nasıl ortaya çıktığından bahseder misin? Nasıl şekillendi, son halini aldı?
Kurtuluş’ta
film çekerken camdan bakan insanları da çekmiş bir arkadaşım. Film setini,
sokağı izleyen meraklı insanlar. Bu, bana iyi bildiğimiz bir motifi uzun
zamandır sinemada görmediğimizi hatırlattı. Çıkış noktası bu, ama “çıkacağı
varmış” diyorum ben biraz da. Denk geldi yani. Zaten benim aklım bir şeyleri,
bir şeylerle birleştirme üzerine çok çalışıyor. İki şeyi yanyana getirmek yani,
yemek yaparken de, insanları tanıştırırken de böyle. O yüzden ben bu
pencereleri ne yapayım, video yapayım, arka arkaya olsun, biri bir şey desin,
bir diğeri cevap versin, daha büyük ve mekana yayılan bir şey belki… derken
gelişti proje. Pencerenin meselesi mekân, “bakan ve bakılan” olduğu için
zamanla değişti, gelişti, içerik oluştu. En başta “pencereden konuşan insanları
alt alta üst üste dizeyim”den ibaretti fikir. O noktada, konuşacaklarını ben de
bilmiyordum. Belki sadece bakacaklardı ve o da başka bir deneyim olabilirdi.
Özellikle yurtdışına götürmek isteyenler oluyor filmi, oysa altyazı
yapılabilecek bir formatı yok, altyazısız da hissi kaybolmaz belki ama içerik
kaybolur. Başka bir versiyonunu yapar mıyım diye düşünüyorum şimdilerde.Büyük bir arama tarama işi var anlaşılan bu pencerelerin seçilmesinde, kaç filmden bahsediyoruz ve nerelerde buldun, nasıl ulaştın filmlere?
Üç senede yedi yüz film taradım ve çoğunu da
Youtube‘ta buldum işin doğrusu. Yani on yıl önce bu işi yapmak isteseydim nasıl
erişirdim filmlere hiç bilmiyorum. Üniversite kütüphanesinden DVD’ler alıyordum
onar onar ve her defasında uğraşmak da zordu. Filmlerin çoğu da Youtube‘da
vardı. Aslında Yeşilçam filmlerine özel düşkünlüğüm olmasa yapılacak iş de
değildi. Sıkıcıydı yer yer, bazen de seyrederken kapılıp gidiyordum filme ve
filmin yarısına gelince hatırlıyordum ne yaptığımı. Bazı günler “bugün beş
saatim var, üç film tararım” diyordum. Bazen de gecenin bir yarısı “Selvi
Boylum’u neden atladım ki, orada Kadir İnanır camdan bakıyordu” diyordum.
Bildiğim filmler de vardı aralarında; bilmediklerimi de, afişinden, isminden
mahallede geçebileceğini düşündüklerimden seçiyordum. Bu taramayı yaparken işin
teknik kısmını nasıl yapacağımı da hiç bilmiyordum açıkçası. Yüzme bilmeden
denize atlamaktı yaptığım. “Elbette bir yolu vardır ne kadar zor olabilir ki?”
diyordum kendime ve aslında aşmam gereken iki engelle de karşılaştım. Benim
kullandığım kurgu programı, bir plan, arkasına bir plan daha, bir plan daha
diye çalışıyor. Dikey kanallarda iyi çalışan bir program değildi ve daha
gelişmiş başka bir programa geçince de bir operatör girdi işin içine. Onunla da
çok iyi anlaştık. Yirmisi bir tarafta, yirmisi diğer tarafta olmak üzere kırk
pencere ile uğraşıyorduk. Benim alıştığım, pencerelerin yan yana geldiği bir
durumdu, oysa bu kez bazıları altta, üstte yer alıyordu ve kimin kime ne dediği
de belli değildi. Pencerelerden biri bir soru sorduğunda, “cevabı üst kat mı
versin, karşı kat mı versin?” sorusu mesele oldu. Birden, çoklu değişkenli bir
probleme döndü iş ve en çok o aşamada zorlandım galiba. Teknik zaten benim
elimden çıkmıştı, ama o kararları vermek de kolay olmadı. Yine de bir işin
içine girince sonu da geliyor mutlaka.
Youtube‘ta
bazı filmlerin kaliteleri çok kötü ama, onları eledin mi?
Ben
Youtube‘u sadece tarama için kullandım. Kullanmaya karar verdiğim filmlerin
daha iyi kopyalarını aradım buldum sonradan. Bizde ulusal bir sinema arşivi
yok, ama ilginçtir bazı Yeşilçam düşkünü kimselerin geniş arşivleri var. Bu
kimseler zamanında kanallara gidip ordaki “betacam” kayitlardan kendilerine
kopya almışlar, bazen de bu kopyaları İnternet’e koymuşlar. Onların bazılarına
ulaştım, okul kütüphanelerine gittim. Bu kaynaklardan yani kullandığım
kopyalar. Benim bildiğim en iyi arşiv Mimar Sinan’da, ama orası da
erişilememesiyle meşhur bir yer olduğu için çaldığım bir kapı olmadı orası, ama
çok da ihtiyaç kalmadı zaten oraya.
Pencerelerden
duyulan sesleri, diyalogları seçerken nelere dikkat ettin, belli bir akış var
galiba?
Evet, bir akış var. En sevdiklerimi kullandım
galiba. Camda konuşanların çoğu kadın, daha doğrusu camda konuşan iki erkeğe
hiç rastlamadım araştırma yaparken. Erkeklerin mekânı değil cam. Oysa kadınlar
için ellerinde kahve ve çayla durabilecekleri bir yer pencere. Erkekler sadece
histeri zamanlarında cama çıkıyor. Kavga etmek, bağırmak için ve cinnet
geçirirken. Kullanamadığım planlardan birinde Şener Şen annesini camdan atmaya
çalışıyordu mesela, ama benim istediğim açıdan çekilmemişti. Bir de tabi, bu
kadar mahrem şeyin camdan söyleniyor olması çok çekiciydi benim için. Eve kadın
kapayanlar, koca görmüş kadının halini anlatanlar hepsi penceredeydi ve
mahremiyetin sınırları mahalle ile çiziliyordu. Kim evde kalmış, kimin çocuğu
sünnet olmamış ya da kimin kızı kocayı boşayıp eve dönmüş bunlar konuşuluyordu.
Çiçek
Kahraman ile Yeşilçam, Kurguculuk ve “Bütün Mahalleli Duysun”
Camdan
bakan bir kadının varlığı neredeyse kurumsal bir görüntü, erkekler bilerek uzak
duruyor bu alandan ve biraz da camdan bakmak aylaklığın, başı boşluğun da
göstergesi belki?
Evet,
aynen. Kullanamadığım bir sarhoş adam planı vardı mesela. Yani, bakkaldan,
kapıcıdan bira ısmarlayan sarhoş adam profili var Yeşilçam’da ve bu, daha sonra
dizilere de taşınıyor. Bizimkiler‘de vardı mesela. Aylak, sarhoş adam camda
duruyor ve bir de emekli adamlar. Tabi erkeklerin cama ihtiyacı da yok
sosyalleşmek için, onlar sokağa çıkıyor. Benim seyrettiğim filmlerde erkeklerin
sohbet alanı kahveydi genelde.
Hangi
dönemleri taradın tam olarak, mahalleye rastlayacağımız dönem ve mahallenin
kaybolduğu dönemler ne zamanlar?
980’lerde,
biraz da sezgisel olarak durdum.1980’ler darbeyle her şeyin durduğu bir dönem.
1960-80 arası dört yüz film taramıştım ve sonra bir üç yüz film daha geldi
üstüne 1980’lerden. Bu dönemde türler, konular değişiyor ve mahalle çıkmaya
başlıyor filmlerden. Odak yavaş yavaş bireye kayıyor. 1980’lerde başlayan
arabesk filmler de aslında şehirde geçiyor, ama mahallede değil,
gecekondularda. Bunun en iyi örneği 1985 tarihli Mavi Mavi filmi, İbrahim
Tatlıses, Hülya Avşar’ın. O film arabeskin üslubuyla ilgili çok şeyin tanımını
bulabildiğimiz bir film. İşte bu aralar bir yerde durmak zorunda kaldım, çünkü
benim aradığım malzeme azaldı filmlerde.
Sergi
salonuna gidip izleyenlere baktın mı hiç?
Ben
tabi o koridorda durup bu iki “pencere duvar”ın arasında durunca, oradan
geçince nasıl bir his oluştuğunu kestiremiyorum, ama evet insanları izledim. En
başta eğlendirmek amaçlıydı tabi bu iş. Ben yaparken eğlendim ve görenler de
eğlensin de istedim. Kimliğim gereği oraya koyduğum içerik insanlara geçerse ne
mutlu. Diyelim ki geçmedi o mesaj, ama eğlendi görenler, bana bu da yeterdi.
İki Asyalı olduğunu düşündüğüm kadın gördüm mesela salonda, Türkçe bilmedikleri
açıktı, ama epey kaldılar. Altyazı da yok. Ne anladılar bilmiyorum.
Şimdi
çok kritik bir soru soruyorum. Bu türden, uzun vadeli işlere girişip ara ara
yabancılaşma yaşayanları düşünerek. Bütün Mahalleli Duysun için çalışırken
manasızlık kuyusuna düştüğün ve “Ya ne yapıyorum ben?” dediğin anlar oldu mu
kendine?
Evet.
En çok motivasyonum tükenecek diye korktum, çünkü o biterse daha da devam
edemezdim.
Üç
yıldan bahsediyorsun, upuzun bir zaman. Şu neden, nedenler devam etmemi sağladı
diyebileceğin bir şey var mı?
Galiba
iki neden var. Bu, kişisel bir hesaplaşma bence. Büyürken ister istemez maruz
kaldığım Türk sinemasını -hoşnut olmadığım anlamına gelmesin ama bu- içimden
atmam gerekiyordu. Yeşilçam ile ilgili bir şey yapıp çıkarmam lazımdı, çünkü
gerçekten çok fazla referans vardı aklımda ve içimde bir yerde çıkmayı bekliyormuş
bunlar adeta. Daha iyi nasıl anlatırım bilmiyorum ama Yeşilçam hesaplaşması
diyeyim sinemacı olarak. Bir ikincisi de benim mesleğim kurguculuk aslında ve
bu ebelik gibi bir iş. Birinin, yönetmenin yani, söylemek istediği bir cümleyi
söylemesine yardım etmek bir nevi. Çıkan işte elbette benden de çok şey var ama
sonuçta yaratıcısı ben değilim. Kendi cümlemi kurduğum bir şey yaratmayı çok
özlemiştim. Tamamen benim olsun istedim. Bu iki nedendi beni en çok motive
eden.
Yeşilçam
koleksiyonerlerinden aldığını söyledin bazı filmleri. Öyle bir çevre var ve
bana dışarıdan göründüğü kadarıyla, bambaşka bir ruh hali bu. Bir yandan çok
eğlenceli ama kapalılar da sanki etrafa. Öyle mi? Senin tecrüben nedir?
Yok
değiller bence. Ben kendimi sinefil olarak tanımlamıyorum bu arada, çünkü
gerçek sinefil arkadaşlarım var ve onların yanından bile geçemem açıkçası.
Benim Yeşilçam ile kurduğum ilişki nostaljik bir yerden. Yeşilçam sinemasını en
çok tükettiğim dönem 15 yaşıma kadardır. Televizyonun açık olduğu bir evde büyüdüm
ben ve video oynatıcısı alındığında yine Türk filmi alır seyrederdik mesela.
Muhtemelen her şeyi sünger gibi emdiğim yaşlarda maruz kaldığım için, o
filmlerin bana hatırlattığı duygu, ailem, çocukluğum oluyor hep. Hafızamda
tuttuğum, hemen hatırladığım çok fazla film var. Oysa, Yeşilçam’ın güzel bir
şey olduğundan çok emin değilim. Yeşilçam aslında bir tür değil, bir üretim
biçimine de verilen isim. 1970’li yıllarda bir noktada, bir sene içinde çekilen
film sayısı iki yüz yirmi, mesela. Bir rekor bu! Şu anda ortalama altmış,
yetmiş arası değişiyor senelik film sayısı. İki yüz yirmi film akıl almaz bir
rakam. Öyle bir şey ki bu, mesela senin otuz figüranın var, beş jönün var,
sekiz kadın yıldızın ve altı da kameran var. Kameralar gece bir sette, gündüz bir
sette. Pınar Öğünç’ün Jet Rejisör başlıklı bir kitabı var. Kapadokya’ya çekime
gidiliyor ve set ekibinin on beş günü var. Yönetmen, “aa bu mekan harika”
deyip, gündüz çekim yapıyor, gece başka bir senaryo yazıyor ve o on beş güne
ikinci bir film sığıyor. Çetin İnanç bu yönetmenin adı. Çok romantize edilerek
bakılacak bir yer değil bence Yeşilçam yani, çünkü emek sömürüsü var. İçerik
olarak da tabi gayet mizojen, ırkçı. Belli yönetmenler dışında geneli bu.
Şimdiki
sinemacıların Yeşilçam’a bakışı nasıl? Uzak bir geçmiş ve yabancı bir alan mı
o?
Şu
andaki yeni Türkiye sinemasının bağlarının tamamen kopmuş olduğunu
söyleyebilirim Yeşilçam ile. Bence arada bir sıfırlanma var çünkü 12 Eylül
darbesiyle birlikte. Darbe ve sansür, çeşitliliği azaltıyor. Yabancı filmler
girmeye başlıyor Türkiye’ye, muhtemelen Özal’dan sonra. Pornolar çekiliyor tabi
bol bol. Mesela benim için Eşkıya filmi bir eşiktir. Eşkiya’dan sonra gişe
yapan Türk sineması ciddiye alınmaya başlanıyor, hem izleyiciler, hem de
üretenler tarafından. Bundan sonrasına yeni Türkiye sineması diyoruz, Yeşilçam
tümüyle bitiyor yani. Üretim biçimi olarak da iki ayrı dönem bu ve bağları da
kopuk.
Bu
ikisi arasındaki en belirgin fark şudur diyebilir misin?
Mesela
Yeşilçam’da en güçlü bulduğumu, yeni Türkiye sinemasının en zayıf yanı olarak
görüyorum: Senaryo geleneği. Yeşilçam’da senarist ve yönetmen ayrımı var. Safa
Önal gibi biri var mesela, Guiness rekorlar kitabına girmiş, dünya üstünde en
çok senaryo yazan adam olarak, ama Önal bir yönetmen değil, çünkü öyle bir iş
ayrımı var. Her iki dönemi de bilen bir yönetmen olarak Erden Kıral’ın
şikâyetlerinden biri de bu mesela. “Ben senaryoyu kendim yazmak istiyorum çünkü
senarist bulamıyorum” diyor. Belleğin kaybolduğu bir durum yani.
Daha
40 yıl önce çok iyi yapılan bir şeyi nasıl unuturuz?
Belki
nasıl senarist olunacağı malum değildir insanlara. Sen nasıl kurgucu oldun
mesela? Sosyoloji okuduğunu biliyoruz ve sonra?
Bir
film okuluna gitmeksizin kurguculuk eğitimi alınmıyor. Yani içinde sinema
öğretilen bir fakülteden bahsediyorum. Oradan, kurgucu, görüntü yönetmeni
olarak mezun olabilirsiniz. Şimdi Türkiye’de öyle bir okul yok. Farklı
üniversitelerin, ya güzel sanatlar fakültelerinde, ya da iletişim fakültesine
bağlı bölümleri var. Sinema televizyon gibi. Bu bölümü bitirince sinemacı,
televizyoncu oluyorsunuz ve eğitim de sadece genel bir çerçeve veriyor.
Uzmanlaşarak mezun olma şansı yok bu bölümlerden. Ben de sinema eğitimini
sosyoloji okuduktan sonra ABD’de, Boston Üniversitesi’nde iletişim fakültesinde
aldım. Sinema eğitimini alırken herşeyi deneme fırsatı vardı orada. Kamera da
kullanıyorsunuz, setlerde yönetmenlik de yapıyorsun, yeri gelince kablo da
topluyorsun. Ben kendimi en çok kurgu odasında rahat hissediyordum ve kurgu,
iyi yaptığımı düşündüğüm aşamasıydı sinemanın.
Türkiye’ye
dönünce nasıl başladın çalışmaya, hemen başlayabildin mi kurguculuğa?
Çok
zor yurtdışından gelip hiç ait olmadığın bir çevrede var olmak, ki zaten o çevre
de çok kapalı aslında. Bağlantıları kurmak zordu ve başlangıçta kurgu yapmak
istediğimi bilmeme rağmen iş bulamadım. Aynı zamanlarda İstanbul Bilgi
Üniversitesi’nde asistanlık yapmaya başladım. Orada, sinema televizyon
bölümünde üç buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra, tanıdıklar, vesaire derken
kurgucu oldum. Hem okullu, hem alaylıyım yani. Okulda işin prensiplerini,
sinemayı okumayı, anlamayı öğrendim. Kurgu da ancak bilgisayar başında kurgu
yaparken öğrenilen bir süreç.
Kadınların
sinemada kurgu alanında daha çok göründükleri doğru mu?
Evet,
böyle bir istatistik var. Özetle herkesin konuştuğu ve söylediği şey,
kadınların en yoğun çalıştığı, kadınların oranının en yüksek olduğu bölümün
kurgu olduğuna dair. Yani dünya çapında bakılınca eminim yine erkek kurgucu
sayısı yüksektir. Bana çok absürd gelen ama çok kabul gören bazı teoriler var
bu konuda: Biri filmle çalışırken kullanılan makineyle ilgili, ki o makine de
şöyle bir şey: Filmi koyuyorsun, kesiyorsun ve tekrar birleştirmek için
seloteyp gibi özel bir bant var, onunla yapıştırıp devam ediyorsun. Çok
fiziksel bir iş yani. Bahsettiğim, o kurgu makinelerini dikiş makinesine
benzeterek kadınların bu işe daha yatkın olduğunu söyleyen bir teori. Bence çok
cinsiyetçi ve hiç de ikna edici bulmuyorum. Bana kalırsa mesele şu: Bu kurgu
işi evde, daha doğrusu kapalı alanda yapılabilen bir iş. Kadınların sokakta
olmak zorunda olmadıkları, hatta evden bile çıkmadan yapabildikleri bir iş. Set
çok daha erkeklere ait bir yer. Kurguyu ise kadın evde, tek başına yapabiliyor.
Yoksa dikiş makinesiyle ne alakası var? Ayrıca artık bilgisayar kullanıyoruz.
Kadınlara en çok atfedilen şey dikiş ve aşçılıksa, dışarıda çalışan terzilerin
aşçıların çoğu erkek sonuçta. Diğer mesele de anne figürü olmakla ilgili. Setin
erkeklere ait olması genellemesini yaparak yine, setin biraz savaş alanı gibi
olduğunu söyleyebiliriz. Zamanla yarışıyorsun, yıpratıcı, rekabetçi bir yer.
Özellikle yönetmen için. Sonra da yönetmen sana filmi emanet ediyor. O noktada
yıpratıcı olmamak, yapıcı, toparlayıcı olmak çok mühim. Hep bir anaç
özelliklerden bahsediyoruz yani, o derleme toplama işinin kendisi çok anaç,
daha anne figürünü üstlenebilen insanlar.
Toparlayıcı
biriyle çalışmak istemek çok anlaşılır bir şey tabi o aşamada ve bu hasletleri
karakterinde barındıran kadın, erkek herhangi biri uygun olabilir aslında.
Aynen.
Bir erkek neden anaç olmasın? Kadınlar bunu daha iyi yapıyor diye demiyorum.
Yönetmenlerin çoğu erkek olduğundan ve kadınların da adı “anaç”a çıktığından
erkek yönetmenler kadın kurgucularla çalışmak istiyor. Yani erkekler bunu
tercih ettiğinden böyle bir seçilim süreci var ve kadınlar o filtreden
geçebiliyor bu sebepten. Yoksa kadınların bunu daha iyi yaptığını
vurgulamıyorum, elbette bir erkek de anaç olabilir. O, tam tersi ve demek
istemediğim kapıya çıkar.
Bilinen
kurgucu kadınlar var mı?
Çok
fazla bilinen kadın kurgucu var elbette ama bu annelik figürü meselesiyle
paralel olarak örnek vermek gerekirse, Jaws filminin kurgucusu Verna Fields
isimli bir kadın var. Fields bütün kaynaklarda “filmi kurtaran kadın” diye
geçiyor, çünkü Steven Spielberg o zamanlar çok genç. Jaws onun ilk filmlerinden
ve çok zor bir işe kalkışıyor. İşin içinde bir maket köpekbalığı ve deniz var.
Çok problemli bir iş ve Verna Fields bu çekimleri çok sorunlu olan filmi
kurtarıyor. Biraz merak edip okuyunca, sinema camiasında Fields’e mother cutter
(makasçı anne) dendiğini gördüm. Fields, böyle evinde kurgu yapan, yönetmenleri
evine çağıran birisi.
Son
soru. Bütün Mahalleli Duysun benim Yeşilçam ile hesaplaşmam dedin, hesaplaştın
bitti mi? Başka bir iş tasarlamıyor musun? (Ve bu kötü bir haber olur bence.)
Arada, bir de “eğlenmek için yaptım” bunu dedin. Bunu çok önemsiyorum ben. Bazı
işler eğlenmek için yapılabilir sadece ve bu kötü bir şey değil. Düzeni,
dünyayı değiştirmek için kocaman iddialarla çıkmasak da olur ortaya.
Şimdilik
birkaç fikir var kafamda ama onların peşine düşer de ne zaman bitiririm
bilemiyorum. Yaptığımız her iş dünyayı da değiştirmek zorunda değil. Kocaman iddialar
bizden uzak olsun.
http://www.5harfliler.com/roportaj-cicek-kahraman-ile-yesilcam-kurguculuk-ve-butun-mahalleli-duysun/
No comments:
Post a Comment