Wednesday, 1 July 2015

Çiçek Kahraman ile Yeşilçam, Kurguculuk ve “Bütün Mahalleli Duysun”



Çiçek Kahraman’ı tanımayanlar için kısaca tanıtıyorum evvela: Kendisi bir film kurgucusu. Çalıştığı filmlerden bazıları, Mavi Dalga, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Ara, Tatil Kitabı, Küçük Kıyamet ve daha başka filmler de var. Kahraman ile geçtiğimiz hafta, kendisine ait bir video yerleştirmesi hakkında konuştuk: Bütün Mahalleli Duysun. Fakat sohbet, Bütün Mahalleli Duysun ile başlayıp upuzun ve heyecan verici şekilde başka yerlere savruldu. Ömrümüz uzunluğundaki bu röportajda neler var: Pencerelerden mahalleyi gözleyen eli çay bardaklı kadınlar, annesini pencereden atmaya çalışan film karakterleri, ulaşılamayan film arşivleri, dev bir araştırmanın arka planı, Yeşilçam’ın türlü halleri, ortadan kaybolan senaristler, Jaws filmini kurguda kurtaran kadın ve kurgu odasında, Youtube başında, arayıp tararken ve “kendi cümlesini kurmak” peşinde bir Çiçek Kahraman.

Sohbetimiz Bütün Mahalleli Duysun ile başladığından, yine, evvela bu işten bahsetmek gerekiyor. 17 Şubat-2 Mart arasında Salt Beyoğlu’nda sergilendi Kahraman’ın işi. Karartılan bir koridordan, yine karanlık bir salona çıkan izleyiciler, karşılıklı iki duvara yansıtılmış toplam kırk pencere gördüler. Duvarlardan birinde görünen yirmi pencerede, birtakım insanlar ya karşı pencereye, ya da sokağa sesleniyor, bazen karşı pencereden de cevap alıyorlardı. Siz bu iki duvarın arasında dururken sesin geldiği pencereyi bulmaya çalışıyordunuz. Yani aslında, siz bir sokaktasınız ve sesin geldiği yöne dönerek bedeninizle de katılıyor, yerleştirmenin bir parçası oluyorsunuz. Bir yandan da bazı dedikodulara, mahrem sırlara, kurlaşmalara, meydan okumalara şahitlik ediyorsunuz.
 

 

Çiçek, bu çok güzel bir iş ve birçok yerde de röportaj verdin aslında. Yine de fikrin nasıl ortaya çıktığından bahseder misin? Nasıl şekillendi, son halini aldı?
Kurtuluş’ta film çekerken camdan bakan insanları da çekmiş bir arkadaşım. Film setini, sokağı izleyen meraklı insanlar. Bu, bana iyi bildiğimiz bir motifi uzun zamandır sinemada görmediğimizi hatırlattı. Çıkış noktası bu, ama “çıkacağı varmış” diyorum ben biraz da. Denk geldi yani. Zaten benim aklım bir şeyleri, bir şeylerle birleştirme üzerine çok çalışıyor. İki şeyi yanyana getirmek yani, yemek yaparken de, insanları tanıştırırken de böyle. O yüzden ben bu pencereleri ne yapayım, video yapayım, arka arkaya olsun, biri bir şey desin, bir diğeri cevap versin, daha büyük ve mekana yayılan bir şey belki… derken gelişti proje. Pencerenin meselesi mekân, “bakan ve bakılan” olduğu için zamanla değişti, gelişti, içerik oluştu. En başta “pencereden konuşan insanları alt alta üst üste dizeyim”den ibaretti fikir. O noktada, konuşacaklarını ben de bilmiyordum. Belki sadece bakacaklardı ve o da başka bir deneyim olabilirdi. Özellikle yurtdışına götürmek isteyenler oluyor filmi, oysa altyazı yapılabilecek bir formatı yok, altyazısız da hissi kaybolmaz belki ama içerik kaybolur. Başka bir versiyonunu yapar mıyım diye düşünüyorum şimdilerde.
Büyük bir arama tarama işi var anlaşılan bu pencerelerin seçilmesinde, kaç filmden bahsediyoruz ve nerelerde buldun, nasıl ulaştın filmlere?

Üç senede yedi yüz film taradım ve çoğunu da Youtube‘ta buldum işin doğrusu. Yani on yıl önce bu işi yapmak isteseydim nasıl erişirdim filmlere hiç bilmiyorum. Üniversite kütüphanesinden DVD’ler alıyordum onar onar ve her defasında uğraşmak da zordu. Filmlerin çoğu da Youtube‘da vardı. Aslında Yeşilçam filmlerine özel düşkünlüğüm olmasa yapılacak iş de değildi. Sıkıcıydı yer yer, bazen de seyrederken kapılıp gidiyordum filme ve filmin yarısına gelince hatırlıyordum ne yaptığımı. Bazı günler “bugün beş saatim var, üç film tararım” diyordum. Bazen de gecenin bir yarısı “Selvi Boylum’u neden atladım ki, orada Kadir İnanır camdan bakıyordu” diyordum. Bildiğim filmler de vardı aralarında; bilmediklerimi de, afişinden, isminden mahallede geçebileceğini düşündüklerimden seçiyordum. Bu taramayı yaparken işin teknik kısmını nasıl yapacağımı da hiç bilmiyordum açıkçası. Yüzme bilmeden denize atlamaktı yaptığım. “Elbette bir yolu vardır ne kadar zor olabilir ki?” diyordum kendime ve aslında aşmam gereken iki engelle de karşılaştım. Benim kullandığım kurgu programı, bir plan, arkasına bir plan daha, bir plan daha diye çalışıyor. Dikey kanallarda iyi çalışan bir program değildi ve daha gelişmiş başka bir programa geçince de bir operatör girdi işin içine. Onunla da çok iyi anlaştık. Yirmisi bir tarafta, yirmisi diğer tarafta olmak üzere kırk pencere ile uğraşıyorduk. Benim alıştığım, pencerelerin yan yana geldiği bir durumdu, oysa bu kez bazıları altta, üstte yer alıyordu ve kimin kime ne dediği de belli değildi. Pencerelerden biri bir soru sorduğunda, “cevabı üst kat mı versin, karşı kat mı versin?” sorusu mesele oldu. Birden, çoklu değişkenli bir probleme döndü iş ve en çok o aşamada zorlandım galiba. Teknik zaten benim elimden çıkmıştı, ama o kararları vermek de kolay olmadı. Yine de bir işin içine girince sonu da geliyor mutlaka.
Youtube‘ta bazı filmlerin kaliteleri çok kötü ama, onları eledin mi?

Ben Youtube‘u sadece tarama için kullandım. Kullanmaya karar verdiğim filmlerin daha iyi kopyalarını aradım buldum sonradan. Bizde ulusal bir sinema arşivi yok, ama ilginçtir bazı Yeşilçam düşkünü kimselerin geniş arşivleri var. Bu kimseler zamanında kanallara gidip ordaki “betacam” kayitlardan kendilerine kopya almışlar, bazen de bu kopyaları İnternet’e koymuşlar. Onların bazılarına ulaştım, okul kütüphanelerine gittim. Bu kaynaklardan yani kullandığım kopyalar. Benim bildiğim en iyi arşiv Mimar Sinan’da, ama orası da erişilememesiyle meşhur bir yer olduğu için çaldığım bir kapı olmadı orası, ama çok da ihtiyaç kalmadı zaten oraya.
Pencerelerden duyulan sesleri, diyalogları seçerken nelere dikkat ettin, belli bir akış var galiba?

Evet, bir akış var. En sevdiklerimi kullandım galiba. Camda konuşanların çoğu kadın, daha doğrusu camda konuşan iki erkeğe hiç rastlamadım araştırma yaparken. Erkeklerin mekânı değil cam. Oysa kadınlar için ellerinde kahve ve çayla durabilecekleri bir yer pencere. Erkekler sadece histeri zamanlarında cama çıkıyor. Kavga etmek, bağırmak için ve cinnet geçirirken. Kullanamadığım planlardan birinde Şener Şen annesini camdan atmaya çalışıyordu mesela, ama benim istediğim açıdan çekilmemişti. Bir de tabi, bu kadar mahrem şeyin camdan söyleniyor olması çok çekiciydi benim için. Eve kadın kapayanlar, koca görmüş kadının halini anlatanlar hepsi penceredeydi ve mahremiyetin sınırları mahalle ile çiziliyordu. Kim evde kalmış, kimin çocuğu sünnet olmamış ya da kimin kızı kocayı boşayıp eve dönmüş bunlar konuşuluyordu.
Çiçek Kahraman ile Yeşilçam, Kurguculuk ve “Bütün Mahalleli Duysun”
Camdan bakan bir kadının varlığı neredeyse kurumsal bir görüntü, erkekler bilerek uzak duruyor bu alandan ve biraz da camdan bakmak aylaklığın, başı boşluğun da göstergesi belki?
Evet, aynen. Kullanamadığım bir sarhoş adam planı vardı mesela. Yani, bakkaldan, kapıcıdan bira ısmarlayan sarhoş adam profili var Yeşilçam’da ve bu, daha sonra dizilere de taşınıyor. Bizimkiler‘de vardı mesela. Aylak, sarhoş adam camda duruyor ve bir de emekli adamlar. Tabi erkeklerin cama ihtiyacı da yok sosyalleşmek için, onlar sokağa çıkıyor. Benim seyrettiğim filmlerde erkeklerin sohbet alanı kahveydi genelde.
Hangi dönemleri taradın tam olarak, mahalleye rastlayacağımız dönem ve mahallenin kaybolduğu dönemler ne zamanlar?
980’lerde, biraz da sezgisel olarak durdum.1980’ler darbeyle her şeyin durduğu bir dönem. 1960-80 arası dört yüz film taramıştım ve sonra bir üç yüz film daha geldi üstüne 1980’lerden. Bu dönemde türler, konular değişiyor ve mahalle çıkmaya başlıyor filmlerden. Odak yavaş yavaş bireye kayıyor. 1980’lerde başlayan arabesk filmler de aslında şehirde geçiyor, ama mahallede değil, gecekondularda. Bunun en iyi örneği 1985 tarihli Mavi Mavi filmi, İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar’ın. O film arabeskin üslubuyla ilgili çok şeyin tanımını bulabildiğimiz bir film. İşte bu aralar bir yerde durmak zorunda kaldım, çünkü benim aradığım malzeme azaldı filmlerde.
Sergi salonuna gidip izleyenlere baktın mı hiç?
Ben tabi o koridorda durup bu iki “pencere duvar”ın arasında durunca, oradan geçince nasıl bir his oluştuğunu kestiremiyorum, ama evet insanları izledim. En başta eğlendirmek amaçlıydı tabi bu iş. Ben yaparken eğlendim ve görenler de eğlensin de istedim. Kimliğim gereği oraya koyduğum içerik insanlara geçerse ne mutlu. Diyelim ki geçmedi o mesaj, ama eğlendi görenler, bana bu da yeterdi. İki Asyalı olduğunu düşündüğüm kadın gördüm mesela salonda, Türkçe bilmedikleri açıktı, ama epey kaldılar. Altyazı da yok. Ne anladılar bilmiyorum.
Şimdi çok kritik bir soru soruyorum. Bu türden, uzun vadeli işlere girişip ara ara yabancılaşma yaşayanları düşünerek. Bütün Mahalleli Duysun için çalışırken manasızlık kuyusuna düştüğün ve “Ya ne yapıyorum ben?” dediğin anlar oldu mu kendine?
Evet. En çok motivasyonum tükenecek diye korktum, çünkü o biterse daha da devam edemezdim.
Üç yıldan bahsediyorsun, upuzun bir zaman. Şu neden, nedenler devam etmemi sağladı diyebileceğin bir şey var mı?
Galiba iki neden var. Bu, kişisel bir hesaplaşma bence. Büyürken ister istemez maruz kaldığım Türk sinemasını -hoşnut olmadığım anlamına gelmesin ama bu- içimden atmam gerekiyordu. Yeşilçam ile ilgili bir şey yapıp çıkarmam lazımdı, çünkü gerçekten çok fazla referans vardı aklımda ve içimde bir yerde çıkmayı bekliyormuş bunlar adeta. Daha iyi nasıl anlatırım bilmiyorum ama Yeşilçam hesaplaşması diyeyim sinemacı olarak. Bir ikincisi de benim mesleğim kurguculuk aslında ve bu ebelik gibi bir iş. Birinin, yönetmenin yani, söylemek istediği bir cümleyi söylemesine yardım etmek bir nevi. Çıkan işte elbette benden de çok şey var ama sonuçta yaratıcısı ben değilim. Kendi cümlemi kurduğum bir şey yaratmayı çok özlemiştim. Tamamen benim olsun istedim. Bu iki nedendi beni en çok motive eden.
Yeşilçam koleksiyonerlerinden aldığını söyledin bazı filmleri. Öyle bir çevre var ve bana dışarıdan göründüğü kadarıyla, bambaşka bir ruh hali bu. Bir yandan çok eğlenceli ama kapalılar da sanki etrafa. Öyle mi? Senin tecrüben nedir?
Yok değiller bence. Ben kendimi sinefil olarak tanımlamıyorum bu arada, çünkü gerçek sinefil arkadaşlarım var ve onların yanından bile geçemem açıkçası. Benim Yeşilçam ile kurduğum ilişki nostaljik bir yerden. Yeşilçam sinemasını en çok tükettiğim dönem 15 yaşıma kadardır. Televizyonun açık olduğu bir evde büyüdüm ben ve video oynatıcısı alındığında yine Türk filmi alır seyrederdik mesela. Muhtemelen her şeyi sünger gibi emdiğim yaşlarda maruz kaldığım için, o filmlerin bana hatırlattığı duygu, ailem, çocukluğum oluyor hep. Hafızamda tuttuğum, hemen hatırladığım çok fazla film var. Oysa, Yeşilçam’ın güzel bir şey olduğundan çok emin değilim. Yeşilçam aslında bir tür değil, bir üretim biçimine de verilen isim. 1970’li yıllarda bir noktada, bir sene içinde çekilen film sayısı iki yüz yirmi, mesela. Bir rekor bu! Şu anda ortalama altmış, yetmiş arası değişiyor senelik film sayısı. İki yüz yirmi film akıl almaz bir rakam. Öyle bir şey ki bu, mesela senin otuz figüranın var, beş jönün var, sekiz kadın yıldızın ve altı da kameran var. Kameralar gece bir sette, gündüz bir sette. Pınar Öğünç’ün Jet Rejisör başlıklı bir kitabı var. Kapadokya’ya çekime gidiliyor ve set ekibinin on beş günü var. Yönetmen, “aa bu mekan harika” deyip, gündüz çekim yapıyor, gece başka bir senaryo yazıyor ve o on beş güne ikinci bir film sığıyor. Çetin İnanç bu yönetmenin adı. Çok romantize edilerek bakılacak bir yer değil bence Yeşilçam yani, çünkü emek sömürüsü var. İçerik olarak da tabi gayet mizojen, ırkçı. Belli yönetmenler dışında geneli bu.
Şimdiki sinemacıların Yeşilçam’a bakışı nasıl? Uzak bir geçmiş ve yabancı bir alan mı o?
Şu andaki yeni Türkiye sinemasının bağlarının tamamen kopmuş olduğunu söyleyebilirim Yeşilçam ile. Bence arada bir sıfırlanma var çünkü 12 Eylül darbesiyle birlikte. Darbe ve sansür, çeşitliliği azaltıyor. Yabancı filmler girmeye başlıyor Türkiye’ye, muhtemelen Özal’dan sonra. Pornolar çekiliyor tabi bol bol. Mesela benim için Eşkıya filmi bir eşiktir. Eşkiya’dan sonra gişe yapan Türk sineması ciddiye alınmaya başlanıyor, hem izleyiciler, hem de üretenler tarafından. Bundan sonrasına yeni Türkiye sineması diyoruz, Yeşilçam tümüyle bitiyor yani. Üretim biçimi olarak da iki ayrı dönem bu ve bağları da kopuk.
Bu ikisi arasındaki en belirgin fark şudur diyebilir misin?
Mesela Yeşilçam’da en güçlü bulduğumu, yeni Türkiye sinemasının en zayıf yanı olarak görüyorum: Senaryo geleneği. Yeşilçam’da senarist ve yönetmen ayrımı var. Safa Önal gibi biri var mesela, Guiness rekorlar kitabına girmiş, dünya üstünde en çok senaryo yazan adam olarak, ama Önal bir yönetmen değil, çünkü öyle bir iş ayrımı var. Her iki dönemi de bilen bir yönetmen olarak Erden Kıral’ın şikâyetlerinden biri de bu mesela. “Ben senaryoyu kendim yazmak istiyorum çünkü senarist bulamıyorum” diyor. Belleğin kaybolduğu bir durum yani.
Daha 40 yıl önce çok iyi yapılan bir şeyi nasıl unuturuz?
Belki nasıl senarist olunacağı malum değildir insanlara. Sen nasıl kurgucu oldun mesela? Sosyoloji okuduğunu biliyoruz ve sonra?
Bir film okuluna gitmeksizin kurguculuk eğitimi alınmıyor. Yani içinde sinema öğretilen bir fakülteden bahsediyorum. Oradan, kurgucu, görüntü yönetmeni olarak mezun olabilirsiniz. Şimdi Türkiye’de öyle bir okul yok. Farklı üniversitelerin, ya güzel sanatlar fakültelerinde, ya da iletişim fakültesine bağlı bölümleri var. Sinema televizyon gibi. Bu bölümü bitirince sinemacı, televizyoncu oluyorsunuz ve eğitim de sadece genel bir çerçeve veriyor. Uzmanlaşarak mezun olma şansı yok bu bölümlerden. Ben de sinema eğitimini sosyoloji okuduktan sonra ABD’de, Boston Üniversitesi’nde iletişim fakültesinde aldım. Sinema eğitimini alırken herşeyi deneme fırsatı vardı orada. Kamera da kullanıyorsunuz, setlerde yönetmenlik de yapıyorsun, yeri gelince kablo da topluyorsun. Ben kendimi en çok kurgu odasında rahat hissediyordum ve kurgu, iyi yaptığımı düşündüğüm aşamasıydı sinemanın.
"Verna Fields ile çalışan Spielberg: Verna, bu nasıl oluyor şimdi?"
Türkiye’ye dönünce nasıl başladın çalışmaya, hemen başlayabildin mi kurguculuğa?
Çok zor yurtdışından gelip hiç ait olmadığın bir çevrede var olmak, ki zaten o çevre de çok kapalı aslında. Bağlantıları kurmak zordu ve başlangıçta kurgu yapmak istediğimi bilmeme rağmen iş bulamadım. Aynı zamanlarda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde asistanlık yapmaya başladım. Orada, sinema televizyon bölümünde üç buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra, tanıdıklar, vesaire derken kurgucu oldum. Hem okullu, hem alaylıyım yani. Okulda işin prensiplerini, sinemayı okumayı, anlamayı öğrendim. Kurgu da ancak bilgisayar başında kurgu yaparken öğrenilen bir süreç.
Kadınların sinemada kurgu alanında daha çok göründükleri doğru mu?
Evet, böyle bir istatistik var. Özetle herkesin konuştuğu ve söylediği şey, kadınların en yoğun çalıştığı, kadınların oranının en yüksek olduğu bölümün kurgu olduğuna dair. Yani dünya çapında bakılınca eminim yine erkek kurgucu sayısı yüksektir. Bana çok absürd gelen ama çok kabul gören bazı teoriler var bu konuda: Biri filmle çalışırken kullanılan makineyle ilgili, ki o makine de şöyle bir şey: Filmi koyuyorsun, kesiyorsun ve tekrar birleştirmek için seloteyp gibi özel bir bant var, onunla yapıştırıp devam ediyorsun. Çok fiziksel bir iş yani. Bahsettiğim, o kurgu makinelerini dikiş makinesine benzeterek kadınların bu işe daha yatkın olduğunu söyleyen bir teori. Bence çok cinsiyetçi ve hiç de ikna edici bulmuyorum. Bana kalırsa mesele şu: Bu kurgu işi evde, daha doğrusu kapalı alanda yapılabilen bir iş. Kadınların sokakta olmak zorunda olmadıkları, hatta evden bile çıkmadan yapabildikleri bir iş. Set çok daha erkeklere ait bir yer. Kurguyu ise kadın evde, tek başına yapabiliyor. Yoksa dikiş makinesiyle ne alakası var? Ayrıca artık bilgisayar kullanıyoruz. Kadınlara en çok atfedilen şey dikiş ve aşçılıksa, dışarıda çalışan terzilerin aşçıların çoğu erkek sonuçta. Diğer mesele de anne figürü olmakla ilgili. Setin erkeklere ait olması genellemesini yaparak yine, setin biraz savaş alanı gibi olduğunu söyleyebiliriz. Zamanla yarışıyorsun, yıpratıcı, rekabetçi bir yer. Özellikle yönetmen için. Sonra da yönetmen sana filmi emanet ediyor. O noktada yıpratıcı olmamak, yapıcı, toparlayıcı olmak çok mühim. Hep bir anaç özelliklerden bahsediyoruz yani, o derleme toplama işinin kendisi çok anaç, daha anne figürünü üstlenebilen insanlar.
Toparlayıcı biriyle çalışmak istemek çok anlaşılır bir şey tabi o aşamada ve bu hasletleri karakterinde barındıran kadın, erkek herhangi biri uygun olabilir aslında.
Aynen. Bir erkek neden anaç olmasın? Kadınlar bunu daha iyi yapıyor diye demiyorum. Yönetmenlerin çoğu erkek olduğundan ve kadınların da adı “anaç”a çıktığından erkek yönetmenler kadın kurgucularla çalışmak istiyor. Yani erkekler bunu tercih ettiğinden böyle bir seçilim süreci var ve kadınlar o filtreden geçebiliyor bu sebepten. Yoksa kadınların bunu daha iyi yaptığını vurgulamıyorum, elbette bir erkek de anaç olabilir. O, tam tersi ve demek istemediğim kapıya çıkar.
Bilinen kurgucu kadınlar var mı?
Çok fazla bilinen kadın kurgucu var elbette ama bu annelik figürü meselesiyle paralel olarak örnek vermek gerekirse, Jaws filminin kurgucusu Verna Fields isimli bir kadın var. Fields bütün kaynaklarda “filmi kurtaran kadın” diye geçiyor, çünkü Steven Spielberg o zamanlar çok genç. Jaws onun ilk filmlerinden ve çok zor bir işe kalkışıyor. İşin içinde bir maket köpekbalığı ve deniz var. Çok problemli bir iş ve Verna Fields bu çekimleri çok sorunlu olan filmi kurtarıyor. Biraz merak edip okuyunca, sinema camiasında Fields’e mother cutter (makasçı anne) dendiğini gördüm. Fields, böyle evinde kurgu yapan, yönetmenleri evine çağıran birisi.
Son soru. Bütün Mahalleli Duysun benim Yeşilçam ile hesaplaşmam dedin, hesaplaştın bitti mi? Başka bir iş tasarlamıyor musun? (Ve bu kötü bir haber olur bence.) Arada, bir de “eğlenmek için yaptım” bunu dedin. Bunu çok önemsiyorum ben. Bazı işler eğlenmek için yapılabilir sadece ve bu kötü bir şey değil. Düzeni, dünyayı değiştirmek için kocaman iddialarla çıkmasak da olur ortaya.
Şimdilik birkaç fikir var kafamda ama onların peşine düşer de ne zaman bitiririm bilemiyorum. Yaptığımız her iş dünyayı da değiştirmek zorunda değil. Kocaman iddialar bizden uzak olsun.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

No comments:

Post a Comment