Saturday, 18 July 2015

Yeryüzü Demokrasisi I


Vandana Shiva | Kendi bitmek bilmez ihtiyaçlarını tatmin etmek için doğanın kaynaklarından yararlanmada aşırıya kaçan bencil kişi, bir hırsızdan başka bir şey değildir, çünkü kişinin ihtiyacından fazla kaynak kullanması hak sahibi olan tüm diğerlerinin hakkını yemesiyle sonuçlanacaktır.

Dr. Vandana Shiva
Hindistan’da günlük konuşmalarda sık sık geçen bir sözü duyarak büyüdüm. Bu söz “Vasudhaiva Kutumbkam” idi. “Vasudhara” yeryüzü tanrıçasıdır, Gaya, Terra Madre, Pachamama’dır. “Vasudhev” yeryüzündeki her şey ve “kutumbkam” aile demektir..
 Yeryüzü ailesi bizim muhteşem banyan (hint inciri) ağaçlarımızı, kutsal ineklerimizi, toprak organizmalarını, arka bahçenizdeki küçük “tulsi” yi (Hindistan’da kutsal kabul edilen fesleğen bitkisi) kapsar.
 Orada kutsal “tulsi”nin yanına gidersiniz ve “sevgili toprak ana dünyayı ve bu gezegeni dolaşıp sana göz kulak olacak kadar büyük değilim, ama sana bu “tulsi” bitkisinin bir parçasıymışsın gibi davranacak ve seni koruyacağım”dersiniz. Bu yüzden en ufak evin bahçesinde bile korunan minik bir “tulsi” ağacı görürsünüz. Bu benimle ilgili bir şey, bilirsiniz.
Dünyanın yeni oluşumu olarak Dünya Ticaret Örgütünden (WTO/DTÖ) bahsedilmeye başlandığında, DTÖ yalnızca tek bir şeye, “dünya bir pazar yerinden başka bir şey değildir, üzerindeki her şey ticari metadır, her şey satılıktır” varsayımına dayanıyordu. Elbette bazılarımız DTÖ’yü sorgulamamız gerektiğini düşündü ve Uluslararası Küreselleşme forumu toplandı, ve Seattle protestosu organize edildi. Seattle protestosu planlandığından çok, çok daha büyük oldu. DTÖ bu kentsel özgürlük festivalinin üstesinden hala gelemedi. Tıpkı genel direktör Pascal Lamy’nin dediği gibi DTÖ hala yoğun bakımda. Hatırlıyorum da Doha turu görüşmelerinin başlangıcı için Doha’daydım, Doha turuna neden gerek duyduklarını da bilmiyorum, zira daha Uruguay turunun uygulamalarına bile başlamamışlardı.
Sanırım kısmen yeni bir şeyler yapılıyor görüntüsü vermek içindi. Doha 11 Eylül’den çok kısa bir süre sonra gerçekleşti. Vizelerimiz Katar hükümeti tarafından değil, DTÖ tarafından verilmişti. Yerlerimizin ödemeleri DTÖ tarafından yapılmıştı. Doha’da toplandığımız sırada limanda donanma gemileri, üzerimizde hava kuvvetleri jetleri vardı. Hatırlıyorum da bakanımız, bizim ticaret bakanımız şimdi vefat etmiş olan Muso Limaran, sorumluluğunu Hindistan’ın yüklendiği ve eski başbakan ile Uruguay turuna katılan eski GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması) delegesinin idaresinde olup DTÖ’ye Karşı Halk Kampanyası adıyla bilinen gruba ve harekete söz vermişti.
“Söz veriyorum bu saçma değişiklik kararını almalarına izin vermeyeceğim, çünkü o zamana kadar zaten herkes serbest ticaretin, şirketlere nerede ne bulurlarsa ele geçirme özgürlüğü sağlayan şirketler egemenliğine verilmiş bir isimden başka bir şey olmadığını anlamış olacak.”
Gece yarısı, Limaran, vakfımın Hint köylülerinin öldürüldüğünü ortaya koyan kanıtlarına dayanarak, ısrarla “tarımda daha fazla serbestliğe izin vermeyeceğiz” demiş ve henüz teslim olmamıştı.
Ve gece yarısı Beyaz Saraydan “eğer Hindistan ticarette daha fazla serbestliği desteklemezse”, bu ifadeyi hatırlarsınız, “bizimle değil bize karşı olduğunuzu varsayacağız” diyen bir telefon geldi ve ticaret pazarlıklarına dahil edildi ve tam anlamıyla terörizmle ilgili askeri sorunlar kullanılarak Hindistan bu kararlara katılmaya zorlandı, aksi halde zaten bir Doha turumuz olmayacaktı.
Fakat o kadar yanlıştı ki, Doha turu tamamlanamadı. Böylece, sanırım, dünya çapında yeryüzü demokrasisi doğmuş oldu. Bu on yılda, hatırlıyorum da Seattle’dayken, tohum ve tarımdan söz eden bir avuç insandan biri de bendim ve şimdi gittiğim her yerde, dünyanın her yerinde, hatta endüstriyel gıdalardan geri dönüşü, kurtulma umudu olmadığını düşündüğüm bu ülkede bile (Amerika’da), tohumları övüyorsunuz, iyi yemek pişirmeyi övüyorsunuz, bugün yediğim harikulade yemek için çok teşekkürler, ve bahçeciliği övüyorsunuz. Oysa daha kısa bir süre önce bize bunların artık kullanım dışı kalmış, demode faaliyetler olduğu söyleniyordu.
Demokrasi derslerini kendi kütürümden aldım, ve tabii ki diğer kültürlerden de. Kadim bir “Upanishad’ımız vardır bizim, İsho Upanishad der ki: “Kainat Yüce Güç tarafından tüm yaratıklar faydalansın diye yaratılmıştır. O halde, her bir yaşam formu diğer türlerle yakın ilişkiler içinde olduğu sistemin bir parçası olarak, kainatın nimetlerinden hoşnut olmayı öğrenmelidir. Hiç bir türün diğerlerinin hakkına tecavüz etmesine izin verilmemelidir.”
Bu insanlığın demokrasisi değil, yeryüzündeki tüm yaşamın demokrasisidir. Ve şöyle devam eder “kendi bitmek bilmez ihtiyaçlarını tatmin etmek için doğanın kaynaklarından yararlanmada aşırıya kaçan bencil kişi, bir hırsızdan başka bir şey değildir, çünkü kişinin ihtiyacından fazla kaynak kullanması hak sahibi olan tüm diğerlerinin hakkını yemesiyle sonuçlanacaktır.”
Öyleyse sürdürülebilirliği yeni öğrenmiyoruz, sürdürülebilirlik bu toprağın medeniyetleri dahil , tüm kadim medeniyetler tarafından biliniyordu. Çevreci hareketin içinde hepimiz Şef Seattle’ın anısına “yeryüzü insana ait değildir, insan yeryüzüne aittir, bir aileyi birleştiren kan bağı gibi her şey birbiriyle bağlantılıdır” gerçeğini bilerek büyüdük. Her şey birbirine bağlıdır ve işte şimdi unutulmakta olan şey bu bağlardır. Önce, ticaret sistemi ile doğayı cansız, boş olarak yeniden tanımlayabileceğinizi öğrettiler. Bilim, bu fikri haklı çıkaran bir bilim olarak doğdu. Atıl doğadan, ham maddelerden söz ettiler, New England valisi Robert Boyle’un, yerlilerin inançlarının, doğayı kutsal sayarak ona büyük saygı göstermelerinin insanlığın gelişimesine engel olduğuna dair bir vecizesini hatırlıyorum.
Çünkü bu payınızı almanıza değil, kaynaklarınızın sürdürülebilirlik sınırlarını aşarak sömürülmesine engel oluyordu. Buna indirgemeci, parçalara ayrılmış, mekanik dünya görüşünü temel alarak geliştirilmiş teknolojilerle yardım edildi.
 Ancak dünyadaki her şey birbiriyle bağlantılıdır, şiddet uygulamadan parçalarına ayıramazsınız. Akıntıyı kesmeden bir nehri terbiye edemezsiniz. Oysa mühendisler daima suyu çoğaltmaktan söz eder, sanki su döngüsü nasıl çalışacağını bilmezmiş gibi son su damlasının okyanusa gitmesinin ziyanlık olduğundan söz ederler. Doğrusu, yeşil devrimden bu yana tarımda meydana gelen her şey doğanın kendi payını doğadan alma, ve insanlığın kendi hakkını insandan alma girişimidir. İşte bu yüzden tarımda bir çevre krizimiz var, sürdürülebilir olmayan çiftçilikten dolayı yoksulluk ve açlık krizimiz var.
Daha önce de söylediğim gibi, ben bir fizikçiyim. Bütün bunları okuldan değil, hayattan öğrendim. 1984’te, bu gezegende tarımın zincirlerinden kopardığı şiddetin büyüklüğü ilk kez dikkatimi çekti. Hayatıma Himalayalarda ağaçları kucaklayan Chipco hareketini destekleyen bir ortamda başlamıştım, ama 1984’e kadar tarımda neler olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu, ta ki ilk kez Pencab’da olabilecek en kötü şiddeti yaşadığımız zamana kadar. İlk terörizm, ilk radikalizmdi bu; herkes terörizmin 9/11 ile başladığını sanıyor, oysa Pencab’da otuzbin kişi öldürülmüştü ve bu kayıp 9/11’deki kayıpların altı mislidir.
Aynı kış, adının anlamı güzel şehir olan Bhopal’de zirai zehir fabrikası Union Carbide’daki sızıntı bir gecede 3000 masum insanı öldürdü, ve 30.000 olana kadar öldürmeye devam etti. Yüz binlercesi hala sakat ve kötürüm. Sudaki zehirler yüzünden çocuklar sakat doğuyor.
Bu kış Bhopal trajedisinin üzerinden 25 yıl (1984-2009) geçmiş olacak ve halk hala adaletin yerine gelmesini bekliyor. Hala adalet yerini bulacak, bu arada Union Carbade, Dow Chemical (Dow kimya şirketi) tarafından satın alındı, ve biliyorum ki Dow kimyanın hisseleri yükselmeye devam ediyor, çünkü hisseleri alan kişilerin Bhopal hakkında en ufak bir fikirleri bile yok.
* Yeryüzü Demokrasisi yazı dizisi devam edecek…
Vandana Shiva’nın Oregon State Üniversitesinde 23 Ekim 2009 günü verdiği konferansın, Dr.Shiva’nın ofisinden bilgisi dahilinde yayınlanan çevirisidir. Orijinali bir konuşma olduğu için, yazıya dökülmüş hali de konuşma dilindedir.
Fraksiyon
Kaynak:http://ankhuzaktaolamaz.tumblr.com/post/58529704841/vandana-shiva-yeryuzu-demokrasisi-1-2-3
 
 
 

Amerikalı çevre aktivisti Julia Hill 1997 yılında San Francisco'nun kuzeyinde bulunan Sekoya Ormanları'nın katledilmesini engellemek için bir ağaca tırmanıp iki yıl boyunca o ağaçta yaşadı.



Sonunda yaptığı bu "doğrudan eylem" başarıya ulaştı ve ormanı katletmek isteyen şirket tüm projelerinden vazgeçme kararı aldı.

"Yöre halkı her gün Julia'ya yemek ve içecek taşıdı. Halk, Julia'ya ' Butterfly' (Kelebek), üzerinde yaşadığı ağaca da 'Luna' (Ay) adını taktı. Halkın şirkete ait araziye girmesi engellenince polisle çatışmalar çıktı . California'daki tüm üniversitelerdeki öğrenciler Julia için seferber oldu. Ona verilen destek büyüdükçe baskılar da büyüdü. Julia aç kaldı, susuz kaldı ama ağaçtan inmedi. Açlık grevi kötü sonuca gidiyordu ki, şirket, polis gücünü geri çekmek zorunda kaldı. Para teklifleri, şan şöhret vaatleri, geleceğinin garanti altına alınması, kandırma, ikna etme, korkutma yöntemlerinin hiç biri işe yaramadı. Tehditler işe yaramadı. Her tür hava koşuluna, fırtınalara, El Nino'ya rağmen Julia ağaçtan inmedi. Yalnızlığın dipsiz kuyularına rağmen, savaşından dönmedi. Beş, on, yirmi, seksen gün değil, yedi yüz küsur gün ve gece direndi..."

Zeynep Oral // 26.12.1999 // Milliyet
 
 
On December 18, 1999, Julia Butterfly Hill's feet touched the ground for the first time in over two years, as she descended from "Luna," a thousandyear-old redwood in Humboldt County, California.
Hill had climbed 180 feet up into the tree high on a mountain on December 10, 1997, for what she thought would be a two- to three-week-long "tree-sit." The action was intended to stop Pacific Lumber, a division of the Maxxam Corporation, from the environmentally destructive process of clear-cutting the ancient redwood and the trees around it. The area immediately next to Luna had already been stripped and, because, as many believed, nothing was left to hold the soil to the mountain, a huge part of the hill had slid into the town of Stafford, wiping out many homes.
Over the course of what turned into an historic civil action, Hill endured El Nino storms, helicopter harassment, a ten-day siege by company security guards, and the tremendous sorrow brought about by an old-growth forest's destruction. This story--written while she lived on a tiny platform eighteen stories off the ground--is one that only she can tell.
Twenty-five-year-old Julia Butterfly Hill never planned to become what some have called her--the Rosa Parks of the environmental movement. Shenever expected to be honored as one of Good Housekeeping's "Most Admired Women of 1998" and George magazine's "20 Most Interesting Women in Politics," to be featured in People magazine's "25 Most Intriguing People of the Year" issue, or to receive hundreds of letters weekly from young people around the world. Indeed, when she first climbed into Luna, she had no way of knowing the harrowing weather conditions and the attacks on her and her cause. She had no idea of the loneliness she would face or that her feet wouldn't touch ground for more than two years. She couldn't predict the pain of being an eyewitness to the attempted destruction of one of the last ancient redwood forests in the world, nor could she anticipate the immeasurable strength she would gain or the life lessons she would learn from Luna. Although her brave vigil and indomitable spirit have made her a heroine in the eyes of many, Julia's story is a simple, heartening tale of love, conviction, and the profound courage she has summoned to fight for our earth's legacy.
 
 
 
Butterfly, which first aired on public television in 2000, is a documentary film directed by Doug Wolens about the environmental heroine and tree sitter Julia Butterfly Hill who gained the attention of the world for her two-year vigil 180 feet atop Luna, an ancient redwood tree preventing it from being clear-cut.
 
 
 
 
 
 
 
 

Friday, 17 July 2015

Türkiye iş güvenliğinde ILO sözleşmelerini imzaladığı halde uygulamayan 25 ülke arasında


16 Temmuz 2015

Son yıllarda yaşanan iş kazaları sonrası, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye’yi 25 ülkenin yer aldığı ‘kısa liste’ye aldı. Artık Türkiye’nin iş güvenliği konusunda ILO’yu ikna etmesi gerekecek. Aksi takdirde Türkiye, bu yıl ilk iş kazaları nedeniyle ‘utanç listesi’ne girecek.

Hacer Boyacıoğlu'nun Hürriyet'te yer alan haberine göre, Uluslar arası Çalışma Örgütü’nden (ILO) Türkiye’ye kötü haber var. ILO’nun Cenevre’de yapılan yıllık toplantılarında, Türkiye iş güvenliğinde ILO sözleşmelerini imzaladığı halde uygulamayan 25 ülke arasına girdi. 10 Haziran’da da Türkiye’nin durumu yapılacak toplantıda tüm ILO üyeleri tarafından değerlendirilecek. Değerlendirmenin ardından Türkiye’nin hemen hemen her yıl işçi haklarına yönelik eksik uygulamları nedeniyle girdiği ‘utanç listesi’ne yine dahil olma riskiyle karşı karşıya.

TÜRKİYE’NİN 155 SAYILI İŞ GÜVENLİĞİNE UYMUYOR

İşçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan ILO, her yıl Cenevre’de toplanan Uluslararası Çalışma Konferansı’nda uluslararası asgari çalışma standartlarını ve ILO’nun genişletilmiş politikalarını masaya yatırıyor. Ayrıca ILO sözleşmelerini imzalayan ülkelerin durumunu mercek altına alıyor ve ILO koşullarına uymadığı belirlenen 25 ülkeyi “kısa listeye” (Short list) alıyor. Bu kapsamda geçtiğimiz günlerde çalışmalarına başlayan konferansta, Türkiye’nin de kısa listeye girmesine karar verildi. Maden faciaları ve arka arkaya yaşanan iş kazalarının söz konusu kararın en önemli nedeni olduğuna vurgu yapılırken; Türkiye’nin listeye 155 sayılı iş güvenliği sözleşmesine uymadığı için giren tek ülke niteliğinde olduğu belirtiliyor.

TÜRKİYE MASADA

Türkiye’nin kısa listenin ardından ILO’dan uyarı veya kınama alabileceği ‘utanç listesi’ne girme ihtimali bulunuyor. İlk olarak 10 Haziran’da Türkiye’deki iş güvenliği uygulamaları ve sorunları ILO’da tartışılacak. Yetkililer daha sonraki aşamaları ise, “Bu konunun konferansta görüşülmesi, bu alanda hükümetin önlem almasına yönelik tavsiyeleri içeren bir dizi kararın benimsenmesi ile neticelenecektir. Hükümet ise konuyla ilgili çalışmalarını raporlayacak. Bu raporun son teslim tarihi 1 Eylül 2015. Uzmanlar Komitesi, bu raporu bu yılın kasım-aralık ayında inceleyecek” olarak açıklıyor.

BÜYÜK BİR PRESTİJ KAYBI

Bir yetkili Türkiye’nin ILO tarafından kısa listeye alınmasının “prestij kaybına” yol açacağını belirtti. Yetkili şu bilgileri verdi: “Uluslararası Çalışma Konferansı sırasında bir ülkenin Sözleşmelerin Uygulanması Komitesi tarafından kısa listeye alınarak görüşülmesi, o ülkede ILO Sözleşmelerinin uygulanmasıyla ilgili bir takım sıkıntıların olduğunu tüm dünyaya göstermekte, bu da görüşülen ülke açısında bir prestij kaybına sebep olmaktadır. Dolayısıyla burada cezai bir yaptırım söz konusu olmayıp, daha çok caydırıcılık faktörü ön plandadır.”

4 AYDA 482 İŞÇİ HAYATINI KAYBETTİ

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’ne göre, 2014 yılında Türkiye’de bin 886 çalışan hayatını kaybetti. 301 kişinin can verdiği Soma’nın yanı sıra, Torunlar ve Ermenek’teki facialar sonrasında iş güvenliği alanındaki sıkıntılar kamuoyunda uzun bir süre tartışıldı. İSİG’in verilerine göre bu yıl da ocak ayında en az 128, şubat ayında en az 85, mart ayında en az 139, nisan ayında ise en az 130 işçi olmak üzere toplam 482 işçi hayatını kaybetti.

155 sayılı sözleşme

ILO’nun 1981 yılında kabul ettiği 155 sayılı sözleşme, iş güvenliğinde üye ülkelerin izleyecekleri ana politikaları belirliyor. Sözleşmeye göre, üye ülkeler işle bağlantılı olan veya işin yürütümü sırasında ortaya çıkan kaza ve yaralanmaları, çalışma ortamında bulunan tehlike nedenlerini mümkün olduğu ölçüde asgariye indirerek önlemekle yükümlü olurken; yapılması gereken bazı düzenlemeler de şöyle sıralanıyor: “İş sağlığı ve güvenliği ve çalışma ortamı ile ilgili durum; sorunların tespiti, bunların çözümü için etkin metotların geliştirilmesi, öncelikler ve sonuçların değerlendirilmesi amacıyla, ya top yekun, ya da belirli alanlar itibariyle belirli aralıklarla gözden geçirilecektir. İş sağlığı ve güvenliği ve çalışma ortamına ilişkin ilgili mevzuatın uygulanması uygun ve yeterli bir denetim sistemi ile güvence altına alınacaktır. Yürütme sistemi, mevzuat ihlallerine karşı yeterli cezalar öngörecektir. Yasal yükümlülüklere uymalarına yardım amacıyla, işverenler ve işçiler için yol gösterici tedbirler alınacaktır.”

Yunanistan'ın dünyaca ünlü sanatçısı Teodorakis, ülkesindeki sol kesime tarihi bir çağrı yaptı.


16 Temmuz 2015

Dünyaca ünlü Yunan besteci Mikis Teodorakis, Yunan solunu ve Yunanistan Komünist Partisi’ni (KKE) finans kapitalizmi sistemine ve onun siyasal yardakçılarına karşı geniş bir cephede birlikte direnmeye çağırdı.  Çipras hükümetinin tarihsel bir hata yaptığına dikkat çeken Teodorakis, iktidardaki Yunan hükümetinin Euro Grubu denilen topluluğun temsilcileriyle müzakarelerindeki bu tarihsel hatasına çok üzüldüğünü belirtti.

90 yaşındaki komünist sanatçı, ocak ayında seçilen Çipras hükümetinin beşinci ayında sistemin içinden o sistemle parlamento ve hükümet olarak mücadele etmenin mümkün olmadığını kanıtladığına dikkat çekti. Sistemin, demokratik yollardan seçilmiş bile olsa, her Yunan hükümetini kendisinin uzantısı yapacak şekilde zorlayacağını kaydeden Mikis Teodorakis, Atina hükümetine en iyi durumda, halkın direnişine rağmen, yabancı bir gücün çıkarlarını yönetme rolünün verileceğini bildirdi.

“Sahneye çıktığın programının tam tersini yapman için seni zorlayacaklardır” diyen Teodorakis’e göre, üçüncü Yunan memorandumunun sorumlularını yenmek, hükümet ancak halkla ahenk içinde gerici güçlerle mücadele ederse ve bunun yerine kendisini sistemin bir organı yaptırmazsa mümkün olabilecek.

Dünyaca ünlü komünist militan ve sanatçı bütün bunları Çipras’ın partisinin de ilan ettiğini ve hükümet sorumluluğu aldığını kaydederken, “iktidarla birlikte o kadar çok bal (Yunanistan’da rüşvet anlamına da geliyor-soL) dökülüyor ki, milletvekili ve bakan olur olmaz kendi kimliğinizi en hızlı bir biçimde unutuyorsunuz” görüşünü dile getirdi. Çipras hükümetinin, hükümete geldiği aylarda ve özellikle son haftalarda küçük üretici ve orta katmanların ölümüne onay vermesini cürüm olarak niteleyen Teodorakis, “Onlarla birlikte halkın manevi ve ahlaki gücü de öldü. Halk 'Oxi' (Hayır) dediğinde vücudunu ve ruhunu verdi, her şeyini verdi” diye seslendi.

Yunanistan’ın ulusal anlamda bir sıfır noktasına ulaştığını, artık yerle bir olduğunu belirten Teodorakis, “Çünkü bir halk düşen ve yeniden kalkan bir at değildir. Halk sonsuzluktur ve müthiş bir ağırlığa sahiptir. Yunanistan’da olduğu gibi eğer halk yerle bir olursa, tekrar ayağa kalkabilmesi yıllar alacaktır” uyarısında bulundu. 

Syriza’nın ocak ayındaki seçim zaferini kitle hareketinin diri güçlerine borçlu olduğunu belirten Teodorakis, “Ama Syriza hükümete geldiğinde kitle hareketi otomatikman hükümete bağlı bir güce dönüştü. Yani vurucu gücünü büyük ölçüde yitirdi. Bir tür memur oldu” dedi. Yunanistan Komünist Partisi'nin (KKE) de 'Hayır’a açılan bu kitle hareketini aynı anda kendisine bağlama amacı güttüğünü kaydeden Teodorakis, “Bizleri ayıran siyasal ayrıntıları biliyorum, çünkü ben de komünistim” derken şu çağrıda da bulundu: “Ancak şimdi bizi birleştiren acil ortak hedefler daha önemli. Şu anda ortak hedef halkın tekrar ayağa kalkmasına yardımcı olmaktır.”

Solu KKE’den ayıran sorunun her zamanki gibi sınıf savaşımı olduğunu belirten Teodorakis, "sistemin kalbi" diye nitelediği plütokrasiyle ilgili olarak, “Ancak şundan eminim ki, sisteme karşı ortak mücadele verildiğinde, plütokrasiye karşı da bir sınıf mücadelesi verilmiş olacaktır” dedi. Teodorakis, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgalcilere karşı en acımasız ve başarılı mücadeleyi veren cepheyi de hatırlatarak, “Solun yurtsever-sınıf bilinçli cephesinin yeni bir halk kurtuluş cephesine (EAM) açılabileceği umudum var” dedi.

Fascists fail in Melbourne – again



So this was the Master Race. All 60 of them. And it was a national mobilisation. Another 60 right wing “Reclaim Australia” blockheads bolstered their ranks. So there were little more than 100 far right racists in total.

It was the latest attempt by fascists to build a violent street movement and their own vile combat organisations.

They were outnumbered by up to 2,000 anti-racist demonstrators in central Melbourne today.

As far as right wing failures go, they don’t get much more pathetic than this. They ought to have called the event “the biggest losers”.

The racists’ miserable mobilisation was despite the fact that “respectable” Murdoch press columnists openly have been feeding fascism and bigotry.

It was despite the fact that the federal government has been banging on and on about Islamic terrorism, about imminent threats to our way of life, about traitors in our ranks.

And it was despite the fact that they had the protection of hundreds of police officers, who shut down Spring Street to facilitate this neo-Nazi parade in front of the Victorian Parliament and who attacked the anti-racist demonstration with pepper spray.

With all this help, and with months of building work, still they failed. “I can’t believe how small the crowd is. It’s terrible”, Mike Holt, leader of right wing group Restore Australia, told Fairfax Media this afternoon.

As had happened on 31 May when fascists tried to March on Richmond Town Hall, anarchists, socialists, non-aligned progressives and anti-racists united to stop them.

Again, it was an important victory. The counter-mobilisation prevented the fascists from marching through the streets and targeting minorities – Muslims in particular. Instead they were forced to skulk away under police watch before dispersing. They were prevented from spreading hate speech and instead were forced to talk among themselves.

In Adelaide, a 250-person Reclaim Australia rally also was outnumbered by 350 anti-racists. This was a significant turnaround from the previous Reclaim rally at Easter, at which the left was outnumbered by 500 to only 30.

There will be more anti-racist demonstrations around the country tomorrow:
Sydney: facebook.com/events/346452865546642/
Perth: facebook.com/events/893952217313262/
Brisbane: facebook.com/events/1576424285971069/

https://redflag.org.au/article/fascists-fail-melbourne-again


 

 

Samuel Beckett and Buster Keaton’s landmark experimental short, ‘Film’


 
Writer Samuel Beckett’s only screenplay was for the 1965 avant-garde silent short, Film. Beckett, who made his biggest splash with the play, Waiting for Godot, always had an interest in motion pictures, having first tried to break into the business in the 1930s when he asked director Sergei Eisenstein if he could be Eisenstein’s assistant (the director never got back to him). For Beckett’s short, he recruited former silent film writer/director/star Buster Keaton for what turned out to be a very odd slice of cinema.

Film stars Keaton as a man on the run—but from whom? Seemingly paranoid, he sees eyes everywhere as he attempts to make himself invisible to everyone and everything. Film isn’t as gloomy as it sounds, as there are moments of both humor and slapstick that recall the films of the silent era. The short is open to interpretation, but according to Beckett, it’s about perception—self-perception, specifically—drawing on the philosophy, “To be is to be perceived.” With Film, Beckett was trying to tell us that we can run all we want, but we can’t hide from ourselves.
 
Barney Rosset of Grove Press, who produced the short via Evergreen Film, wrote about the making of Film in the pages of Tin House:
 
The first person Beckett wanted for the only major role in Film was the Irish actor Jack McGowran. He was unavailable, as was Charlie Chaplin and also Zero Mostel, Alan’s choice. Later, Mostel did a marvelous job with Burgess Meredith in a TV production of Waiting for Godot that Schneider directed. Finally, Alan suggested Buster Keaton. Sam liked the idea, so Alan flew out to Hollywood to try and sign Buster up. There he found Buster living in extremely modern circumstances. On arrival he had to wait in a separate room while Keaton finished up an imaginary poker game with, among others, the legendary (but long-dead) Hollywood mogul Irving Thalberg. Keaton took the job. During an interview, Beckett told Kevin Brownlow (a Keaton scholar) that “Buster Keaton was inaccessible. He had a poker mind as well as a poker face… He had great endurance, he was very tough, and, yes, reliable. And when you saw that face at the end…  Ah. At last.”
 
 
 
Film has its share of fans, including director/film preservationist Ross Lipman. For the past seven years, he’s been simultaneously researching Film and putting together a documentary on the Beckett/Keaton work, resulting in Notfilm, a feature-length examination of a seventeen-minute short. Lipman also played a major role in the reconstruction of Film, as he located the original, long-lost prologue.
Here’s what Rosset wrote about the prologue in Tin House:
Originally, Film was meant to run nearly thirty minutes. Eight of those minutes would be one very long shot in which a number of actors would make their only appearance. The shot was based on Orson Welles’s Citizen Kane, wherein Welles and his genius cameraman, Gregg Toland, achieved “deep focus.” Even when panning their camera, “deep focus” allowed objects from as close as a few feet to as far away as several hundred to be seen with equal clarity. Toland’s work was so important to Welles that he gave his cameraman equal billing to himself. Sad to say, our “deep focus” work in Film was unsuccessful. Despite the abundant expertise of our group, the extremely difficult shot was ruined by a stroboscopic effect that caused the images to jump around. Today it would probably be much easier to achieve the effects we wanted to capture. Technology is now on our side. Then, the problems proved too much for our group of very talented people so we went on without that shot. Beckett solved the problem of this incipient disaster by removing the scene from the script.
Now fully restored, Film will be included on the Blu-ray and DVD editions of Notfilm.  There’s just one issue, lack of funds, so Lipman has teamed up with Milestone Films Fandor for a Kickstarter campaign. $30,000 is needed to complete the project and you can help make it happen. Check out their Kickstarter page to see all the incentives.
Here’s the trailer for Notfilm:
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

Wednesday, 1 July 2015

Sergio Larrain Photographer






 












Kürdistan ile savaş mı dediniz / Hayko Bağdat


 
1 Temmuz 2015
Çok net bir cevap vermeliler bize.
Biz kimiz?
 
Bize sorulduğunda kendimizi nasıl tarif etmeliyiz? Anayasa’da yazdığı gibi kendimize tereddütsüz olarak Türk diyebilmemizin önünde bir engel var mıdır?
 
Türklük, etnik bir kökenden ziyade memleketin tüm vatandaşlarının buluştuğu ortak değerimiz midir?
 
90 yıldır bu sorulara evet diye cevap veren resmî ideolojiye bir an olsun ikna olalım derim. Hadi gelin kadim Anadolu halkları olarak etnik olmayan Türklüğümüzle devletin ricası üzerine barışık hissedelim kendimizi.
 
Peki, o vakit biz Türklerin “dost ve kardeş ülkeler” diye tarif ettiğimiz coğrafyaları hangileridir?
 
O coğrafyalar hangi özellikleriyle kardeşimiz sayılırlar?
 
Oralarda bir çocuğun burnu kanasa burada evlerimize yas düşecek olan halkları nasıl belirliyor devletimiz?
 
Mesela o TIR dolusu silahlar gerçekten katliam tehdidi altındaki Türkmen köylerine gönderildiyse hükümetimize müteşekkiriz. Bu hem insanlığımızın hem de oradaki akrabalarımıza karşı kardeşlik hukukumuzun bir gereğidir.
 
Memlekette o topraklardaki Türkmenler ile duygusal bağı olan milyonlarca Türk yaşamaktadır.
 
Peki, Kobanê’deki Kürtler, biz etnik değil moral olarak kendini Türk hissetmesi gereken fanilerin nesi oluyor arkadaş?
 
“Kobanê düştü düşecek” diye bir cümleyi kurarken takındığınız yüz ifadesini Türkmen şehirleri için de kullanabilir misiniz mesela?
 
Çocuklarını, kadınlarını, topraklarını, onurlarını, koruyan akrabalarımızı terörist ilan ederken, “PYD IŞİD’den daha tehlikelidir” diye palavralar sıkarken hiç mi sıkılmıyorsunuz?
 
Kendi Kürtlerimize yıllarca “Kürt diye bir şey yok” deme eşekliğini yaptık diye dünyanın herhangi bir köşesindeki Kürdün başarısını tehdit olarak görmenin enayiliğine hâlâ doymadınız mı?
 
Kürdistan diyemediğiniz için “Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi” gibi komik sıfatlar bulduğunuz bölgeyle bugün pişkin pişkin ticaret yaparken hiç utanmıyor musunuz?
 
Kürtlerin IŞİD’i gerilettiği bir zamanda “Eğer Türkiye’nin sınır güvenliğine bir halel gelecek olursa, eğer Türkiye kendisinin, bu huzur bahçesinin tehdit edildiği kanaatine varacak olursa her türlü ihtimale karşı da hazırlıklıdır ve bu hazırlık konusunda gerekli çalışmaların hepsi yapılmıştır” diyen Davutoğlu bizlere ne söylemeye çalışıyor?
 
Sınırlarımıza Esad hâkim olmasın, Kürtler hâkim olmasın da peki kim hâkim olsun istersiniz?
 
Reyhanlı’da patlayan bombalar, düşürülen uçaklar, kaçırılan diplomatlar savaş sebebi olmadı da Kürdün evini koruması mı Suriye’ye girme sebebi oldu?
 
Sizler Suriye’ye değil Kürdistan’a savaş planları yapıyorsunuz.
 
Tarihlerinin en güçlü dönemini yaşayan Kürtlerin uzattığı eli geri çeviriyorsunuz.
 
Sizi başkan yaptırmayanlardan intikam almak istiyorsunuz.
 
Ama unuttuğunuz bir şey var. Artık o kadar güçlü değilsiniz.
 
Size savaş da yaptırmayacağız işte…
 
iletisim@haykobagdat.com
Twitter:@haykobagdat


Ben Şimdi Biraz / Metin ALTIOK


Ben şimdi biraz da
Senin için görüyorum;
Gökyüzünün parlak,
Bakış seken mavisini.
Ben şimdi biraz da
Senin için duyuyorum;
Gecenin o sarsak,
Yokuş çıkan ezgisini.
Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak.
Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehri
Yüzüğünün içinde
Ve yanında
Kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için yakılması gereken
Snake tracks
On the saddlebag
Poison hemlock
In the ring
And I at the side
Carry the torch;
To you I am unclean
An example
Of what is to be burned.
Metin ALTIOK

Olivier Mauchamp Photography