İran
sinemasında yalnızca kadının varlığı konusunda değil, İslam’da aslında yasak
olan “imajın” varlığını tartışmanız gerekir önce. Yoksa hiçbir kültür kadınlara
“dayanamaz” –muhakkak çekicilikleri ve birtakım güzellikleri, işveleri vesaire
vardır onların. İşte Mahmalbaf’ın Kandahar filmine bakın –ne diyordu? İmajları
olmayan ülke. Niçin? Çünkü kadınlarını burkalara kapatmış. Bu sosyo-politik
gerçeklik yine de filme bir paradoks olarak yansımış bulunuyor (ve
hissedebildiğim kadarıyla filmin yönetmeni bunun pek farkında değil):
burkalarla Afganistan yaylalarında çekilmiş kadınlar filmin en güçlü ve
rengarenk imajlarını oluşturmaktan geri kalmıyorlar, kapatıyorlar onları, onlar
ise burka denen giysilerini yeniden ve yeniden icat ederek, renklendirerek, o
çok özel erotizm dozunu kendi keyiflerince ayarlayarak cevap veriyorlar. Hayat
şu ya da bu bicimde akacaksa ille de akabileceği kanalları üretmek, yeniden
üretmek gerekir.
Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997)
Ben
İran sinemasının sırrının sansüre karsı çıkıştan ibaret olmadığını düşünüyorum.
Rejimin epeydir bu “geçip giden” imajlara, yani yanılsama olduklarını bizzat
gösteren imajlara toleranslı davranıyor olduğu malum. Ancak unutmayalım ki
bizim on dokuzuncu yüzyılda yitirdiğimiz, oysa İran şiirinde korunan “divan” edebiyatı
ve ona ait imajlar rejimi, her türden realizmin ötesine geçerek İran sinemasını
koruması altında tutuyor. Düşman cephesinden yağan okların “tir-i müjen”, yani
“sevgilinin kirpikleri” gibi olması yeterince sinematografik bir imajdır.
Muhsin Ertuğrul denen Mustafa Kemal icazetli adam yüzünden Türkiye’de sinema
filan kurulamadı. İnsanlar imajlar üstüne belki Metin Erksan’dan itibaren –o da
birazcık– düşünmeye gayret ettiler –ve diyelim ki bunun için Yılmaz Güney’i,
bugün de Zeki Demirkubuz’u, Derviş Zaim’i ve özellikle de Nuri Bilge Ceylan’ı
beklemek zorunda kaldık.
Hep
hatırlattığım bir nokta, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Namık Kemal’in
“gerçekçilik” uğruna batı edebiyatı lehine, acem edebiyatı aleyhine ileri
sürdüğü noktaların sinemaya nasıl da olanak vermediğiydi. Unutmayalım ki sinema
realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar
zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insani kuşatır ve yönlendirir. Sinema
bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının “sembolizmine” daha yakın bir
türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye’de yok.
İran’da
sinemada kadının hangi şartlarda görünebildiğini biliyoruz. Önemli olan, kadın
sinemacılardır daha çok. Samira Mahmalbaf ve diğerleri. Kadın halini ve çocuk
halini anlatmak. Bu aslında fiziki bir duruma tekabül ediyor –hayatin katı,
sıvı ve gaz hallerine gönderiyor bizi. Bu yüzden İran sinemasının mesela çocuğa
ciddi ciddi ihtiyacı var: çünkü çocuklar şeyleri genellikle “gaz halinde”
görebilme yeteneğine sahipler. Bizim artik alıştığımız tarzdan çok farklı bir
ayırt etme ve kavrama sanatları var onların. Ve İran’da kadınlar da uzun
yıllardır “çocuklaştırılmak” istenmiş. “Çözüm çok basit, kapatırsınız olur
biter” tipinden bir kolaycılığa mahkûm edilmiş.
Ve
“parantez”, ben de sürekli övgüler yağdırıyorum ama aslında çok iyi bir özgün
sinematografik çizgi yakalamış olan İran sinemasını bir “tür” olarak algılamak
konusunda henüz kararsızım… “sinemanın gerektirdiği işler”i çok iyi yaptıkları
açık. Ama sürekli olarak hayatın çok dar bir kesiminde hareket etmek zorunda
kalıyorlar ve bütün güçlerini “belgeleme” diyebileceğimiz bir uğraşıdan
alıyorlar. Buna karşın, tuhaftır, iyi “belgesel” çekemiyorlar, çünkü her türden
kurgu filmleri zaten kendiliğinden bir belgesel gibi görünüyor.
Sinemada
kadının imajının ne olduğu ve nasıl işlediği, bütün çeşitliliklere rağmen
galiba şöyle bir soruna indirgenebilir: çoğunlukla erkek olan yönetmenlerin
ortaya sürdüğü birtakım “kadın” imajları” var. Ama bütün mesele bu imajın kadın
yönetmenlerin elinde ne menem bir şey olacağı. Dolayısıyla –mesela– bir aşk
filmi bir kadın tarafından çekildiğinde ondan kuşku duymalıyız. Çok iyi bir
film olabilir, ama o kadar da iyi olması kötü olabilir. Kadınlar şu anda
ask-meşk meselesinden çok özgürlük meselesine takılmış haldeler. Ve bu durum
yalnızca batılı manada kavradığımız feminizmle sınırlanmıyor. Burkalar içinde
Afgan kadınlar kendi dünyalarını nasıl kurabiliyorlarsa imajlar dünyasında da
kurabilirler. Bu iş şu anda nedendir bilmem İran’da en iyi bir şekilde
yapılıyor.
Safar e Ghandehar (Muhsin Mahmelbaf, 2001)
Anlıyoruz
ki kadınlık meselesi bir özgürlük meselesidir. Ancak o andan itibaren özgür
aşktan filan bahsedebilirsiniz. İran sinemasının kadın filmcileri bu
sorgulamayı en iyi yapanlar olarak beliriyor gerçekten.
Peki,
rejim neden katlanıyor bütün bunlara: bence katlanmıyor, kandırılıyor ya da
kendisini, zoraki, kandırılmaya bırakıyor. Bu zorunlu çünkü basitçe söylemek
gerekirse –her ülkede olduğu gibi– İran’da nüfusun yarısını kadınlar
oluşturuyor.
İran
sinemasından geçerek kadını –mesela bir erkek olarak– sevemeyeceksiniz. Ama
başka türden bir varlık olarak seveceksiniz. Ama işte kadın o “başka türden
varlık”tan başka bir şey değildir ve o da bunu anlatmak istiyor zaten.
-ve
bir not: bu asla kadınlara değil, kadın “sinemacılara” bir övgüdür… Aynı
şekilde kadın “ev kadınları”, kadın “polisler”, kadın “işçiler”, kadın
“fahişeler” vb. övülebilir. çünkü hepsi kendi imajlarına sahiptirler.
Ulus
Baker
kaynak:
Körotonomedya
No comments:
Post a Comment