Wednesday, 30 July 2014

Kendimi Yıkmaya Hakkım Var



"Ünlü ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar

"Yaşam bir deha işi değil. Bir sürgün, köle düzeni. Kurtuluşu ummak. Safdillik. İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum."

Özyıkım istencinin ne denli zor gerçekleştirileceğine ilişkin en yerinde tanımlardan biridir Vüsat O. Bener’in Dönüşsüzlüğe Övgü’deki bu betimi. Düşünülür, tasarlanır, hatta hata yapılır, birkaç denemede bulunulur. Belki bu yüzdendir intiharın bir yardım çığlığı olarak sorunsallaştırılışı… Kimileri kurtarılacağını bilerek eyler bu edimi, kimileriyse gözükara atlar uçurumdan aşağıya… Uçurumdan kurtulmanın tek yolu, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır. Karar verilse ya da aklın bir yerinde nihai çıkış olarak daima muhafaza edilse de nasıl pratiğe dökülecektir hayata dair bu son eylem?

Camus’nün de belirttiği gibi önemli olan tek felsefe sorunudur intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir. Tanrı yargısının işini bozmak kolay mı?

Tasarlayıp gerçekleyemediğinde kişi kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyor. Bir türlü oluşamama durumunda ise kolaylaştırıcılar, bunu meslek edinen iş adamları var: İntihar danışmanları!

1800′lerin gotik yazarı Robert Louis Stevenson, İntihar Kulübü adlı muhteşem romanında, 1899 yılının İngiltere’sinde, üyelerine ölümü garanti eden bir intihar kulübü kurgular. Karısının ölümüyle yıkılan genç Yüzbaşı Henry Joyce’un katılımı dolayımıyla haberdar olduğumuz ve romanın asıl atmosferini oluşturan bu kasvetli, ürkütücü malikâne, kendi yaşamlarına son verecek kadar cesur olmayanların toplanarak kumar masasında bir katil, bir de maktul seçişlerine sahne olur her gece. İnsanların acizliklerinden faydalanarak kaza süsü verilmiş intiharları tasarlayan bu kulübün hikâyesi, klasik bir fantazya değil tarih boyu zalimin mazlumu ezmek üzere icat ettiği düzen, kurum ve mekanizmaların işleyişine göndermede bulunan bir tür gerçek kurmaca. Hayatımızın orta yerine kurulu ölüm kamplarının, birer aksiyon kahramanına dönüşen intihar
bombacılarının kurmacalaştırıldığı çağımızda ölüm pornografisi, tadına doyulmaz bir seyirlik
alan!

                    Jacques-Louis David – Marat’ın Ölümü

Çağdaş Kore Edebiyatı’nın parlayan yazarlarından Kim Young-Ha, Kendimi Yıkmaya Hakkım Var adlı romanında, hayatla uzlaşamayan insanların intihar danışmanlığını yapan bir karakter yaratırken ölümün pornografikleştirilişini eleştiriyor usuldan. Çağdaşları gibi ülkesindeki temayülleri fantezi ögesiyle birleştirerek sunan Young-Ha, Kore Savaşı’nın izlerini bir türlü üzerinden atamayan, askeri diktatörlükle yönetilen bireylerin hayatlarındaki kırılma noktalarını başarıyla yakalayabilen bir yazar. Romanın çıkış noktası ise Sylvia Plath… İntihar: Kan
Dökücü Tanrı kitabının yazarı A. Alvarez’e, intihar olgusuna bambaşka bir yönden bakmayı öğreten Plath, Young-Ha’yı da derinden etkilemiş. Çocuklarını uyutup, onları sağlama aldıktan sonra gaz ocağının vanasını açıp intihar eden Plath’ın "Kan fışkırmasıdır şiir. Ve bunu önlemenin yolu yoktur" mısranın izinde kurguladığı romanında, yazı ile ölümü karşı karşıya getiriyor Young-Ha: "Bu çağda tanrı olmak isteyenler için sadece iki yol vardır: Yazmak ya da öldürmek." Romanın anlatıcısı ve kahramanı, adı sır gibi saklanan, resme, edebiyata, sinemaya, müziğe meraklı bir Koreli. Bir entelektüel, bir estet. İyi niyetli olmadığı halde öyleymiş gibi yapan, buz gibi katil olduğu halde katil değilmiş gibi davranan bir emprovize cinayetler uzmanı; Highsmith’in nefret ve korkudansa sempati ve empati uyandıran katil kahramanı Ripley gibi…

Serbest bırakılan arzu

Ünlü ressamların ölümü sahneledikleri tablolardaki gizi çözmeye çalışan kahramanımız, gündüzleri bir sanat uzmanı gibi yaşarken geceleri ofisine giderek gazeteye verdiği ilana gelen telefonları cevaplar. Babasının tecavüzüne uğrayan kızdan yakında askere gidecek olan eşcinsele, dayak yiyen kadına dek dertli insanlara deva olmaya çalışır. Herhangi birinin bir
başkasını öldürmesi için akıl vermek değildir ama işi. İnsanların bilinçaltlarının derinliklerine attığı ihtirasları dışarı çıkarmak ister o sadece. Serbest bırakılan arzu kendi kendini çoğaltmaya başlayıp hayal gücü gelişmeye başladığında karşısındaki insanın ‘müvekkili’ olacağına dair izler
keşfeder. Ona para kazandıracak değil, yaratıcılığına katkıda bulunacak seçilmiş müşterileriyle dost, arkadaş ve sevgili olarak yaşamlarının tüm zerreciklerine nüfuz eder. Yazacağı romanın emsalsiz malzemeleridir onlar. Ancak gerçek hayatta böyle cesur kahramanlara rastlanabilir çünkü. Bir otelde uyku hapıyla intihar eden Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı ‘nda yazdığı gibi "Kendini yıkan kişi, her şeyden önce, bir güldürücü, kendi kendisinin efendisi olan biridir."

Ölümlerine bizzat tanık olduğu müşterileriyle yaşanan olayları konu alan yazılar yazarak bir tanrı görünümüne büründüğünü düşünen kahramanımız, elindeki malzeme on cildi aşmaya başlayınca bunları gün ışığına çıkartmaya karar verir ve belki de okuduğumuz ilk cilttir henüz. Müşterilerini, kalemiyle tekrar dünyaya getiren, onların diriliş sahnelerini izleyerek beslenen bir anlatıcı kahramanın anlattığı öykülerden oluşan roman, Tolstoy’un Diriliş’i, Gogol’ün Ölü Canlar’ı
ve Stevenson’un İntihar Kulübü’nün zemini üzerine kurulu çağdaş bir fantazya.

Kahramanın bilgisayarındaki ilk dosya Judith adlı bir kadına ait. C. ve K. Kardeşler ile ilişki içinde verilen Judith, Gustav Klimt’in ‘Judith’ adlı tablosundaki kadından imajını alan bir tür Madonna imgesiymişçesine, anlatının her yerinde belirir. Orhan Pamuk’un Gizli Yüz’ündeki gibi kâh ekranda, kâh bir resmin içinde beliren bu hayal kadın, suçluluk duygusuyla tutkunun iç içe
geçtiği, haz ile acı eşiğinin bulanıklaştığı bir tür tinsel sarhoşluk içine sürükler kahramanımızı. Onunla bir sinemada tesadüfen tanışan ve müşterisi olmaya ikna eden anlatıcı için Judith, adeta iradenin yıkımıdır. Kendi Judith’inin tablodaki gerçeğini görmek amacıyla Viyana’ya giden kahramanımız, Gustav Klimt’in tablosunun önünde düşünürken Nazizm’in geçerek kırdığı bu kentte sanat ile şiddetin içi içeliğindeki dehşeti fark eder. Belki de bu şiddeti yaratan, iradeyi yıkan büyülenmedir; o büyük akıl tutulması! Çünkü insan ancak büyülendiği zaman hesapsız cömertliğin dünyasına transfer olabilir. Klimt’in ‘Judith’inden büyülenerek onun gerçek hayattaki izdüşümünü arayan ama bulduğu her kopyanın, bir başkası için çoğaltılmış olduğu görgüsüyle çelişen kahramanımız için nihai çözüm, karanlığın içindeki büyülenmeye terk etmektir kendini. Büyünün müsebbibi figüre ait olmaktan çok kendi gözüne ait bakışın arkeolojisiyle resimde,
modernliğin kendisine yaptığı şeyi görür; sistemli olarak moleküler ögelerine, lekeye, çizgiye, renge, biçime indirgenme…


Gustav Klimt – Judith

Günümüzde ölümün, televizyondan canlı olarak yayınlanan bir tür pornografiye dönüşmesinden rahatsız olsa da kendisi de bu ekonominin rantını yemekte, intihar etmeye karar veren müşterilerine, kendini öldürmüş insanların fotoğraflarını fütursuzca ve soğukkanlılıkla gösterebilmektedir oysa.

Gerçek cinayet görme merakının her açıdan tatmin edildiği pornografik dünyamızı hasır altından hicveden Young-Ha, ölüm fotoğraflarının çoğaltılarak sahip oldukları anlamın basitleştirildiğini, hatta meşrulaştırıldığını ‘Mimi’ başlıklı bölümde de incelikle işler. Kahramanın diğer müşterisi olan Mimi, bir performans sanatçısıdır. Otuz yaşını geçmiş bu kadın da Judith’i anımsatır ona. Anlatıcının alteregosu olması muhtemel C. adlı bir adamın sergisinin açılışında gösterilecek bir videoda oynayan ancak daha sonra bundan pişman olan Mimi’nin nedamet gerekçesi, bir ekranda sonsuzlaştırılmak ve kendi kendinin kopyasına dönüşmektir. Âşık olduğu tüm kadınları ‘tablodaki kadın’a dönüştürmek, hayalinde ilanihaye canlı tutmak için onları ölüme gönderen ve yok oluşlarını izlemekten haz duyan kahramanımız, Mimi’nin bir küvetin içindeki kanlı bedenini, parmak izi bırakmadan terk ederek bitirir romanını. Fetişistik imgesini yükleyebileceği yeni kentler, yeni kadınlar karşısına çıkacaktır nasıl olsa…" Hande Öğüt

*
Kitaptan

Geceleri çok geç saatlerde uyuduğum doğrudur. Bazen sabaha karşı kuşların sesiyle irkildiğim de. Ancak ömrümün kaçta kaçı ölümdür, kaçta kaçı ise hayatım, bilemem. Küçük yüzdeler halinde, araya sıkıştırmaya çalıştığım birçok şey de oldu. Ömrümün kaçta kaçını kapladığını bilmediğim hayatımı, neye adamam gerektiğinden de emin değilim. Ancak size başka bir öyküden bahsedeyim. Hayatını, Holfernes'in kafasını almaya adayan Judith'in öyküsü. Hayatı bir şeylere adamanın kendisi ve adanmışlıkların hazzını ölçmek, Gustav Klimt'in Judith'inde, ölümsüzlüğe sürükleniyor. Ancak, var olan hayatı ölümsüzlüğe adamak, hayatı ölümle biçmek değil midir?

"Sanatın amacı güzelliği, hatta yaşayan güzelliği dile dökme arzusuysa eğer, performans dışındaki bütün sanatlar sahte. Uzlaşma, boş bir ebediyete karşı duyulan arzuların artığı değil midir? Performansa yapılan bütün saldırılar gerçek güzellikten duyulan korkudandır. İnsanlar ölümsüzlüğe duydukları saplantıdan dolayı gerçek güzelliği hapsederler. Onlar ölmüş sanata alışmış kölelerdir."

Kişinin, kendini yıkmaya hakkı var mıdır? Ya da uzlaşmayı inkâr etmeye? Camus intihara bir teslim oluş gözüyle bakıyordu. Öyle midir? Ölüme mi teslim oluştur bu; yoksa karşısında dikilmenin saçmalığını anladığımız yaşamın kendisine mi? Nereye gidersek gidelim bu yaşama saçmalığı devam ediyorsa eğer kaçmak neden? Ve yaşamak bir sanat olabildiyse eğer, ne saçma bir sanattır yaşamak. Peki, intihar da, ölümün kendisini bir sanat yapabilirse, ölmek de bir sanat değil midir, her şey gibi?



















Kendimi Yıkmaya Hakkım Var
Kim Young-Ha, Çeviren: Nana Lee, Agora Kitaplığı, 103 sayfa, 2007

İntihar Kulübü
Robert Louis Stevenson
Çeviren: Emre Ağanoğlu, Merkez Kitapçılık, 107 sayfa, 2007


Türkiye'nin mülteci sorunu


Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komisyonu (UNHCR) geçen yılın sonunda dünya genelinde 50 milyondan fazla kişinin yer değiştirmek zorunda kaldığını ve İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde görülen en yüksek seviyeye ulaşıldığını açıkladı. Yine aynı komisyonun raporuna göre bu sayının yarısı çocuklardan mütevellit. UNHCR Komisyonu Başkanı Antonio Guterres, “Çok önemli bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Dünyada zorunlu olarak yer değiştirmek zorunda kalan insan sayısında çok ciddi artış var” dedi. Guterres, mülteci sayısındaki artışın, yardım örgütleri için büyük bir sıkıntı oluşturduğunu belirtti.

Geçtiğimiz yıl itibari ile dünya genelinde mülteci sayısı 2. 5 milyonluk bir artış gösterdi. Bu yeni artışın büyük çoğunluğunu Suriyeli mülteciler oluşturuyor. Dördüncü yılına girmekte olan Suriye iç savaşı, milyonlarca insanı topraklarını terk etmeye mecbur kıldı. Savaşın en çirkin yüzü, evlerini terk etmek zorunda kalan ailelere gösterdiği yüzüdür şüphesiz.
Suriyeli mültecilerin ülkelere göre dağılımı ise UNHCR’nin gayri resmi kayıtlarına göre şu şekilde:

En fazla mültecinin bulunduğu Lübnan’da kayıtta 962 bin kişi, henüz kaydolmamış ise 49 bin 833 mülteci mevcut.

İkinci sırayı 634 bin kişi ile Türkiye çekiyor. Türkiye’deki resmi makamların kayıtlı mülteci sayısını 220 bin olarak belirtilirken, Yüksek Komiserlik 634 bin rakamını veriyor. Türkiye’deki mülteciler Hatay, Adana, Gaziantep, Maraş, Malatya, Urfa, Kilis, Osmaniye ve Adıyaman gibi şehirlerde bulunan kamplarda ve geçici barınma yerlerinde ikamet ediyor.

584 bin ile mülteci sayısında üçüncü sırayı çeken Ürdün’de ise mülteciler özellikle başkent Amman, Akabe, İrbid ve Madaba gibi illerde yoğunlaşıyor. Irak’taki 226 bin mülteci ise daha çok ülkenin kuzeyinde Duhok, Anbar, Süleymaniye ve Erbil’de yaşıyor. IŞİD’ in son dönem saldırıları ile birlikte, bu insanlar da Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e iltica etmeye başladılar. Irak’tan sonra gelen Mısır’da ise kayıtlı olmayanlarla birlikte mülteci sayısı 300. 000 civarında.
Ülke olarak mülteci politikası belirlemekte bir hayli yetersiz kaldık. Ülkede resmi olmayan rakamlara göre 1 milyon’a yakın mülteci barınırken, mülteciler konusunda ciddi bir hukuksal altyapıya ve sırf bu yönde kurulmuş bir idareye sahip değiliz.

Mülteci sorunu ekonomik, sosyolojik ve politik yönleri olan bir hayli çetrefilli bir meseledir. İnsanların barınmasından, eğitilmesinden, beslenmesinden, sağlık hizmetlerinden, güvenliklerinden hülasa bütün yaşamsal gereksinimlerinden sorumlu olmak ağır bir yükümlülüktür. Daha meşakkatli olanı ise mülteciler ve yerel halk arasındaki uyumu ve çatışmasızlığı sağlayabilmektir. Mülteci psikolojisi, bir müddet sonra sığındığı ülkeye yerleşmeye meyilli bir psikolojidir. Kucak açtığınız mülteciler, müstakbel vatandaşlarınız olabilmektedir. Mülteci kavramı bu şekilde ele alındığında, sığınılan ülke vatandaşları ve mülteciler arasındaki diyaloğun son derece sağlıklı bir şekilde, insani esaslar temelinde kurulması elzemdir.

Bahsettiğimiz hususlar çerçevesinde geçtiğimiz günlerde Gaziantep’te patlak veren olaylar vahim. İddiaya göre bir mahallede dükkanlarda kalan Suriyeliler, sokakta top oynayıp gürültü yaptıkları gerekçesiyle yerel halkın çocuklarını döner bıçakları ile kovalıyorar. Bunun üzerine mahalle sakinleri Suriyeli mültecileri linç etmeye kalkıyor. Polis halkı sakinleştiremeyince mültecilerin kamplara sevk edilmesine karar veriyor.

Son zamanlarda yukarıda bahsettiğimiz türden olayları sıkça işitmeye başladık. Mültecilerden rahatsız olan halk, saldırmak için adeta bahane kolluyor. Kendilerini zaten güvende hissetmeyen mültecilerin, gelip zar zor sığındıkları bir ülkede döner bıçaklarıyla çocuk kovalamaları bana pek mümkün görünmüyor doğrusu. Bu durum bana mevsimlik işçiden kurtulmak için “PKK bayrağı açtılar, karımıza kızımıza laf attılar” iftirasına sığınan belde sakinlerini çağrıştırıyor.

Suriyeli mülteciler, Türkiye’nin de dahil olduğu ve emek sömürüsüne dayanan kapitalist sistem için bulunmaz fırsat. Türkiye’de tutunabilmek için ne iş olsa yapmaya razı bu insanları adeta bedavaya çalıştırıyorlar. Karın tokluğuna çalışmaya hazır yüz binlerce insanın olması, yerel halkın da işsiz kalma korkusu duymasına yol açıyor. Yerel halk da tepkisini ırkçılık ve iftira gibi etkenlerle yansıtıyor. Son dönemlerde Suriyeli mültecilere karşı ırkçı söylemlerin artışında ekonomik etkenlerin önemli yer tuttuğuna inanıyorum.

Kamplardaki insanlık dışı şartlar mültecileri kamplardan ayrılıp, yerel halkın arasında yaşamaya itiyor. Bu tercih neticesinde kamplardan kopan mülteciler görünür hale geliyor. Günlük hayatın akışına karışan ve gözden uzak olmayan mülteciler toplumda hoş karşılanmıyorlar. Türkiyeli insanların bakış açılarına göre mültecinin yeri kamptır. Bu yanlış bakış sokaktaki mülteciyi güvenilmez kıldığı gibi hedef haline de getiriyor.

Fuhuş, dilencilik ve hırsızlık gibi sorunlar yerel halkın gözünde hep olandan daha çok görünüyor. Bu tip aksaklıkları insani bir bakış açısı ile anlayarak ele almak yerine, suçlayıcı ve yargılayıcı bir bakış açısı geliştiriliyor. Böylece mülteci yapmak zorunda olduğu ve aslında kendi tercihi olmayan zorundalıkları yüzünden bir kere daha şeytanlaştırılıyor.

Gaziantep’te yaşanan son olaylar Türkiye’de mülteciye olan tahammülsüzlüğü göstermesi açısından bir hayli ehemmiyet arz ediyor. Bu kötü gidişat, Türkiye’nin bir an evvel mülteci politikası yapabilmek adına ciddi adımlar atmasını zorunlu kılıyor. Unutmamalı ki önümüzde bir savaş, bir çatışma yahut bir göç sorunu değil; hepsinin üzerinde bir insanlık sorunu uzanıyor.


Hektor Vartanyan

Limon Ağacı


"50 sene gece gündüz demeden, Selma ve ben toprağı işledik, ağaçları yetiştirdik. Bu iş sadece sulama ve gübreleme işi değildir. Ağaçlarda tıpkı insanlar gibidir, insanlara benzerler. Ruhları vardır, duyguları vardır. Kendileri ile her zaman konuşulsun isterler, ilgi görmek isterler. Ben traktör kullanmam. Ne yapacaksam kendi ellerimle yaparım. Bu toprak bölgenin en verimli toprağıdır. Sadece bölgenin değil aslında dünyanın en iyi toprağıdır" diyor mahkemeye Abu Hussam; kızı gibi büyüttüğü Selma'nın limon ağaçlarını yok etmek isteyince İsrail devleti.

Sınırda bir hikaye "Limon Ağacı". Selma Batı Şeria'da yaşayan dul bir kadındır ve babasından kalma bir limon ağacı bahçesine sahiptir. Her şey İsrail ve Filistin arasındaki duvarın İsrail tarafına, İsrail savunma bakanı için bir villa inşa edilmesiyle başlar. Villanın yanı başında Selma'nın limon ağacı bahçesi vardır. İsrail devleti buradaki ağaçların güvenlik zafiyeti gerekçesiyle kesilmesini ister. Karşılığında ise Selma'ya tazminat ödemeyi teklif eder. Selma tazminat almayı reddeder ve yıllarca emek verip yetiştirdiği ağaçları için mücadele etmeye karar verir, bir avukat tutar. Filmde hem Selma'nın mücadelesine hem de avukatla olan çürük limon tadındaki aşkına şahit oluruz.

Filmin giriş sahnesinde bir limon ağacı görürüz. Kurumuş dallar arasında sapsarı limonlar... Daha sonra kamera ağacın tam ortasındaki limona odaklanır. Bu limon az sonra hikayesini izleyeceğimiz Selma'dır. Hem ağacın hem de sınırın tam ortasındaki bir limondur Selma. Limonata yaparken görürüz Selma'yı daha sonraki sahnede. Her gelen misafirine limonatasından ikram eder. Filistin toprakları kadar cömerttir Selma.
Film boyunca kendimize şu soruları sorabiliriz: Bir insan bir ağaçla ne kadar derin bir bağ kurabilir? Bir ağaç bir insanın eksik kalan parçasını tamamlayabilir mi?
Babasının tepesinde limon ağaçlarına dokunmaya çalıştığını hatırlar Selma. "Daha yükseğe Selma, daha yükseğe."

Limon ağaçları Selma'nın anılarıdır, rahmetli babasıyla arasındaki son bağdır. Eşi yıllar önce ölmüştür, çocukları kendi dünyalarını çekip çevirmektedir. Selma'nın bir tek limon ağaçları vardır. Selma'nın Filistin'i limon ağaçlarıdır. Kendi Filistin'i için mücadele eder. Sesi uluslararası basında da yankılanır. İzleyici olarak davayı kazanacağı hissine kapılırız. Ama mahkeme kararından sonra Selma'nın avukatı Daud'un dediği gibi "Mutlu sonlar sadece Amerikan filmlerinde oluyor. "

Limon yemişçesine ekşir yüzümüz filmin sonunda. Mahkeme "Ağaçların boyları 30 cm olacak şekilde budanmasına" karar verir.
Selma itiraz eder.
"Benim ağaçlarım gerçek ağaçlar. Hayatım gerçek bir hayat. Zaten çevremize bir duvar örüyorsunuz, bu yeterli değil mi ?" İtirazı reddedilir. .
Filmde İsrail'e karşı açık bir eleştiri yoktur ama filmin sonunda anlarız ki, İsrail için sadece duvar örmek yeterli değildir. Duvarın ardında hayat belirtisi gösteren her şeyi varlığına bir tehdit olarak algılar. Kendi halindeki Selma'yı ve limon ağaçlarını tehlike olarak algıladığı gibi...

Kesilmiş limon ağaçlarının arasında çaresizce duvara bakan Selma'yı görmek insanı hüzünlendirir. Selma girdiği savaşta kendi Filistin'ini kaybetmiştir. Limon ağaçları ölmüştür. Ölen limon ağaçlarıyla birlikte aynı zamanda Selma'nın çocukluğu, babası ve eşi de tekrar ölmüştür.
Yazımın başında, Selma filmin giriş sahnesinde gösterilen ağacın ortasındaki limondur yazmıştım. Düzeltiyorum Selma ortadaki limon değil, ağacın kendisidir ve sonu 1948'den bu yana her Filistinlinin sonuyla aynı olmuştur.

İlayda Çelik









Tuesday, 29 July 2014

“Veba”dan…


Birbirlerine sıkı sıkı sarılmış insanlar, dünyada geri kalan her şeye gözlerini yummuş, görünüşte vebayı alt etmiş, tüm sefaleti ve aynı trenle gelip karşılarında kimseyi bulamamış herkesi unutmuş olarak evlerine döndüler; peronda yalnız kalanlarsa eve dönünce uzun sürmüş suskunlukların yüreklerine saldığı korkuyu doğrulayan bir şey bulmaya hazırlanıyorlardı. Artık taptaze bir acıdan başka kendilerine eşlik eden hiç kimseleri olmayan bu insanlar için, o anda artık yaşamayan bir varlığın anısına sarılanlar için her şey farklıydı ve ayrılık duygusu doruk noktasına ulaşmıştı. Onlar için, şimdi ortak bir çukura atılmış ya da bir kül yığınında eriyip gitmiş o varlığa ilişkin tüm neşeyi yitiren anneler, eşler, sevgililer için veba hâlâ vardı.

Ama kim düşünüyordu bu yalnızlıkları? Öğle olunca güneş sabahtan beri bir mücadele halinde havanın içinde dolanıp duran soğuk esintileri alt ederek değişmeyen bir ışığı sürekli yinelenen dalgalarla kentin üzerine saçıyordu. Gün sanki akmıyordu. Tepelerden kalelerin topları durgun gökyüzünde ara vermeden patlamaya başladı. Acıların son bulduğu ve unutuşun henüz başlamadığı, iki arada kalmış bu dakikada tüm kent kendini dışarı attı.

Bütün meydanlarda dans ediliyordu. Bir günde trafik yoğunluğu hissedilir biçimde artmış ve sayıları giderek çoğalan arabalar insan seli altındaki sokaklarda güçlükle ilerliyordu. Kentin çanları tüm akşamüstü en yüksek perdeden çaldı. Mavi ve altınsı bir göğü çınlamalarıyla dolduruyorlardı.
Gerçekten de kiliselerde şükür duaları okunup duruyordu. Ama aynı zamanda eğlence yerleri ağzına kadar dolmuş, geleceği düşünmeden ellerindeki son alkollü içecekleri dağıtıyorlardı. Tezgâhların önünde hepsi de heyecan içinde bir kalabalık itiş kakış duruyordu, aralarında çevredeki bakışlardan çekinmeyen, sarmaş dolaş birçok çift vardı. Hepsi bağıra çağıra konuşuyor ya da gülüyordu. Herkes içine kapandığı aylar boyunca yaşamı biriktirmiş, şimdi hayatta kalmalarını kutlarcasına onu harcıyorlardı. Ertesi gün asıl yaşam başlayacaktı, önlemleriyle. Şimdilik çok farklı kökenlerden insanlar dirsek dirseğe kardeş gibiydiler. Ölümün varlığının gerçekleştiremediği eşitlik, en azından birkaç saatliğine kurtuluşun coşkusunda ortaya çıkıyordu.

İlk kez olarak Rieux aylarca her gelen geçenin yüzünde okuduğu şu tamdık havaya bir ad verebiliyordu. Şimdi çevresine şöyle bir bakması yeterliydi. Vebayı, sefaleti ve yoklukları geride bırakan herkes, uzun süredir oynamakta olduğu rolün giysisine bürünmüştü, yokluğu ve uzaktaki ülkeyi önce yüzleriyle, şimdi de giysileriyle belli eden göçmen rolüne bürünmüşlerdi. Vebanın kent kapılarını kapadığı günden başlayarak yalnızca ayrılığı yaşamışlardı, her şeyi unutturan o insancıl sıcaklıktan ayrı düşmüşlerdi.
Değişik derecelerde, kentin her köşesinde bu kadınlar ve bu erkekler, herkes için aynı olmayan ama yine hepsi için olanaksız bir buluşmayı özlemişlerdi. Çoğu tüm gücüyle orada bulunmayan birisini, bir bedenin sıcaklığını, sevgiyi yada alışkanlığı haykırmıştı. Bazıları insanların dostluklarından uzak düşmenin, onlara mektup, tren, gemi gibi dostluklara özgü alışılmış yollardan ulaşamayacak olmanın çoğunlukla farkına varmadan acısını çekiyordu. Daha az sayıda bir başka grup insan da, belki Tarrou gibileri, tanımlayamadıkları bir şeylerle istemişlerdi birliği, ama bunlar da istenecek tek şeydi onların gözünde. Başka bir ad bulamadıklarından buna bazen huzur diyorlardı.

Rieux hâlâ yürüyordu. İlerledikçe çevresindeki kalabalık artıyor, gürültü çoğalıyor ve ulaşmak istediği mahalleler uzaklaşıyor gibi geliyordu. Yavaş yavaş bu bağırıp çağıran kitleye karışıyordu ve bu haykırışın bir bakıma kendi haykırışı olduğunu da anlamaya başlıyordu. Evet, hem bedensel hem de ruhsal açıdan hepsi birlikte acı çekmişti, hepsi güç bir tatil dönemine, umarsız bir sürgüne ve hiç giderilmemiş bir susuzluğa birlikte katlanmışlardı. Bu üst üste yığılan ölüler, ambulans sirenleri, şu yazgı denilen şeyin ihtarları, korkunun yinelenen ayak sesleri ve yüreklerdeki korkunç başkaldırı arasında hep bir söylenti yayılıp durmuş ve korku içindeki bu insanlara gerçek vatanlarını bulmaları gerektiğini söyleyerek onları uyarmıştı. Onların hepsi için gerçek vatan, bu boğulan kentin duvarlarının ötesindeydi. Tepelerdeki güzel kokulu çalılıklarda, denizde, özgür ülkelerde ve aşkın gücündeydi. Ve geri kalan her şeye tiksintiyle sırt çevirerek o ülkeye, mutluluğa dönmek istiyorlardı.

Bu sürgünün ve bu birleşme duygusunun ne anlama gelebileceğini Doktor Rieux hiç bilmiyordu. Durmadan yürürken her yandan sıkıştırılmış, kendisini çağıran hastalarına giderken, yavaş yavaş yükü azalmış sokaklara yaklaşıyor ve bu şeylerin bir anlamının olup olmamasının önemli olmadığını, yalnızca, insanların umudunun bir karşılık bulmasını görmek gerektiğini düşünüyordu.

Karşılığın ne olduğunu bundan böyle o biliyordu ve dış mahallelerin neredeyse ıssız o ilk sokaklarında bunu daha iyi görüyordu. Yalnızca aşklarının yaşadığı eve dönmeyi istemiş olanlar, sayıları azalsa da bununla yetinmesini bilerek arada sırada ödüllerini alıyorlardı. Kuşkusuz aralarından bazıları, bekledikleri kişiden yoksun, tek başlarına kentte yürümeyi sürdürüyorlardı. Salgından önce, aşklarını daha başından yoluna koyamamış ve birbirine düşman sevgilileri birbirine bağlı tutan o güç anlaşmayı yıllarca körü körüne izleyen bazıları gibi, eşinden iki kez ayrılmak durumuna düşmemiş olanlar da mutluydu. Rieux gibi onlar da her şeyi zamana bırakmanın hafifliğini duymuşlardı: Onlar sonsuza dek ayrılmışlardı. Ama, Doktor Rieux’nün sabah yanından ayrılırken “Haydi, cesaret, şimdi haklı çıkmanın zamanı,” dediği Rambert gibi başkaları da, yitirdiklerini sandıkları kişiyi hiç duraksamadan bulmuşlardı. En azından bir süre için mutlu olacaklardı. Her zaman istenebilecek ve bazen elde edilebilecek bir şey varsa, onun da insan sevgisi olduğunu şimdi onlar biliyordu.

Tersine, hayal bile edemedikleri bir şeyi dilemiş olanların hiçbirine bir karşılık gelmemişti. Tarrou sözünü ettiği o ulaşılması güç huzura kavuşur gibi olmuş, ama onu işine yaramayacağı bir anda, ölümde bulmuştu. Tersine, Rieux’nün kapı eşiklerinde, azalan ışığın altında gördüğü, tüm güçleriyle sarılmış, heyecan içinde birbirine bakan başkaları eğer istediklerini elde etmişlerse, bunun nedeni yalnızca kendi ellerinde olan bir şey istemiş olmalarıydı. Ve Rieux, Grand’la Cottard’ın bulunduğu sokağa saparken insanla, onun yoksul ve inanılmaz aşkıyla yetinenlerin de en azından arada bir neşeyle ödüllendirilmesinin yerinde olacağını düşünüyordu.
ALBERT CAMUS
Veba

ÇÖL ÇİÇEĞİ - KADIN SÜNNETİ VAHŞETİ VE CESUR KADIN..


 Üç yaşında küçük bir kız çocuğuyken bir sabah anneniz sizi apar topar uyandırıp evden çok uzakta kimsenin olmadığı bir araziye götürüyor. Nemrut suratlı yaşlıca bir kadınla buluşuluyor, kadın pis bohçasından paslı bir jilet ya da kırık cam parçası çıkarıyor. Anneniz bacaklarınızı ayırıyor ve sünnetçi kadın klitorisinizi kesip, sadece çişinizi yapabileceğiniz şekilde bir açıklık bırakarak vajinanızı boydan boya hasır bir iple dikiyor. Şanslıysanız, hayatta kalıyorsunuz. Eğer değilseniz kan kaybı veya enfeksiyondan ölüyorsunuz.

Afrika’da kadın olmak için bir bedel ödemeniz gerekiyor. Hiçbir şeyden haberinizin olmadığı ve savanlarda hayvanlarla oynayarak geçirdiğiniz mutlu çocukluğunuzun ortasında sizi hiç istemeyeceğiniz bir acıya ve hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız bir yaraya mahkum ediyorlar. Kadın(!) olmak için kadınlığınız elinizden alınıyor.

Afrika’da ve bazı Ortadoğu ülkelerinde her yıl 3 ila 12 yaş arasında milyonlarca küçük kız çocuğu bu vahşete maruz kalıyor. Genel olarak müslüman Afrika ülkelerinde gözlemlenen bu ritüel, kızlıktan kadınlığa geçmenin ve gerçek bir kadın olmanın değişmez şartı. Erkek egemen toplumun dayattığı, fakat kadınlar arasında sessiz sedasız halledilen bir pratik.
Sünnetli kadınlar, hayatları boyunca regl dönemlerinde ve cinsel ilişki sırasında dayanılmaz ağrılar çekiyor. Sünnetsiz kadınlar ise kabilelerine ve soyadlarına ihanet etmiş sayılıyor, dolayısıyla aile tarafından reddediliyorlar. Hayat kadını veya fahişe statüsünde kabul edildikleri için asla evlenemiyor ve her türlü sosyal grubun dışında kalıyorlar. Bu duruma düşmekten ve ‘kirli’ addedilmektense yüzyıllardır anneler, kendi elleriyle küçük kızlarının çığlıklarını duymazdan gelerek onları sünnet ettiriyor. İffetli birer kadın olabilmeleri için..

Peki, kadınların sünnet edilmesinin geleneksel nedenlerinin yanında sosyolojik sebepleri de yok mu? Tabii ki var. Sünnetli kadınlar, klitorisleri olmadığı için hiçbir zaman haz duyamıyor. Bu da kadını cinsel açıdan nötralize ediyor ve sadece bebek yapan bir makinaya dönüştürüyor. Ayrıca dikişi genişlememiş veya açılmamış kadının bekâreti, dışarıdan bakıldığında kolayca anlaşılıyor. Dolayısıyla bu ritüelin, bir nevi ‘bekâret kontrol mekanizması’ olduğu da söylenilebilir. Yani Türkiye’deki gibi işi şansa bırakmamışlar. Belki kızlık zarı geridedir, esnektir, doğuştan yoktur gibi durumları düşünmelerine gerek bile yok. Kadın dikiliyse, tamamdır.

İlk sünnet vakasının milattan önce Mısır’da bir mumya üzerinde gözlemlenmiş olması, geleneğin ne kadar uzun süredir devam ettiğini kanıtlıyor. Yüzyıllardır var olan bu geleneğin İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını söyleyen din adamlarına rağmen, her gün 8 bin kız çocuğu sünnet ediliyor.

Waris Dirie, o kızlardan sadece bir tanesiydi. Somalili Waris, 4 yaşında sünnet edildi ve hayatta kaldı; fakat küçük kız kardeşi onun kadar şanslı değildi. 12 yaşında babası tarafından 3 deve karşılığında 65 yaşında bir adamla evlendirilmek istenince annesinin yardımıyla evden kaçtı. Günlerce yürüdü, çölü aştı ve Somali’nin başkenti Mogadişu’ya ulaştı. Mogadişu’daki akrabaları sayesinde Somali Büyükelçiliğinde temizlikçi olarak çalışmak üzere İngiltere’ye gitti. Orada çok ünlü bir fotoğrafçı tarafından keşfedilen Waris Dirie, başarılı bir top model oldu fakat içine girdiği görkemli ve parlak hayat mutsuzluğunu gizleyemedi. Waris, artık ‘Afrika’nın çölünden Paris podyumlarına’ başlıklı röportajlar vermek istemiyordu. Anlatmak istiyordu, kadın sünnetinden bahsetmek, tüm dünyaya haykırmak ve bununla savaşmak istiyordu. Bir gün gazeteye verdiği bir röportajda başına gelenleri anlattı. Basında çok büyük yankı uyandıran röportaj sayesinde herkesin Waris’in ve milyonlarca Afrikalı kadının maruz kaldığı bu vahşetten haberi oldu. Daha sonra Waris, kadın sünnetine karşı verdiği mücadeleye odaklanmak istediğini açıklayarak modelliği bıraktı. 1997 yılında BM tarafından Kadın Sünneti Özel Elçisi olarak seçildi. 2002 yılında Desert Flower Foundation’ı (Çöl Çiçeği Vakfı) kurdu. Waris Dirie’nin aynı zamanda kendi yaşam öyküsünü anlattığı 3 kitabı ve bir de Çöl Çiçeği adlı kitabından uyarlanmış, aynı adı taşıyan bir filmi var.


‘’ ..Kadın sünneti bir kültür değildir, kadın sünnetinin dinle bir ilgisi yoktur. Bu durum değişmelidir ve değişim bizim ellerimizdedir. Afrika’nın liderleri, çocuklarınız ağlarken siz neredesiniz? .. Afrika Ana sen bize onca varlık, onca doğal zenginlik ve güzellik verdin. Senin gücün ve güzelliğin sonsuza dek yaşayacak. İnsanlar seni hem iyiye hem kötüye kullandı. Senin gibi bir yer daha yok; ama Afrika’nın yeni bir ruha ihtiyacı var. Benim bir hayalim var. Savaşıp birbirimizi öldürmediğimiz, dayanışma içinde birbirimize destek olduğumuz bir Afrika hayal ediyorum. Kadınların erkeklerle eşit muamele gördüğü bir Afrika hayal ediyorum..’’

Waris Dirie, Anneme Mektup

*
Warıs Dirie, çilde göçebe bir yaşam süren ve kızların sünnet edilmesi gibi gelenekleri hala uygulamakta olan Somalili bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi.On iki yaşına geldiğinde, yaşlı bir adamla evlendirileceğini öğrenince, çöldeki ailesini terk ederek kaçar ve onu önce Afrika'daki akrabalarına, oradan Londra'ya ve sonra da ünlü bir model olacağı Amerika'ya götüren ilginç yaşam yolculuğuda başlamış olur.

Gündüzleri Naomi Campbell gibi ünlü modellerle çalışan Waris Dirie, aynı zamanda Birleşmiş Milletler'in bir insan hakları elçisi olarak görev yapmaktadır. Fakat o yine de, geceleri, terk etmek zorunda kaldığı vatanı Somali'deki basit yaşamın özlemini çekiyor. Kadınların genel olarak, kendi ayakları üzerinde duran özgür bir birey olma çabası karşısında karşılaştıkları sorunlar, yokluklar ülkesi olan Afrika'nın çöllerinde yaşandığında, çok daha çarpıcı ve öğretici bir deneyim haline geliyor. Waris Dirie, bu sorunlarla nasıl baş ettiğini anlatarak, ister Afrika'da olsun, ister gelişmiş ülkelerde, benzer sorunlarla karşılaşan tüm kadınlara ışık tutuyor. Dirie'nin öyküsü aynı zamanda, yılmadan çalışıldığında, insanın her istediğini elde edebileceğini de göler önüne seriyor ve herkese, dirençli ve çalışkan olma konusunda bir ders veriyor.

Waris Dirie'nin çarpıcı yaşam öyküsünü anlatan bu kitap, on bir ülkede aynı anda yayınlandı ve hemen beyaz perdeye uyarlama çalışmaları başlatıldı.

'Waris'in öyküsü, gerçek bir kadın kahramanın öyküsü.Herkese esin kaynağı olacak!'
-Elton John-

'Waris Dirie, çok özel ve yürekli bir insan.Öyküsü herkese esin kaynağı olmalı. Düşlerini gerçekleştirmek için karşısına çıkan tüm engelleri aşmakla kalmamış, aynı zamanda kadınların özgürlüğü adına, çok soylu bir savaşa çağırmıştır."

-Dr. Nafis Sadık-
(Tanıtım Bülteninden)

Kahkaha devrimi




Gülmenin hazla beslenen, Otoriteyi sorgulayan bozguncu niteliği, insanlık tarihi boyunca bu insanı diğer canlılardan ayırt eden yegâne özelliğin etrafında hep sorunlu bir alan oluşmasına neden olmuş. Ciddiyetin tevazu ile eşleştirildiği semavi dinlerin ilk yasaklarından biri denetlenemeyen kahkahalar. (Oysa İ.Ö üçüncü yüzyılda yazılmış bir Mısır papirüsünde ilk Mısır tanrısının dünyayı otoriteryan sözcüklerle değil kahkahayla yarattığını okuyoruz. Tanrı kaosla yüzleşiyor ve onu kahkahasıyla uzaklaştırıyor. Işığın içine sevinç ve coşku dolu bir dünya salıyor. “Tanrı güldüğünde, dünyaya hükmedecek yedi tanrı dünyaya geldi...ikinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu, yedinci kahkahasında ruh doğdu. İnsanın eğitimi gülme dürtüsünü denetleyebilmeyi öğrenmesi üstüne kurulu. Kişinin gelişmesi, uygar dünyada sorumlu bir birey olarak yerini alması,  neşesini, coşkusunu, onu apansız dürtüveren mizah sinirlerini yatıştırmayı, evcilleştirmeyi öğrenmesini şart koşuyor. Büyüğüne boyun eğmenin, disiplinli bir köle olmanın göstergesi  mümkünse hazırolda durup iyice nötr, anlamından boşaltılmış bir ifadeyle karşısındakinin ötesinde belirsiz bir yere gözlerini dikip emirleri beklemektir. Kahkahanın muhteşem müridi Mark Twain “Dünyadan Mektuplar”da şöyle diyor: “Çünkü soyunuz, bütün o yoksulluğuna karşın, tartışmasız olarak gerçekten etkili bir silaha sahiptir: Gülme. Güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma ñbütün bunlaróyüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama onu bir darbede paramparça edecek olan şey gülmedir.” Hayatım boyunca ‘dalaksız’ olduğum için katlanmam gereken otorite durakları karşısında morarıp tıkanarak kahkahamı bastırmaya çalıştım. İlkokuldan başlayarak derslerde öğretmenlerimin suratına bir kahkaha patlatmamak için çektiklerimi hâlâ midemde kasılmalarla hatırlarım. İkide bir bizim bataryayı karşısına dizip engin hayat dersleri veren yüzbaşı karşısında başım ciddi bir belaya girmesin diye boğulmanın eşiğinde tıkanışımı, çalıştığım birkaç işyerinde amirlerimin gülünç otorite takıntıları karşısında yaşadığım acılı kramplarımı da hiç unutmadım. “Gülme!”, bütün çocukluk ve ilk gençliğimin en zor uyduğum yasağı oldu.

Gülmenin korkuya, baskıya, otoriteye karşı en etkili silah olduğunu; dünyayı tanıma ve anlama yolunda atılacak ilk dev adım olduğunu hissetmek için içinde bulunduğunuz kültürün ilkel muktedirlerine bakmak yeterli.  Recep Tayyip Erdoğan’ın mizah duygusu üstüne kaç cümle kurabilirsiniz? Yok yok, beyefendinin mizahla yegane ilişkisi nesne olaraktır.  Daha çocukken bize gülmeyi yasaklayan, zekanın en önemli çıkışını tıkayarak beslenmemizi kısıtlayan Otorite, insan olmanın hazzına düşman.  Mizahın ne büyük bir tehlike olduğunu bilir, başa çıkabildiği dille de mücadele eder.  Mizahın özgürlükle olan ilişkisini kanımca en güzel dile getiren Mikhail Bakhtin’dir: “Gülmenin olağanüstü bir gücü vardır. Nesneyi yakına getirir, onu parmağın bildik bir hareketle her yanına dokunabileceği somut temas bölgesine çeker, baş aşağı döndürür, içini dışına çıkarır, ona yukarıdan ve aşağıdan bakar, dış kabuğunu kırar, merkezine bakar, ondan kuşkulanır, onu böler, parçalarına ayırır, soyup sergiler, özgürce inceler ve onunla deneyler yapar. Gülme bir nesne karşısındaki, bir dünya karşısındaki korkuyu ve acıma duygusunu ortadan kaldırır, onu tanınan bir nesneye dönüştürür, böylece özgürce araştırılması için zemin hazırlamış olur. Gülme, korkusuzluk gibi bir önkoşulun gerçekleştirilmesinde yaşamsal bir etmendir; bu önkoşul olmaksızın dünyaya gerçekçi olarak yaklaşmak olanaksızdır. Gülme bir nesneyi kendine çekip bildik kılarak, onu gerek bilimsel, gerek sanatsal sorgulayıcı deneyin ve özgür deneysel düşgücünün korkusuz ellerine teslim eder.” Evet. Gülmek, düşgücünün korkusuz ellerinden tutar. Dünyayı zeka ve neşeyle yıkıp yeniden kurar. Otorite tarafından yalnız sorumluluk özürlüsü olarak görülen kadın ve çocuklara yakıştırılır. Çünkü bozguncudur. İşte bu yüzden çocukların karşısına geçip ‘gülmeyin’ diye tepinen öğretmen, bize hayat diye vaat edilen hücrenin ilk habercisidir. Gezi parkında başlayan ayaklanma, öncelikle bir Kahkaha Devrimidir.

Şehadete değil, kahkahaya inananların başlattığı bir devrimdir. Lidersiz, otoritesiz bir harekettir. Yegane borcu, MetÜst’e, Yiğit Özgür’e, Latif’e ve onlarca has  kahkaha bağımlısınadır. Devlet’in ağzı açık kalakalmışlığı bu Kahkaha Devrimi’nin zafer nişanesidir.

Yıldırım Türker

2013 Haziran (Penguen dergisi için yazıldı)







Monday, 28 July 2014

ÇÖPLÜKTE YAŞAM


Çöplükte yaşam, yıllardır taşınması gündemde olan Ankara Mamak çöplüğünde yapılan bir çalışmadır. Geçimini çöplükten sağlayan insanların yaşamını konu alır.


Tükettikten sonra attığımız ve bir daha görmek istemediğimiz "şey" şeyler, şehrin uzağında bir yerlerde toplanır ancak bir takım başka insanlar hayatlarını bizim gör(e)mediğimiz bu yerlerden kazanıyorlar.


Yakınlarından geçerken bile burnumuzu tıkadığımız hızla uzaklaşmak istediğimiz mikrop yuvası ve iğrenç kokan bu mekânda çoğu çocuk yaşta bir çok insan ekmeğini çöplerden kazanırken sığırcıktan martıya, kargadan serçeye binlerce kuş da onların yaşam mücadelesine eşlik ediyor.


Bu sergi şehrin öteki yüzündeki "öteki" hayatlara tanıklık eden, kokusuz ve mikropsuz bir suretten ibarettir. Şüphesiz orada hayat fotoğrafların karşısındaki kadar hijyenik değil.















Murat Özcan