Tuesday, 10 November 2015

Akşam Biraz Fazla Kaçırmışım, Ne Serüvendi Ama! / Ulus Baker

5/11/2015 / skopbülten / Ulus Baker

Bir yazarın, başka bütün koşullar aynı kalmak şartıyla, bir tiyatrocudan, özellikle de bir sinemacıdan daha şanslı bir konumda olduğu zannedilebilir: Onun –satamasa, hatta yayınlayamasa bile– yazmasını engelleyecek bir güç pek yoktur; oysa bu ikinciler, kültür endüstrisinin talepleri karşısında çok daha kırılgandırlar ve bu taleplere cevap vermedikçe bir oyun sahnelemeyi, bir film çekmeyi, bazı avangard oluşumlar dışında pek ummak şansları bile yoktur. Çok kolay yapılabilecek böyle bir gözlem yine de, özellikle Türkiye'nin kültür-sanat yaşamında hüküm süren bir paradoksu açıklamaya yetmiyor: Öyleyse neden Türkiye'de bütün bu alanlar aynı ölçüde kötü ve yoksul? Neden sinema ve tiyatro gittikçe yozlaşan ve sıradanlaşan bir edebiyatın soluk gölgesi olarak faaliyet gösterirken (Ağır Roman ve benzerleri), edebiyat da sinema ve Beyoğlu (Türkiye'nin vitrini...) nostaljisini ancak istisnai hallerde aşabileceği bir ortamda? Bu yargıyı ağır bulacaklara ve bir dizi olumlu örnek sıralamaya girişeceklere de rahatlıkla bunların yalnızca 'istisna' olmalarının bile durumun ne kadar kötü olduğunu gösterdiği cevabı verilebilir.

Jean-François Lyotard'ın ünlü 'yayıncı paradoksu'nun en geçerli olduğu ülkelerden birinde yaşadığımız anlaşılıyor: Kendini, “bana gerçekten ünlü olup da basılmamış herhangi bir eser gösterebilir misiniz?” diye savunan yayınevi sahibinin durumunda olduğu gibi... Bugün 'kültür yayıncılığı' denen alanda işler Batı’dakinden daha iyi değildir – her iki anlamda: 'Korsan kitap' ve 'bandrol' tartışmalarının, kitap okunmuyor yakınmalarının ortamında ve aynı zamanda, 'yayın-dağıtım' piyasasında ciddi 'tekelleşme' eğilimlerinin ortaya çıktığı koşullarda... Ülkenin önde gelen yazarları, Murathan Mungan, Ahmet Altan, Latife Tekin, Orhan Pamuk birdenbire 'kitap okunmuyor' yakınmasından 'yayıncılık' sorunlarını, 'korsan kitap ve telif hakkı' sorunlarını tartışmaya geçtiklerinde ne düşünmemiz gerekir? Artık herkes fark edebiliyor ki, Batı’daki 'trend'ler, Türkiye gibi 'dirençsiz' bir ülkede ufaktan ufaktan belirdikleri anda Batı’dakinden çok daha berbat koşullar yaratabilirler. Son aylarda korsan yayıncılık ve bandrol üzerine her şey konuşuldu, ama kitap dolaşımını formel ekonomi sınırlarının dışına çıkaran dağıtım sorunlarına değinen çıkmadı.

Türkiye kültürel yaşamına hâkim olan 'yarım-kültürlülüğün' bir 'ekonomi-politiği' var. Bu ekonomi-politiğin 'ekonomi' yönü yalnızca dağıtım firmalarını değil, TÜYAP ve benzeri firmalar tarafından düzenlenen kitap fuarlarını, üç yüzü aşkın 'edebiyat ödülü'nü, 'kültür yaşamına katkı' babında –çeşitli banka yayınlarında olduğu gibi– 'vergiden düşme' meselelerini hallediveren finans oluşumlarını içeriyor. Tabii ki 'küçük yayıncılar'ın hallerinin ne kadar zor olduğunu bütün bu kültür endüstrisi sacayağı içinde algılamamak olanaksız.
Kültürün 'politikası' ise hiç de daha iç açıcı değil. Gördükleri devlet desteğiyle, basın tekellerinin kitap yayıncılığına, hatta satıcılığına (ve kuşkusuz dağıtımcılığına), kısacası her alana el attıklarından bahsetmekle yetinmemek gerekir. Birkaç yıl içinde romanı, öykü ya da şiir kitabı yayınlanmamış tek bir köşe yazarının kalmayacağı anlaşılıyor. Öte taraftan birazcık ün kazanmış bütün yazarlara büyük basında 'köşe' açmayan gazete de pek kalmayacak gibi. Büyük şehirlerin bütün hatırı sayılır kitapçılarında birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Yerini 'aydın pazarlamasına' terkeden Aydınlanmacılık (ve yan anlamlarıyla 'ilericilik', 'Kemalizm' vesaire) adına büyük basında köşe edinen 'yaşlılar' –Fethi Naci, Doğan Hızlan ve benzerleri– bizi hangi kitabın okunmaya 'değer' olduğu konusunda aydınlatıp duruyorlar. Sonuç, kısaca söylemek gerekirse, bir 'genel kültürsüzlük' teröründen ibarettir.

Ahmet Oktay, geçenlerdeki bir köşe yazısında aydınlarımızı 'bandrol' meselelerinden çok 'yazarların karşılaştığı' gerçek meselelerle uğraşmaya çağırıyordu haklı olarak. Metin Solmaz'ın yine geçenlerde Radikal-2’de yayınlanan ve yarı-gerçekçi bir ‘okur profili' çizen alaycı yazısı da işin öteki yönünü –edebi-kültürel kısırlığın dolaylı sonuçlarını– gözler önüne seriyordu. Her durumda, böyle bir kötümser portre karşısında sağlam tutulması gereken bir odağa, 'yazara' bakmak ve önem vermek tek çare gibi geliyor...

Oysa o cephede de bu aralar durum pek iç açıcı değil. Edebiyatın, filozof Jacques Derrida tarafından yapılan bir tanımını son derecede doğru, ama bir o kadar da hüzün verici buluyorum: Edebiyat, her şeyi yazmanın mümkün olduğu alandır... özellikle Türkiye gibi, hâlâ sansür kurumuyla cebelleşen bir ülkede bu sözler biraz lüks, hatta anlamsız gelebilir. Ama bu sözlerin doğruluğunun altını çizen yine tam da sansürün varlığıdır: Edebiyat, en belalı sansür ve baskı koşullarında bile yazıldığı için önemlidir. 'Yazma serüvenleri' hakkında kendilerine soru yöneltilen çoğu yazarımızın, aslında pek de 'serüven' filan yaşamadıklarını gösteren cevaplarıyla karşılaştığımızda edebiyatın bu gerçek talebinin de ülkemizde genellikle ifade bulamadığını hüzünle anlıyoruz. Yıllar önce Murat Belge'nin, Toplum ve Bilim dergisinde yayınlanan ve başlığından anlaşıldığı kadarıyla, o zamanlar galiba Memet Fuat tarafından 'yeni keşfedilmiş' (bu eleştirmen-yazarımızın o sıralar merak ettiği, bu genç kızın bu kadar ağır bir yazarlık serüveni yükünün altından nasıl kalkacağıymış) olan Latife Tekin hakkında olması gereken bir yazısı, uzun uzun ve oldukça güçlü argümanlarla Türkiye'de neden roman geleneği bulunmadığını tartıştıktan sonra, 'esas konusuna' iki-üç paragrafta değinip bitirmesi ile ilginç görünmüştü bana. Bunun karşısında 'serüveni bol' yazarlar da kuşkusuz bulunuyor – 'solculuk', 'cezaevi', 'sürgün' hikâyelerini eserlerinden daha fazla tanıdığımız yazarlar bunlar. Öyleyse eleştirmenlerin ve röportajcıların dillerinden hiç düşmeyen şu 'yazma serüveni' meselesine biraz daha yakından bakmak zorundayız.

1950’li yıllarda Fransız edebiyatını ziyaret edersek 'yazma serüveni' sözleriyle ilk kez karşılaşırız: Alain-Robbe Grillet'nin, Marguerite Duras'nın değerli kıldıkları bir 'Yeni Roman' formülüdür bu: Artık serüvenleri yazmayacağız, yazmanın serüvenini vereceğiz. Bununla tam tamına modern edebiyatın içinde esaslı bir kırılma anı ile karşı karşıya olduğumuzu kabul etmeliyiz: Bitip tükenmez psikolojik tahlilleri, roman kişiliğinin 'kimlik' ve 'tutarlılığını' edebiyattan defetmenin vakti geldi –Yeni Roman, yazının bizzat kendisinin bir macera haline gelmesidir...

 Alain-Robbe Grillet 

Marguerite Duras
   Türkiye'de 'yazma serüveni' kendisine sorulabilecek yaşa gelmiş olan yazarların çoğu bu Yeni-Romancıların 'edebi kurnazlıkları'ndan haberdar olmadığı ölçüde, kendi eserinden, aldığı (ya da alamadığı) ödüllerden, aslında kimseyi ilgilendirmeyecek yaşam ayrıntılarından, anılarından, edebi büyüklerle ve atalarla karşılaşmalarından bahsetmeye girişecektir: Türkiye edebiyatında 'yazma serüveni'nden bahsedildiği zaman anlaşılan, 'İkinci Yeni' ya da 'Garip' karşısında veya yanında, kimin hangi tarafta olduğu gibisinden bir sürü şeydir. Böylece bu serüven meselesinin bir 'belgelendirme' gereksinmesine cevap verdiği anlaşılıyor – yer yer salt dedikodu sınırlarını aşabilse de, genellikle Ataol Behramoğlu ile İsmet Özel arasında bir zamanlar cereyan eden dostluğun şimdilerde çok önemli bir edebi meseleymiş gibi sorgulanması türünden değerler bunlar.

Yazarlarımızı yalnızca biyografik maceralarıyla değil, 'yazı maceraları' açısından ele almaya giriştiğimizde yine genel bir kötümserlik vadeden bir durumla karşılaşıyoruz: Bunun nedeni, birtakım köşe yazarlarının (Attila İlhan, Çetin Altan, Perihan Mağden, Vivet Kanetti, Ahmet Altan, Kürşat Başar) romancılık ve öykücülük sektörüne el attıkları (ya da tersi; roman sayfalarından gazete köşelerine geçtikleri) andan itibaren bu iki macera arasında herhangi bir farkın silinip gitmesidir. Derrida'nın tanımının içerdiği 'mutsuzluk' işte burada yatıyor: Her şeyin yazılabileceği, edebiyata dahil olabileceği fikrinin kötüye kullanılması... Filozoflarınkinden farklı olarak, edebiyatçıların biyografilerinin, onlarla buluşma açısından önem taşıdığı Zweig'ın 'yazar portrelerinden' ve biyografilerinden bellidir. Yazarların sürekli edebi eğitimlerini günlük tutarak sağlamaları da pekâlâ bir zorunluluk mertebesindedir. Irvin Yalom'un Nietzsche Ağladığında adlı çok-satar kitabı, bunu bir 'roman' kılığında, yüzeysel psikanalizle iktifa eden genel kültürsüzlük ortamında pazarladığı zaman sonuç nasıl dehşet verici olduysa (bu kitap, unutmayalım, Türkiye'de de pek sevildi), çocukluk ve gençlik anılarının, küçük, kırık dökük aşk maceralarının doğrudan doğruya dile getirildikleri bu 'biyo-romans' geleneği de daha iyi bir hale delalet etmiyor. Gelelim Türk Edebiyatının bugünkü genel görünümüne: Daha önce de söylendi; uzun cümle yapamayan bir edebiyattır bu. Aile arşivlerini, kendinin veya eş dostun bunalımlarını, küçük anı ve nostalji kırıntılarını birbirlerine karıştırarak inanılmaz kısa sürelerde imal edilen öykü ve romanlardan oluşuyor. Sinema senaryosu olmaya ta baştan elverişli kılınmış bir 'teknik rahatlığı' söz konusudur artık, yani, bir 'ucuz roman'.

Derrida'nın şu her şeyi yazabilmek dediği koşullara dönelim öyleyse -bundan anlamak istediğim, her şeyin yazılması değil, herhangi bir şeyin yazılmasıdır. Yani, diyelim, tiyatroyu Brecht gibi yapmak gerekmez, ama mutlaka bir şeyler yapmak gerekir. Yeni-Romancıların 'chiasma'sı, tam anlamıyla 'edebiyatta bir fikir'dir. Onlar gibi yazmak gerekmez, ama mutlaka edebiyatta bir fikre sahip olmak gerekir. Bu ise, edebiyatta olsun başka bir şeyde, sinemada, tiyatroda, resimde, siyasette, felsefede olsun, yalnızca o alanlarda eser vermek değil, eserle birlikte, ondan asla bağımsız olmayan bir 'başka şey' de üretmek demektir – üçüncü bir şey... Bu üçüncü şeyin özelliği 'taklit edilemezliği'dir. Ama üslup meseleleri gibi sözde-edebi, telif hakları meseleleri gibi edebi olmayan değerler düzleminde ifade edilemeyen bir 'taklit edilemezlik'tir bu. Biri pekâlâ Dostoyevski gibi yazabilir, Garip şiirine geri dönebilir – ama 'ille de öyle yapmak gerekli değildir.' Bir eser içinde yaratılan şey, istediği kadar kuramsallaşmamış, istediği kadar belli belirsiz olsun, o eserin bütününden ayrılamaz bir 'zorunluluk'tur. Brecht gibi birisi için şu yabancılaştırma etkisi zorunluydu ama kimse için hep öyle yapmanın asla 'zorunlu olmadığı' ölçüde...

Demek ki sorun, sanıldığı gibi bir 'taklit', bir üslûp sahteciliği' değildir. Türk edebiyatında klasik roman geleneği var olmayabilir – ama bu, taklidin de son derece biricik ve özgün bir deneyim olmasını ve pekâlâ edebi-sanatsal bir olumluluk taşımasını engellemez. Bugün yüzüne bakılmayan 'köy romanı'nın, hiç değilse bir üçüncü olarak 'ısrar'ın psikolojisini ürettiği pekâlâ‚ söylenebilir: Burada, feodal köy hayatının bütün yoksunlukları altında, mutlaka bir şeyler olup bitmeli...

Güçlü ya da güçsüz herhangi bir fikrin yokluğu, günümüz edebiyatının genel özelliği olarak açığa çıkıyor. Bir fikrin yokluğunu dolduracak tek bir şey vardır: edebi klişeler imalatı. Gelenekselleşmiş 'janrlar' (Türkiye'de nedense bu aralar bir-iki yazara sahip olabilmiş polisiye, macera gibi) klişelerden yana çok yoksun değildirler – ama 'iyi' örneklerinde onları tanımlayan bir 'yapıya' sahip kılınmış oldukları da söylenebilir. Sorun daha çok 'yapısız' klişelerden oluşmaya başlayan tuhaf, postmodern bile denemez bir edebiyat kültürünün gitgide yaygınlaşmasında yatıyor. Klişeler cümlelerde yuvalanmaları bakımından ayırt edilip tanınırlar – kısa cümleler, günlük hatırlama rejimince beslenen, herkesin anlayabildiği, arabeskten, sinemadan, nostalji mekânlarından, mizahçılardan, hatta reklamlardan kotarılan cümleler... Ya da aksine, İhsan Oktay Anar'ın, Orhan Pamuk'un ve benzerlerinin iyiden iyiye yapılandırılmış tarihsel klişeleri – fantezi dünyasında oynanan bir oyun olarak edebiyat... Roman böylece 'var olmayan' bir felsefeye sızarak fikir oluşturuyormuş gibi yapacaktır. Buket Uzuner ile Aslı Erdoğan'ın en iyi modelini sundukları 'kişisel', 'günlük yaşam' arşivciklerinin yanına bu kez, herhangi bir ciddi tarihçinin dönüp bakmayacağı bir dizi arkaik mesel, felsefi bilgi kırıntısı, tarih komplosu yığınağı, sahte bir 'tarih arşivi' gelip yerleşecektir. Sanki gizli bir anlaşma var gibi: Gazeteler bulmacalarında nasıl onların resimlerini ve adlarını verip kitaplarını soruyorlarsa; yazarlarımız da karşılığında, yarım-kültür piyasasına bulmaca gibi eğlencelik kitaplar yazıp duruyorlar.

'Her şeyi yazabilmek', öyleyse, inşa edilmesi gereken bir özgürlüktür – küçük ailevi ve cinsel sırları roman, öykü ya da şiir kılığında ifşa edip durmak değil. Eleştirmenlerimizin büyük bir çoğunluğu hâlâ 'biçim/içerik' terimleriyle iş görmeyi sürdürüyorlar – bir bakıma iyi de yapıyorlar, çünkü 'daha karmaşık', 'yapısalcı' ya da 'dekonstrüksiyonist' (sökümselci?) teknikleri kullanıp bir şeyler yapmaya kalkıştıklarında ortaya, şimdiye kadar yalnızca anlaşılmaz ve amaçsız bir dergi yazıları yığınından başka bir şey çıkmamıştı. Kötü bir edebiyatın eleştirisinin de kötü halde olması kaçınılmaz. Tıpkı çöken bir toplumun toplumbiliminin de çöküyor olması gibi...

Bu koşullar altında önerilebilecek tek şey, yazarlarımızın 'yeni hayat' denen şeyi cılız edebi terennümler içinde aramadıkları zaman gelene kadar, hiç değilse dağıtım ve promosyon piyasasının dengelerine karşı direnç gösterebilmeleridir. Öyleyse her alanda olduğu gibi kuşkusuz kara para aklama işlerine de hizmet eden şu, 'mafyatik kitap korsanları'nı eleştirmeyi başkalarına (yetkililere?) bırakarak, doğrudan doğruya bizzat kendilerinin 'korsan kitaplar' yazmaları tek çare olmasın sakın? Bu, öteki seçeneklerden daha imkânsız değil.



Kaynak: www.birikimdergisi.com
İlk yayınlandığı yer: Virgül dergisi, Eylül 1998, sayı 11                                                                                                 
                                           

Tohum üzerinde çarpık mülkiyet: Patentler, tekelleşme ve “tohum totaliterizmi”



Saliha Kılıç  Kasım 10, 2015


Geleneksel tohumlar binlerce yıldır çeşitlilik, gıda güvenliği, sürdürülebilirlik ve yaratıcılığın göstergesi olmuştur. Küresel tarım şirketleri doğa ve çiftçilerin yaratıcılığını hiçe sayarak genetiği değiştirilmiş tohumları "fikri mülkiyet" kisvesi altında patentlenmekte ve şirketin mülküne aitliğini tescillemektedir. Bu aynı zamanda tohumun çarpık mülkiyetinin de temelini oluşturur. Bugün, toplamda on büyük küresel tarım şirketi (Cargill, Monsanto ve Continentall başta olmak üzere) GDO’lu tohum pazarının tamamını elinde bulundurmaktadır. Bu durum bize başlı başına bir tekelleşmenin var olduğunu kanıtlamakla kalmaz, aynı zamanda tohum üzerinde totaliter bir sürecin başladığını da gösterir.

Çiftçiler artık elde edebildikleri ürünle üretim maliyetini karşılayamaz hale gelirken, hemen bir çözüm üretilmiş ve destek kredileri imdada yetişmiştir. Fakat bu durum çiftçilerin borçlanmasıyla sonuçlanan bir süreci beraberinde getirmiş, borçlarını geri ödeyemeyen çiftçiler, önce topraklarını sonrasında ise evleri başta olmak üzere tüm mülklerini yitirmişlerdir.


Ancak yine de borç yükünden kurtulamamışlar ve en nihayetinde çaresizce intihara başvurmuşlardır. Hindistan’daki çiftçi intiharları tam da bu sürecin en bariz örneğini oluşturmaktadır. Tohum üzerindeki tekelleşme, toplumsal olgulardan ilk ve en çok etkilenen özne olan kadınların da tahakkümünü pekiştirmiştir. Kadınlar, destek kredilerinden doğan borçları ödeyebilmek için önce ellerindeki takılarını, sonra da üretim için kullandıkları araç gereçlerini kaybetmişlerdir. Toprağın kaybedilmesi ile devam eden süreçte ise kadınların üretici rolünün tamamıyla ortadan kaldırıldığı gerçeği ile karşı karşıya kalınmaktadır. Son olarak evinin de elinden alınmasıyla daha da yalnızlaşan ve çaresizleştirilen kadınlar, taciz ve tecavüz gibi etmenlere son derece açık hale gelmektedir tüm bu sürecin sonunda kadınlar (Maria Mies’in Son Sömürge Kadınlar eserinde değindiği üzere) ya dilenciliğe ya da fahişeliğe sürüklenmektedirler.

Fotoğraf: Robin Hammond

Toplumun her öznesini etkileyen bu tekelleşme süreci, bakıldığında çiftçiler için birer felaket tablosu haline gelse de küresel tarım şirketleri kârlarını artırarak yoluna devam etmektedir. Yerel pazarlar ortadan kalkmış, çeşitlilik ve sürdürülebilirlik kavramları genetiği değiştirilmiş tohumlarla üretimin dayatılması ile gıda üzerinde, tüm canlıları kaçınılmaz olarak etkileyecek totaliter bir süreci ortaya koymuştur.

Tüm bu acımasız sürecin küresel tarım şirketlerince yönetilen ve uluslararası kuruluşlarca desteklenen, küresel tarım pazarına zorunlu olarak dahil edilen küçük üreticilerin kâr için "harcanabilir" kitle olarak değerlendirilmesi gerçeği, geleneksel tohumların özgürlüğünün aslında çiftçi özgürlüğü olduğu gerçeğini kanıtlar niteliktedir. Geleneksel tohumların özgürlüğü aynı zamanda çeşitliliği koruyacak, küresel tarım şirketlerinin tahakkümünün önünde duracak, sürdürülebilir tarımı ve yerel pazarları yaratılan totaliter süreçten kurtaracak yegâne kurtuluşumuzdur. 

https://gaiadergi.com/tohum-uzerinde-carpik-mulkiyet-patentler-tekellesme-ve-tohum-totaliterizmi/

Crashed helicopter pilot Richard Green had decade-long feud with air safety watchdogs

"My pride and joy": the EC135 operated by Richard Green. Photo: www.richardgreen.net.au

November 10, 2015 - 11:50PM
Rory Callinan and Rachel Olding

A wealthy pilot and landscape photographer killed when his helicopter crashed near Cessnock had been embroiled in a bitter, decade-long battle with air safety watchdogs about being allowed to do his own maintenance on the $6 million aircraft.
Richard Green, 74, his graphic artist wife Carolyn, 71, and filmmaker John Davis, 72, were killed on their way back to the northern beaches from an anti-mining festival at Breeza, near Tamworth, on Saturday.

The highly regarded environmentalists were working on a documentary capturing the environmental destruction wrought by mining.  

Mr Green's modified Eurocopter 135, described by him as his "flying campervan", was found in rugged, bushland near Cessnock on Monday evening.

A witness, Jim Bloomfield, said he saw the helicopter fly into a valley near his Hunter Valley home as a severe storm rolled in on Saturday evening. He said the helicopter landed but then took off again and looked in trouble.
"I actually said to my wife I hope that guy is an instrument-rated pilot because he's in trouble if he's not," he told Sky News.

Killed in helicopter crash: Richard and Carolyn Green. Photo: richardgreen.net.au

The experienced pilot had his license suspended for six months in 2013 over four incidents in one year where he almost collided with other aircraft and one incident in which he struck powerlines and tore off part of his helicopter.
In a submission to an air safety inquiry in 2013, Mr Green had demanded the sacking of the Civil Aviation Safety Authority (CASA) board and other officials.
The submission reveals that Mr Green had been the first to import the high-performance Eurocopter into Australia and had immediately struggled to find qualified technicians to keep the machine flying. As a result he maintained it himself.

Filmmaker John Davis also died in the helicopter crash. Photo: Facebook

https://vimeo.com/101272970

The experienced pilot had his license suspended for six months in 2013 over four incidents in one year where he almost collided with other aircraft and one incident in which he struck powerlines and tore off part of his helicopter.
In a submission to an air safety inquiry in 2013, Mr Green had demanded the sacking of the Civil Aviation Safety Authority (CASA) board and other officials.
The submission reveals that Mr Green had been the first to import the high-performance Eurocopter into Australia and had immediately struggled to find qualified technicians to keep the machine flying. As a result he maintained it himself.

He complained bitterly about being investigated by CASA as far back in 2006 after he hit a tree branch while flying in Cape York in far north Queensland and how the incident had severely affected his authority to maintain the machine.
"I had a minor blade strike on a tree branch in a wilderness area in Cape York. In order to get the helicopter out of that location, I made a repair to the rotor blades," he wrote in the submission to the federal government's Aviation Safety Regulation Review.
"CASA's concern was not the fact I had a blade strike but what happened afterwards.
<i></i>
"My wife and I were stranded in the Cape York wilderness. Drawing on my training and an experienced-based evaluation, I made the sensible decision to effect a temporary repair that would permit a safe two hour flight to Cairns."

Mr Green said his alternative was to leave it "stuck in the wilderness" where it would have been difficult to repair and recover.
He said when he reported his actions to CASA an airworthiness inspector tried to revoke his pilot's licence, deeming the flight "dangerous and illegal".
He said CASA had "dramatically embellished the incident by listing a whole slew of alleged technical breaches of the regulations that flowed on from this primary incident".
Mr Green said he was required to show cause why his licence should not be revoked.
He then appealed to CASA's then head of aviation Greg Vaughan who instead increased Mr Green's authorities to conduct and certify maintenance on his helicopter.
However when the authority required renewal two years later, CASA refused to renew it.
Mr Green then successfully appealed through the Administrative Appeals Tribunal. He also said he faced further allegations of safety breaches as a result of his dispute with CASA.
He lashed out at CASA, saying "in my case alone well over 1000 man hours have been expended in trying to clip the wings of one private pilot who flies his own private helicopter about 100 hours a year and almost exclusively in wilderness areas of Australia".
He finished his submission by calling for "all the senior management in CASA ... to be replaced and the CASA board disbanded".
NSW Greens MP Jeremy Buckingham said the trio "were committed environmentalists who spent their lives making amazing films and taking incredible photographs of our incredible country – and fighting tooth and nail to defend it".
"It is a very dark day for anyone who loves the environment of Australia," he said on Tuesday.
Former independent MP Tony Windsor, who spoke at the Breeza festival on Saturday and met all three crash victims, said Mr Davis, a former Greens candidate for Davidson, interviewed him that afternoon about political lobbying and mining.
"I had a long conversation with John and probably did the last interview John ever did," said Mr Windsor.
"He wanted to have a yarn on a few things, mostly the influence of paid lobbyists in Canberra, particularly in the mining sector. He gave me his card and I'd put it on the beside table."
He said the three victims were keen and passionate environmentalists.
"About 800 people came to that event over the weekend, people travelled from near and far and the three of them really represented that body of people," Mr Windsor said.
"They had come to learn about this magnificent piece of country. They went out of their way to do that so it's tragic to think [the crash] happened on the back of their concerns for other people."
The twin-turbine Eurocopter had been used by Mr Green and his wife as aerial campervan to explore Australia and as part of his photography business and hobby.
He said when he first imported the machine there was nobody in the country who had certification to maintain it and he was the only pilot in the country endorsed to fly it.
A scientist and engineer by training, Mr Green said he purchased his helicopter in the late 1990s as an early unit off the production line in Germany.
He also noted he had flown with the chief flying instructor of Eurocopter Germany.
"Based on my training and experience (after a rigorous) flight test I was given endorsement to train other pilots to fly the machine," he said. He also noted that he had a maintenance hangar at his own home.



















Saturday, 7 November 2015

Surrealism














Ulus Baker’in bakışından: İran Sineması ve Kadın

İran sinemasında yalnızca kadının varlığı konusunda değil, İslam’da aslında yasak olan “imajın” varlığını tartışmanız gerekir önce. Yoksa hiçbir kültür kadınlara “dayanamaz” –muhakkak çekicilikleri ve birtakım güzellikleri, işveleri vesaire vardır onların. İşte Mahmalbaf’ın Kandahar filmine bakın –ne diyordu? İmajları olmayan ülke. Niçin? Çünkü kadınlarını burkalara kapatmış. Bu sosyo-politik gerçeklik yine de filme bir paradoks olarak yansımış bulunuyor (ve hissedebildiğim kadarıyla filmin yönetmeni bunun pek farkında değil): burkalarla Afganistan yaylalarında çekilmiş kadınlar filmin en güçlü ve rengarenk imajlarını oluşturmaktan geri kalmıyorlar, kapatıyorlar onları, onlar ise burka denen giysilerini yeniden ve yeniden icat ederek, renklendirerek, o çok özel erotizm dozunu kendi keyiflerince ayarlayarak cevap veriyorlar. Hayat şu ya da bu bicimde akacaksa ille de akabileceği kanalları üretmek, yeniden üretmek gerekir.

Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997)
Ben İran sinemasının sırrının sansüre karsı çıkıştan ibaret olmadığını düşünüyorum. Rejimin epeydir bu “geçip giden” imajlara, yani yanılsama olduklarını bizzat gösteren imajlara toleranslı davranıyor olduğu malum. Ancak unutmayalım ki bizim on dokuzuncu yüzyılda yitirdiğimiz, oysa İran şiirinde korunan “divan” edebiyatı ve ona ait imajlar rejimi, her türden realizmin ötesine geçerek İran sinemasını koruması altında tutuyor. Düşman cephesinden yağan okların “tir-i müjen”, yani “sevgilinin kirpikleri” gibi olması yeterince sinematografik bir imajdır. Muhsin Ertuğrul denen Mustafa Kemal icazetli adam yüzünden Türkiye’de sinema filan kurulamadı. İnsanlar imajlar üstüne belki Metin Erksan’dan itibaren –o da birazcık– düşünmeye gayret ettiler –ve diyelim ki bunun için Yılmaz Güney’i, bugün de Zeki Demirkubuz’u, Derviş Zaim’i ve özellikle de Nuri Bilge Ceylan’ı beklemek zorunda kaldık.

Hep hatırlattığım bir nokta, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Namık Kemal’in “gerçekçilik” uğruna batı edebiyatı lehine, acem edebiyatı aleyhine ileri sürdüğü noktaların sinemaya nasıl da olanak vermediğiydi. Unutmayalım ki sinema realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insani kuşatır ve yönlendirir. Sinema bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının “sembolizmine” daha yakın bir türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye’de yok.

İran’da sinemada kadının hangi şartlarda görünebildiğini biliyoruz. Önemli olan, kadın sinemacılardır daha çok. Samira Mahmalbaf ve diğerleri. Kadın halini ve çocuk halini anlatmak. Bu aslında fiziki bir duruma tekabül ediyor –hayatin katı, sıvı ve gaz hallerine gönderiyor bizi. Bu yüzden İran sinemasının mesela çocuğa ciddi ciddi ihtiyacı var: çünkü çocuklar şeyleri genellikle “gaz halinde” görebilme yeteneğine sahipler. Bizim artik alıştığımız tarzdan çok farklı bir ayırt etme ve kavrama sanatları var onların. Ve İran’da kadınlar da uzun yıllardır “çocuklaştırılmak” istenmiş. “Çözüm çok basit, kapatırsınız olur biter” tipinden bir kolaycılığa mahkûm edilmiş.

Ve “parantez”, ben de sürekli övgüler yağdırıyorum ama aslında çok iyi bir özgün sinematografik çizgi yakalamış olan İran sinemasını bir “tür” olarak algılamak konusunda henüz kararsızım… “sinemanın gerektirdiği işler”i çok iyi yaptıkları açık. Ama sürekli olarak hayatın çok dar bir kesiminde hareket etmek zorunda kalıyorlar ve bütün güçlerini “belgeleme” diyebileceğimiz bir uğraşıdan alıyorlar. Buna karşın, tuhaftır, iyi “belgesel” çekemiyorlar, çünkü her türden kurgu filmleri zaten kendiliğinden bir belgesel gibi görünüyor.

Sinemada kadının imajının ne olduğu ve nasıl işlediği, bütün çeşitliliklere rağmen galiba şöyle bir soruna indirgenebilir: çoğunlukla erkek olan yönetmenlerin ortaya sürdüğü birtakım “kadın” imajları” var. Ama bütün mesele bu imajın kadın yönetmenlerin elinde ne menem bir şey olacağı. Dolayısıyla –mesela– bir aşk filmi bir kadın tarafından çekildiğinde ondan kuşku duymalıyız. Çok iyi bir film olabilir, ama o kadar da iyi olması kötü olabilir. Kadınlar şu anda ask-meşk meselesinden çok özgürlük meselesine takılmış haldeler. Ve bu durum yalnızca batılı manada kavradığımız feminizmle sınırlanmıyor. Burkalar içinde Afgan kadınlar kendi dünyalarını nasıl kurabiliyorlarsa imajlar dünyasında da kurabilirler. Bu iş şu anda nedendir bilmem İran’da en iyi bir şekilde yapılıyor.

Safar e Ghandehar (Muhsin Mahmelbaf, 2001)
Anlıyoruz ki kadınlık meselesi bir özgürlük meselesidir. Ancak o andan itibaren özgür aşktan filan bahsedebilirsiniz. İran sinemasının kadın filmcileri bu sorgulamayı en iyi yapanlar olarak beliriyor gerçekten.

Peki, rejim neden katlanıyor bütün bunlara: bence katlanmıyor, kandırılıyor ya da kendisini, zoraki, kandırılmaya bırakıyor. Bu zorunlu çünkü basitçe söylemek gerekirse –her ülkede olduğu gibi– İran’da nüfusun yarısını kadınlar oluşturuyor.

İran sinemasından geçerek kadını –mesela bir erkek olarak– sevemeyeceksiniz. Ama başka türden bir varlık olarak seveceksiniz. Ama işte kadın o “başka türden varlık”tan başka bir şey değildir ve o da bunu anlatmak istiyor zaten.

-ve bir not: bu asla kadınlara değil, kadın “sinemacılara” bir övgüdür… Aynı şekilde kadın “ev kadınları”, kadın “polisler”, kadın “işçiler”, kadın “fahişeler” vb. övülebilir. çünkü hepsi kendi imajlarına sahiptirler.

Ulus Baker

kaynak: Körotonomedya

Wednesday, 4 November 2015

Gülten Akın'ı Kendi Sözleriyle Anıyoruz


"Şair Gülten Akın’ı kaybettik. Gülten Akın son mülakatlarından birini Açık Radyo’da yayınlanan Pulbiber Mahallesi, Meymenet Sokak, Göçmüş Kediler Bahçesi programında Karin Karakaşlı ve Levent Pişkin’e vermişti. Biz de onu en güzel kendi sözleriyle anabiliriz diye düşündük."






Tuesday, 3 November 2015

Havva Yerine Lilith Olsaydı


Cinsiyetçiliğin birey ve toplumdaki yansımaları kadın, erkek, kadın ve erkek arası geçişkenlikler olarak ayrı ayrı ele alınmalı ve kadın hakları, cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihi üzerindeki eşitsizlikler üzerinden tartışılmalıdır. Umut ediyorum ki böyle yapıcı bir atmosfer altında ilerleme kaydedilebilir ve asırlardır kanayan yaralara deva olabiliriz, tabii ki hep birlikte.

İştar, Kibele, Anahita, Ninhursa, Tiamat ve Lilith efsanelerinin her biri kadının toplumdaki yerini, kadın haklarının tarihteki evrimini anlamak ve sorular sormak için bizi bekleyen mitoslar.  Mitoloji, içinde doğduğu toplumsal gerçeğin bir ürünüyse eğer, insanlık tarihinin aydınlatılmasına hizmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Yazı boyunca yapılan kadın-erkek ayrımının soyut bir ayrım olduğunu baştan belirtiyor ve Lilith efsanesine geçiyorum.

Lilith bu mitosların en başında gelen günümüzde feminizmin sembolü olarak da kabul edilen merak uyandırıcı ve kışkırtıcı bir sembol. Tevrat’ta geçen yaradılış hikâyesine göre cennet bahçesinin ilk sakinleri Âdem ile Lilith’dir. Anlatılanlara göre Lilith, Âdem ile eşit olduğunu söyleyerek Âdem’in isteklerine cevap vermeyi reddeder ve Âdem’in zorlamaları üzerine de tanrının gizli adını söyleyerek cennet bahçesinden ayrılır ve bir daha da geri dönmez. Âdem’in sızlanmaları üzerine Tanrı, Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Bunu duyan Lilith de yılın kılığında cennet bahçesine girerek, yasak meyveyi yemesi ve Âdem’e de yedirmesi için Havva’nın aklını çeler. Anlatının sonunda cennetin bu yeni çifti de cennetten kovularak dünyaya iniş yaparlar. Peki, hikâyenin kilit noktasının kaburga kemiği gibi göründüğü şu noktada, kaburga kemiğinin Sümer mitolojisinde geçen Ninhursag ile olan benzerliklerini bir kenara bırakırsak, Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmasının nedeni Havva’nın ayrı bir kimlik iddiasıyla ortaya çıkmasını engellemek olabilir mi? Havva kadınlarının kimlik sorunları onları insanlık tarihindeki bu ıstırap dolu konuma taşımış olabilir mi? Ya da hikâyenin nasıl geliştiğini bilen Havva, bir kimlik sorunu sıkıntısı yaşadığından değil de, Âdem’in ayak izlerini takip ederek çatışma olmadan, uyumlu, itaatkâr ve daha az stresli bir hayat seçmiş ve böylece daha mutlu olmuş diyebilir miyiz? Daha mutlu muyuz kadınlar gerçekten?

Buna karşın dişi insanın soyu Lilith’den gelseydi, ne istediğini bilen ve Âdem’le eşit olduğunu düşünerek isteklerini yerine getirmeyi reddeden Lilith kadınları isyankâr, çatışma dolu, daha stresli ve daha mutsuz bir varlık olurlardı diyebilir miyiz? İşte akıllara o zaman şu soru geliyor; Takip etmek, kabul etmek ve çatışma olmaması adına müsamaha göstermek mutlu bir hayata götürür mü insanı? Huzur başkasının belirlediği bir hayata adapte olmak mıdır? Bunun aksine bağımsız olmak, ne istediğini bilmek ve bunun için çatışmak, yarattığı stresli hayata rağmen mutlu eder mi kişiyi?

Havva’dan gelen kadınlık görünürdeki kadın-erkek çatışması ile birlikte kadın-kadın çatışmasını da içeriyormuş gibi gelir bana. Geleneklerin devam ettirilmesinde otoriter büyükanne vurgusuna sıkça rastlarız. Kurallar aslında kadınlar tarafından konulmuş, erkek neslini bu kuralar çerçevesinde kadınlar yetiştirmiş ve acı çeken yine kadınlar olmuş gibidir. Pasif agresifliğin acısını hemcinsinden çıkarıyordur sanki kadın. Toplumun kadını nasıl tanımladığı üzerine düşünürsek karşımıza cinsel kimliğinden utanan, kadın varlığını belirleyen tüm parametreler kurumlarca belirlenen, eve hapsedilen bir yapı karşımıza çıkar. Evi çekip çeviren ve aslında tüm yönetimden sorumlu onlardır; ne derlerse olur, yeni nesillere müdahale edilir, özellikle akrabalık adı altında kadın-kadın ezilmesine tanık oluruz.Peki, bunu dayatan sadece toplumun kadını mıdır? Erkeğin buradaki konumlanışı nedir? Erkek hem kadının hem de kadının hemcinsinin düşmanı olmuş mudur? Lilith kadınları bu pasif agresif rolü baştan reddeder miydi diye düşünmeden edemiyorum. Birbirinden intikam almak yerine bireyselliğine önem veren özgürlükçü birer lider olur muydu her biri?

Kadın hakları konusu aslında bir sistem sorunsalı olup izlerine dünyanın dört bir köşesinde rastlanabilse de insan haklarının korunmadığı devletlerde ihlallerin sıklığı, kuralların olmaması ya da oturmaması ve cinsiyetçi yaklaşımlara sahne olan ataerkil geleneksellikle ön plana çıktığını söyleyebiliriz.  Ancak kadınların pek çok konuda eşit haklara sahip olduğu, sistemin kadın-erkek değil de insan üzerinden yapılandırıldığı, hatta kur yapmada bile geleneksel motiflerin dışına çıkılarak rollerin değiştiği bir sosyal hayata sahip insan haklarının korunduğu devletlerde de aynı sorun hala devam etmektedir.

Mitosta belden aşağısı ateşten bir sütun olarak anlatılan, âdemoğullarını geceleri ayartan bir vahşi güzellik olarak dişiliğini sonuna dek yaşayan Lilith’in bu konuda geldiği nokta ne olurdu? Havva kadınları dişiliğinin bir ceza olarak geri dönüşünü görmüştü tecavüzle, kadınlığı nedeniyle kimi kapıları açtığını, zekâsının ikinci plana atıldığını ve bedeni üzerindeki beklentiler nedeniyle yeteneklerinin görmezden gelindiğini de. En başa saralım, kadın olmak nasıl oldu da bir sorun oldu? Kadın bedeninin tek bir güzellik kalıbına sokulması, kadının önce babanın sonra da kocanın namusu olması, tecavüzün bir korkutma/caydırma için kullanılması ve tüm bunların nedeni olan iktidar sorunu nasıl girmişti insan hayatına? Küfürlerde bile kendini gösteren erkek egemen söylemler neden kadın bedenini aşağılayacak şekilde kurulmuştu? Kadın neden sözlü ya da fiziksel şiddete maruz kalmıştı? Erkek neden kadının koruması rolünü üstlenmişti? Kadını erkekten koruması gerektiğini düşünen bir erkek sorunu var gibi görünüyor karşımızda. Kadın neden erkekten korunmalıdır?

Geceleri âdemoğullarının üzerine çıkıp spermlerini çalan ve yüzlerce demon doğurup insanoğlunun üzerine salan Lilith, kadın bedenine farklı bir bakış açısı getirir miydi? Ortaçağda sofuların meniyle birlikte ruhlarının da çıktığını düşünmeleri Lilith’i onların gözünde daha korkunç bir hale getirmişti. Zorla hakkını gasp etmek anlamına gelen ve erkek tekelinde kadını sindirmek ve kadın cinselliğinin aşağılanması olan tecavüze karşın Lilith’in gece ziyaretleri erkek iktidarını sarsmakta değil midir? Âdemoğlu Lilith’den doğan cinlerden korkar, korunmak için muskalar oluşturur. Burada dikkat çekici olan Lilith’in doğurganlığı anaerkil bir bakış açısına göre düzenlenmiş olmasıdır. Peki, insanlık anaerkillikten ataerkilliğe nasıl geçti?

İnsanlık tarihinde avcı-toplayıcı topluluklarda kadınların erkeklerle eşit bir saygınlık ve statüde oldukları bilinmektedir. Toplumun yerleşik bir yapıya geçmesi ve mülkiyet birikiminin yaygınlaşması ile kadının toplumdaki statüsü değişmiştir. Bu süreçteki en önemli parametre mülkiyettir. Çünkü bu kavramın netleşmesi ile nesneleşmekten nasibini alan kadın da hem cinsel hem de ekonomik olarak sınırlandırılmıştır. Oysa gezici-toplayıcı toplumlarda kadınlar istikrarlı bir statüye sahipti.  Bu eşitliğin nedeni de hiç kimsenin bağlılık ve ezilmeye neden olacak, borç/minnet duyulacak birikime yani özel mülkiyete sahip olmamasıydı.

Ancak daha sonra ne oldu da etrafımızdaki tüm çiftçiler erkek oldu? İşte bunun nedeni de saban tarımına geçilmesiyle, arazi mülkiyetinin ortaya çıkması ve ardından gelen ikincil ürünler (dokumacılık, süt ürünleri gibi) devrimidir. Yiyecek işleme kaplarının icat edilmesiyle de toplumsal tabakalaşma, zengin-yoksul farklılaşması ve borçlandıkça artı ürün yaratabilecek zamandan yoksunluk ortaya çıkar. Artık toplumda maddi zenginlik vardır ve buna insanlar ve kadınlar da katılır ve birer alışveriş nesnesi olarak sayılır. Kadının statüsü ile ekonomik üretim arasında sıkı bir ilişki olmakla birlikte her toplum farklı süreçlerde bu ilişkiyi yaşamıştır.

Lilith kadınları özel mülkiyete karşı çıkarak avcı-toplayıcı toplumlarda yaşamlarını sürmeye devam ederler miydi? Kanatları olan ve fırtına ve rüzgâr anlamına gelen eski Sümerce lil kelimesinden türeyen isimleriyle yerleşik bir hayat yerine anarşist gezici toplulukları tercih ederek statüsünü korur muydu? Buna karşın Havva kadınları yerleşik hayata geçişin ardı sıra gelen feodalizm ve nihayet kapitalizmin onların statülerinin düşürerek birer özel mülkiyet haline getireceğini nereden bilebilirlerdi? Aslında günümüzde göçebe yaşayan ve halk arasında Çingene olarak bilinen tüketim kültüründen etkilenmeyen kimi anarşist topluluklar eşitlikçi bir düzen içinde hala yaşamaktalar.

Devlet, kadın ve erkek üzerinden iktidarını kurar. Ancak kadın, evdeki emeğine karşılık bir değer atfedilmediği için en fazla sömürülen işçidir. Kadın başkaldırmadan hak talep edemez. Çünkü içselleştirilmiş sömürü en tehlikeli sömürüdür ve adeta genetik bir kod gibi nesilden nesile aktarılır. Artık kadın sömürüyü en acı dolu şekilde hisseden emekçi haline gelmiştir. İş yaşamına katılımı daha geç ve daha zorlu olan kadının karşılaştığı ayrımcılık, sokakta karşılaştığı taciz, tecavüz, kaç çocuk doğuracağı ve nasıl doğuracağı, ne giymesi gerektiği, nasıl davranacağı gibi bedeni üzerinde alınan kararlar, annelik kavramıyla üzerine yapıştırılan, tüketim kültürünün favorisi evcilliğin kadın sorunun en temel başlıklarıdır sadece.

Yalnızca işlemeyen ya da tutarlı bir bütün oluşturmayan bir şeyin nedeni vardır önermesinden yola çıkarak kadının konumlanışını sorgulamaya çalıştım. Lilith, Âdem, Havva mitiyle başlayıp, avcı-toplayıcı ve tarım topluluklarının yaşam tarzıyla devam eden bu yolculuk, beni toplumsal cinsiyet, mülkiyet ve tüketim kültürü kavramına götürdü. İşte bu nedenle bu sorunun nereden ele alınırsa alınsın bir sistem sorunu olduğunun gözden kaçırılmaması gerekiyor zira verdiğimiz mücadelenin doğru hedefe yönelik olması hem bireysel hem de toplumsal anlamda önemli bir nokta. Cinsiyetçiliğin birey ve toplumdaki yansımaları kadın, erkek, kadın ve erkek arası geçişkenlikler olarak ayrı ayrı ele alınmalı ve kadın hakları, cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihi üzerindeki eşitsizlikler üzerinden tartışılmalıdır. Umut ediyorum ki böyle yapıcı bir atmosfer altında ilerleme kaydedilebilir ve asırlardır kanayan yaralara deva olabiliriz, tabii ki hep birlikte.

Zeynep Çolakoğlu