Wednesday, 1 July 2015

Photographs Max Waldman



 
 
 
 

 
 

Çiçek Kahraman ile Yeşilçam, Kurguculuk ve “Bütün Mahalleli Duysun”



Çiçek Kahraman’ı tanımayanlar için kısaca tanıtıyorum evvela: Kendisi bir film kurgucusu. Çalıştığı filmlerden bazıları, Mavi Dalga, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Ara, Tatil Kitabı, Küçük Kıyamet ve daha başka filmler de var. Kahraman ile geçtiğimiz hafta, kendisine ait bir video yerleştirmesi hakkında konuştuk: Bütün Mahalleli Duysun. Fakat sohbet, Bütün Mahalleli Duysun ile başlayıp upuzun ve heyecan verici şekilde başka yerlere savruldu. Ömrümüz uzunluğundaki bu röportajda neler var: Pencerelerden mahalleyi gözleyen eli çay bardaklı kadınlar, annesini pencereden atmaya çalışan film karakterleri, ulaşılamayan film arşivleri, dev bir araştırmanın arka planı, Yeşilçam’ın türlü halleri, ortadan kaybolan senaristler, Jaws filmini kurguda kurtaran kadın ve kurgu odasında, Youtube başında, arayıp tararken ve “kendi cümlesini kurmak” peşinde bir Çiçek Kahraman.

Sohbetimiz Bütün Mahalleli Duysun ile başladığından, yine, evvela bu işten bahsetmek gerekiyor. 17 Şubat-2 Mart arasında Salt Beyoğlu’nda sergilendi Kahraman’ın işi. Karartılan bir koridordan, yine karanlık bir salona çıkan izleyiciler, karşılıklı iki duvara yansıtılmış toplam kırk pencere gördüler. Duvarlardan birinde görünen yirmi pencerede, birtakım insanlar ya karşı pencereye, ya da sokağa sesleniyor, bazen karşı pencereden de cevap alıyorlardı. Siz bu iki duvarın arasında dururken sesin geldiği pencereyi bulmaya çalışıyordunuz. Yani aslında, siz bir sokaktasınız ve sesin geldiği yöne dönerek bedeninizle de katılıyor, yerleştirmenin bir parçası oluyorsunuz. Bir yandan da bazı dedikodulara, mahrem sırlara, kurlaşmalara, meydan okumalara şahitlik ediyorsunuz.
 

 

Çiçek, bu çok güzel bir iş ve birçok yerde de röportaj verdin aslında. Yine de fikrin nasıl ortaya çıktığından bahseder misin? Nasıl şekillendi, son halini aldı?
Kurtuluş’ta film çekerken camdan bakan insanları da çekmiş bir arkadaşım. Film setini, sokağı izleyen meraklı insanlar. Bu, bana iyi bildiğimiz bir motifi uzun zamandır sinemada görmediğimizi hatırlattı. Çıkış noktası bu, ama “çıkacağı varmış” diyorum ben biraz da. Denk geldi yani. Zaten benim aklım bir şeyleri, bir şeylerle birleştirme üzerine çok çalışıyor. İki şeyi yanyana getirmek yani, yemek yaparken de, insanları tanıştırırken de böyle. O yüzden ben bu pencereleri ne yapayım, video yapayım, arka arkaya olsun, biri bir şey desin, bir diğeri cevap versin, daha büyük ve mekana yayılan bir şey belki… derken gelişti proje. Pencerenin meselesi mekân, “bakan ve bakılan” olduğu için zamanla değişti, gelişti, içerik oluştu. En başta “pencereden konuşan insanları alt alta üst üste dizeyim”den ibaretti fikir. O noktada, konuşacaklarını ben de bilmiyordum. Belki sadece bakacaklardı ve o da başka bir deneyim olabilirdi. Özellikle yurtdışına götürmek isteyenler oluyor filmi, oysa altyazı yapılabilecek bir formatı yok, altyazısız da hissi kaybolmaz belki ama içerik kaybolur. Başka bir versiyonunu yapar mıyım diye düşünüyorum şimdilerde.
Büyük bir arama tarama işi var anlaşılan bu pencerelerin seçilmesinde, kaç filmden bahsediyoruz ve nerelerde buldun, nasıl ulaştın filmlere?

Üç senede yedi yüz film taradım ve çoğunu da Youtube‘ta buldum işin doğrusu. Yani on yıl önce bu işi yapmak isteseydim nasıl erişirdim filmlere hiç bilmiyorum. Üniversite kütüphanesinden DVD’ler alıyordum onar onar ve her defasında uğraşmak da zordu. Filmlerin çoğu da Youtube‘da vardı. Aslında Yeşilçam filmlerine özel düşkünlüğüm olmasa yapılacak iş de değildi. Sıkıcıydı yer yer, bazen de seyrederken kapılıp gidiyordum filme ve filmin yarısına gelince hatırlıyordum ne yaptığımı. Bazı günler “bugün beş saatim var, üç film tararım” diyordum. Bazen de gecenin bir yarısı “Selvi Boylum’u neden atladım ki, orada Kadir İnanır camdan bakıyordu” diyordum. Bildiğim filmler de vardı aralarında; bilmediklerimi de, afişinden, isminden mahallede geçebileceğini düşündüklerimden seçiyordum. Bu taramayı yaparken işin teknik kısmını nasıl yapacağımı da hiç bilmiyordum açıkçası. Yüzme bilmeden denize atlamaktı yaptığım. “Elbette bir yolu vardır ne kadar zor olabilir ki?” diyordum kendime ve aslında aşmam gereken iki engelle de karşılaştım. Benim kullandığım kurgu programı, bir plan, arkasına bir plan daha, bir plan daha diye çalışıyor. Dikey kanallarda iyi çalışan bir program değildi ve daha gelişmiş başka bir programa geçince de bir operatör girdi işin içine. Onunla da çok iyi anlaştık. Yirmisi bir tarafta, yirmisi diğer tarafta olmak üzere kırk pencere ile uğraşıyorduk. Benim alıştığım, pencerelerin yan yana geldiği bir durumdu, oysa bu kez bazıları altta, üstte yer alıyordu ve kimin kime ne dediği de belli değildi. Pencerelerden biri bir soru sorduğunda, “cevabı üst kat mı versin, karşı kat mı versin?” sorusu mesele oldu. Birden, çoklu değişkenli bir probleme döndü iş ve en çok o aşamada zorlandım galiba. Teknik zaten benim elimden çıkmıştı, ama o kararları vermek de kolay olmadı. Yine de bir işin içine girince sonu da geliyor mutlaka.
Youtube‘ta bazı filmlerin kaliteleri çok kötü ama, onları eledin mi?

Ben Youtube‘u sadece tarama için kullandım. Kullanmaya karar verdiğim filmlerin daha iyi kopyalarını aradım buldum sonradan. Bizde ulusal bir sinema arşivi yok, ama ilginçtir bazı Yeşilçam düşkünü kimselerin geniş arşivleri var. Bu kimseler zamanında kanallara gidip ordaki “betacam” kayitlardan kendilerine kopya almışlar, bazen de bu kopyaları İnternet’e koymuşlar. Onların bazılarına ulaştım, okul kütüphanelerine gittim. Bu kaynaklardan yani kullandığım kopyalar. Benim bildiğim en iyi arşiv Mimar Sinan’da, ama orası da erişilememesiyle meşhur bir yer olduğu için çaldığım bir kapı olmadı orası, ama çok da ihtiyaç kalmadı zaten oraya.
Pencerelerden duyulan sesleri, diyalogları seçerken nelere dikkat ettin, belli bir akış var galiba?

Evet, bir akış var. En sevdiklerimi kullandım galiba. Camda konuşanların çoğu kadın, daha doğrusu camda konuşan iki erkeğe hiç rastlamadım araştırma yaparken. Erkeklerin mekânı değil cam. Oysa kadınlar için ellerinde kahve ve çayla durabilecekleri bir yer pencere. Erkekler sadece histeri zamanlarında cama çıkıyor. Kavga etmek, bağırmak için ve cinnet geçirirken. Kullanamadığım planlardan birinde Şener Şen annesini camdan atmaya çalışıyordu mesela, ama benim istediğim açıdan çekilmemişti. Bir de tabi, bu kadar mahrem şeyin camdan söyleniyor olması çok çekiciydi benim için. Eve kadın kapayanlar, koca görmüş kadının halini anlatanlar hepsi penceredeydi ve mahremiyetin sınırları mahalle ile çiziliyordu. Kim evde kalmış, kimin çocuğu sünnet olmamış ya da kimin kızı kocayı boşayıp eve dönmüş bunlar konuşuluyordu.
Çiçek Kahraman ile Yeşilçam, Kurguculuk ve “Bütün Mahalleli Duysun”
Camdan bakan bir kadının varlığı neredeyse kurumsal bir görüntü, erkekler bilerek uzak duruyor bu alandan ve biraz da camdan bakmak aylaklığın, başı boşluğun da göstergesi belki?
Evet, aynen. Kullanamadığım bir sarhoş adam planı vardı mesela. Yani, bakkaldan, kapıcıdan bira ısmarlayan sarhoş adam profili var Yeşilçam’da ve bu, daha sonra dizilere de taşınıyor. Bizimkiler‘de vardı mesela. Aylak, sarhoş adam camda duruyor ve bir de emekli adamlar. Tabi erkeklerin cama ihtiyacı da yok sosyalleşmek için, onlar sokağa çıkıyor. Benim seyrettiğim filmlerde erkeklerin sohbet alanı kahveydi genelde.
Hangi dönemleri taradın tam olarak, mahalleye rastlayacağımız dönem ve mahallenin kaybolduğu dönemler ne zamanlar?
980’lerde, biraz da sezgisel olarak durdum.1980’ler darbeyle her şeyin durduğu bir dönem. 1960-80 arası dört yüz film taramıştım ve sonra bir üç yüz film daha geldi üstüne 1980’lerden. Bu dönemde türler, konular değişiyor ve mahalle çıkmaya başlıyor filmlerden. Odak yavaş yavaş bireye kayıyor. 1980’lerde başlayan arabesk filmler de aslında şehirde geçiyor, ama mahallede değil, gecekondularda. Bunun en iyi örneği 1985 tarihli Mavi Mavi filmi, İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar’ın. O film arabeskin üslubuyla ilgili çok şeyin tanımını bulabildiğimiz bir film. İşte bu aralar bir yerde durmak zorunda kaldım, çünkü benim aradığım malzeme azaldı filmlerde.
Sergi salonuna gidip izleyenlere baktın mı hiç?
Ben tabi o koridorda durup bu iki “pencere duvar”ın arasında durunca, oradan geçince nasıl bir his oluştuğunu kestiremiyorum, ama evet insanları izledim. En başta eğlendirmek amaçlıydı tabi bu iş. Ben yaparken eğlendim ve görenler de eğlensin de istedim. Kimliğim gereği oraya koyduğum içerik insanlara geçerse ne mutlu. Diyelim ki geçmedi o mesaj, ama eğlendi görenler, bana bu da yeterdi. İki Asyalı olduğunu düşündüğüm kadın gördüm mesela salonda, Türkçe bilmedikleri açıktı, ama epey kaldılar. Altyazı da yok. Ne anladılar bilmiyorum.
Şimdi çok kritik bir soru soruyorum. Bu türden, uzun vadeli işlere girişip ara ara yabancılaşma yaşayanları düşünerek. Bütün Mahalleli Duysun için çalışırken manasızlık kuyusuna düştüğün ve “Ya ne yapıyorum ben?” dediğin anlar oldu mu kendine?
Evet. En çok motivasyonum tükenecek diye korktum, çünkü o biterse daha da devam edemezdim.
Üç yıldan bahsediyorsun, upuzun bir zaman. Şu neden, nedenler devam etmemi sağladı diyebileceğin bir şey var mı?
Galiba iki neden var. Bu, kişisel bir hesaplaşma bence. Büyürken ister istemez maruz kaldığım Türk sinemasını -hoşnut olmadığım anlamına gelmesin ama bu- içimden atmam gerekiyordu. Yeşilçam ile ilgili bir şey yapıp çıkarmam lazımdı, çünkü gerçekten çok fazla referans vardı aklımda ve içimde bir yerde çıkmayı bekliyormuş bunlar adeta. Daha iyi nasıl anlatırım bilmiyorum ama Yeşilçam hesaplaşması diyeyim sinemacı olarak. Bir ikincisi de benim mesleğim kurguculuk aslında ve bu ebelik gibi bir iş. Birinin, yönetmenin yani, söylemek istediği bir cümleyi söylemesine yardım etmek bir nevi. Çıkan işte elbette benden de çok şey var ama sonuçta yaratıcısı ben değilim. Kendi cümlemi kurduğum bir şey yaratmayı çok özlemiştim. Tamamen benim olsun istedim. Bu iki nedendi beni en çok motive eden.
Yeşilçam koleksiyonerlerinden aldığını söyledin bazı filmleri. Öyle bir çevre var ve bana dışarıdan göründüğü kadarıyla, bambaşka bir ruh hali bu. Bir yandan çok eğlenceli ama kapalılar da sanki etrafa. Öyle mi? Senin tecrüben nedir?
Yok değiller bence. Ben kendimi sinefil olarak tanımlamıyorum bu arada, çünkü gerçek sinefil arkadaşlarım var ve onların yanından bile geçemem açıkçası. Benim Yeşilçam ile kurduğum ilişki nostaljik bir yerden. Yeşilçam sinemasını en çok tükettiğim dönem 15 yaşıma kadardır. Televizyonun açık olduğu bir evde büyüdüm ben ve video oynatıcısı alındığında yine Türk filmi alır seyrederdik mesela. Muhtemelen her şeyi sünger gibi emdiğim yaşlarda maruz kaldığım için, o filmlerin bana hatırlattığı duygu, ailem, çocukluğum oluyor hep. Hafızamda tuttuğum, hemen hatırladığım çok fazla film var. Oysa, Yeşilçam’ın güzel bir şey olduğundan çok emin değilim. Yeşilçam aslında bir tür değil, bir üretim biçimine de verilen isim. 1970’li yıllarda bir noktada, bir sene içinde çekilen film sayısı iki yüz yirmi, mesela. Bir rekor bu! Şu anda ortalama altmış, yetmiş arası değişiyor senelik film sayısı. İki yüz yirmi film akıl almaz bir rakam. Öyle bir şey ki bu, mesela senin otuz figüranın var, beş jönün var, sekiz kadın yıldızın ve altı da kameran var. Kameralar gece bir sette, gündüz bir sette. Pınar Öğünç’ün Jet Rejisör başlıklı bir kitabı var. Kapadokya’ya çekime gidiliyor ve set ekibinin on beş günü var. Yönetmen, “aa bu mekan harika” deyip, gündüz çekim yapıyor, gece başka bir senaryo yazıyor ve o on beş güne ikinci bir film sığıyor. Çetin İnanç bu yönetmenin adı. Çok romantize edilerek bakılacak bir yer değil bence Yeşilçam yani, çünkü emek sömürüsü var. İçerik olarak da tabi gayet mizojen, ırkçı. Belli yönetmenler dışında geneli bu.
Şimdiki sinemacıların Yeşilçam’a bakışı nasıl? Uzak bir geçmiş ve yabancı bir alan mı o?
Şu andaki yeni Türkiye sinemasının bağlarının tamamen kopmuş olduğunu söyleyebilirim Yeşilçam ile. Bence arada bir sıfırlanma var çünkü 12 Eylül darbesiyle birlikte. Darbe ve sansür, çeşitliliği azaltıyor. Yabancı filmler girmeye başlıyor Türkiye’ye, muhtemelen Özal’dan sonra. Pornolar çekiliyor tabi bol bol. Mesela benim için Eşkıya filmi bir eşiktir. Eşkiya’dan sonra gişe yapan Türk sineması ciddiye alınmaya başlanıyor, hem izleyiciler, hem de üretenler tarafından. Bundan sonrasına yeni Türkiye sineması diyoruz, Yeşilçam tümüyle bitiyor yani. Üretim biçimi olarak da iki ayrı dönem bu ve bağları da kopuk.
Bu ikisi arasındaki en belirgin fark şudur diyebilir misin?
Mesela Yeşilçam’da en güçlü bulduğumu, yeni Türkiye sinemasının en zayıf yanı olarak görüyorum: Senaryo geleneği. Yeşilçam’da senarist ve yönetmen ayrımı var. Safa Önal gibi biri var mesela, Guiness rekorlar kitabına girmiş, dünya üstünde en çok senaryo yazan adam olarak, ama Önal bir yönetmen değil, çünkü öyle bir iş ayrımı var. Her iki dönemi de bilen bir yönetmen olarak Erden Kıral’ın şikâyetlerinden biri de bu mesela. “Ben senaryoyu kendim yazmak istiyorum çünkü senarist bulamıyorum” diyor. Belleğin kaybolduğu bir durum yani.
Daha 40 yıl önce çok iyi yapılan bir şeyi nasıl unuturuz?
Belki nasıl senarist olunacağı malum değildir insanlara. Sen nasıl kurgucu oldun mesela? Sosyoloji okuduğunu biliyoruz ve sonra?
Bir film okuluna gitmeksizin kurguculuk eğitimi alınmıyor. Yani içinde sinema öğretilen bir fakülteden bahsediyorum. Oradan, kurgucu, görüntü yönetmeni olarak mezun olabilirsiniz. Şimdi Türkiye’de öyle bir okul yok. Farklı üniversitelerin, ya güzel sanatlar fakültelerinde, ya da iletişim fakültesine bağlı bölümleri var. Sinema televizyon gibi. Bu bölümü bitirince sinemacı, televizyoncu oluyorsunuz ve eğitim de sadece genel bir çerçeve veriyor. Uzmanlaşarak mezun olma şansı yok bu bölümlerden. Ben de sinema eğitimini sosyoloji okuduktan sonra ABD’de, Boston Üniversitesi’nde iletişim fakültesinde aldım. Sinema eğitimini alırken herşeyi deneme fırsatı vardı orada. Kamera da kullanıyorsunuz, setlerde yönetmenlik de yapıyorsun, yeri gelince kablo da topluyorsun. Ben kendimi en çok kurgu odasında rahat hissediyordum ve kurgu, iyi yaptığımı düşündüğüm aşamasıydı sinemanın.
"Verna Fields ile çalışan Spielberg: Verna, bu nasıl oluyor şimdi?"
Türkiye’ye dönünce nasıl başladın çalışmaya, hemen başlayabildin mi kurguculuğa?
Çok zor yurtdışından gelip hiç ait olmadığın bir çevrede var olmak, ki zaten o çevre de çok kapalı aslında. Bağlantıları kurmak zordu ve başlangıçta kurgu yapmak istediğimi bilmeme rağmen iş bulamadım. Aynı zamanlarda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde asistanlık yapmaya başladım. Orada, sinema televizyon bölümünde üç buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra, tanıdıklar, vesaire derken kurgucu oldum. Hem okullu, hem alaylıyım yani. Okulda işin prensiplerini, sinemayı okumayı, anlamayı öğrendim. Kurgu da ancak bilgisayar başında kurgu yaparken öğrenilen bir süreç.
Kadınların sinemada kurgu alanında daha çok göründükleri doğru mu?
Evet, böyle bir istatistik var. Özetle herkesin konuştuğu ve söylediği şey, kadınların en yoğun çalıştığı, kadınların oranının en yüksek olduğu bölümün kurgu olduğuna dair. Yani dünya çapında bakılınca eminim yine erkek kurgucu sayısı yüksektir. Bana çok absürd gelen ama çok kabul gören bazı teoriler var bu konuda: Biri filmle çalışırken kullanılan makineyle ilgili, ki o makine de şöyle bir şey: Filmi koyuyorsun, kesiyorsun ve tekrar birleştirmek için seloteyp gibi özel bir bant var, onunla yapıştırıp devam ediyorsun. Çok fiziksel bir iş yani. Bahsettiğim, o kurgu makinelerini dikiş makinesine benzeterek kadınların bu işe daha yatkın olduğunu söyleyen bir teori. Bence çok cinsiyetçi ve hiç de ikna edici bulmuyorum. Bana kalırsa mesele şu: Bu kurgu işi evde, daha doğrusu kapalı alanda yapılabilen bir iş. Kadınların sokakta olmak zorunda olmadıkları, hatta evden bile çıkmadan yapabildikleri bir iş. Set çok daha erkeklere ait bir yer. Kurguyu ise kadın evde, tek başına yapabiliyor. Yoksa dikiş makinesiyle ne alakası var? Ayrıca artık bilgisayar kullanıyoruz. Kadınlara en çok atfedilen şey dikiş ve aşçılıksa, dışarıda çalışan terzilerin aşçıların çoğu erkek sonuçta. Diğer mesele de anne figürü olmakla ilgili. Setin erkeklere ait olması genellemesini yaparak yine, setin biraz savaş alanı gibi olduğunu söyleyebiliriz. Zamanla yarışıyorsun, yıpratıcı, rekabetçi bir yer. Özellikle yönetmen için. Sonra da yönetmen sana filmi emanet ediyor. O noktada yıpratıcı olmamak, yapıcı, toparlayıcı olmak çok mühim. Hep bir anaç özelliklerden bahsediyoruz yani, o derleme toplama işinin kendisi çok anaç, daha anne figürünü üstlenebilen insanlar.
Toparlayıcı biriyle çalışmak istemek çok anlaşılır bir şey tabi o aşamada ve bu hasletleri karakterinde barındıran kadın, erkek herhangi biri uygun olabilir aslında.
Aynen. Bir erkek neden anaç olmasın? Kadınlar bunu daha iyi yapıyor diye demiyorum. Yönetmenlerin çoğu erkek olduğundan ve kadınların da adı “anaç”a çıktığından erkek yönetmenler kadın kurgucularla çalışmak istiyor. Yani erkekler bunu tercih ettiğinden böyle bir seçilim süreci var ve kadınlar o filtreden geçebiliyor bu sebepten. Yoksa kadınların bunu daha iyi yaptığını vurgulamıyorum, elbette bir erkek de anaç olabilir. O, tam tersi ve demek istemediğim kapıya çıkar.
Bilinen kurgucu kadınlar var mı?
Çok fazla bilinen kadın kurgucu var elbette ama bu annelik figürü meselesiyle paralel olarak örnek vermek gerekirse, Jaws filminin kurgucusu Verna Fields isimli bir kadın var. Fields bütün kaynaklarda “filmi kurtaran kadın” diye geçiyor, çünkü Steven Spielberg o zamanlar çok genç. Jaws onun ilk filmlerinden ve çok zor bir işe kalkışıyor. İşin içinde bir maket köpekbalığı ve deniz var. Çok problemli bir iş ve Verna Fields bu çekimleri çok sorunlu olan filmi kurtarıyor. Biraz merak edip okuyunca, sinema camiasında Fields’e mother cutter (makasçı anne) dendiğini gördüm. Fields, böyle evinde kurgu yapan, yönetmenleri evine çağıran birisi.
Son soru. Bütün Mahalleli Duysun benim Yeşilçam ile hesaplaşmam dedin, hesaplaştın bitti mi? Başka bir iş tasarlamıyor musun? (Ve bu kötü bir haber olur bence.) Arada, bir de “eğlenmek için yaptım” bunu dedin. Bunu çok önemsiyorum ben. Bazı işler eğlenmek için yapılabilir sadece ve bu kötü bir şey değil. Düzeni, dünyayı değiştirmek için kocaman iddialarla çıkmasak da olur ortaya.
Şimdilik birkaç fikir var kafamda ama onların peşine düşer de ne zaman bitiririm bilemiyorum. Yaptığımız her iş dünyayı da değiştirmek zorunda değil. Kocaman iddialar bizden uzak olsun.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

Greece crisis: Tsipras vows referendum will go ahead on Sunday

Tsipras has rejected calls to turn it into a yes/no vote on whether Greece should keep the Euro
 
Wednesday 01 July 2015
 
Alexis Tsipras, the Greek prime minister, has vowed that there will be a referendum on whether the Greek people want to accept austerity measures on Sunday.
Tsipras has also rejected calls from EU leaders to turn it into a yes/no vote on whether Greece should keep the euro.
"I never expected a democratic Europe not to give space and time [to hold the referendum]. It is a disgrace that we have these scenes of shame because they closed the banks precisely because we wanted to give the people the vote," he said.
 
Tsipras speech comes in spite of warnings that there is not enough time to properly plan for a referendum, or that holding such a vote prevents negotiations on a bailout deal in the meantime.
 
Thorbjorn Jagland, the secretary general of the Council of Europe, said that at least two weeks were needed to plan a referendum properly.
The vote "has been called on such a short notice, that this in itself is a major problem," Jagland said Wednesday by phone from Lisbon, Portugal, according to The Telegraph. "And also the fact that the questions that are put to the people ... are not very clear."
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Dünya Sağlık Örgütü: Küba anneden bebeğe AIDS geçişini durdurdu



Dünya Sağlık Örgütü, Küba'nın anneden bebeğe AIDS virüsü geçişini durdurduğunu açıkladı. Her yıl 1,4 milyon HIV virüslü kadının anne olduğu biliniyor.

Dünya Sağlık Örgütü, Küba'nın anneden bebeğe AIDS hastalığına sebep olan HIV virüsünün geçmesini engellemeyi başardığını duyurdu. Bunun dünyada bir ilk olduğu söylenirken, her yıl 1,4 milyon HIV virüslü kadının anne olduğu belirtiliyor.

Örgütün genel direktörü Margaret Chan, "Virüs geçişini engellemek mümkün olan en büyük kamusal sağlık başarılarından birisidir" dedi. Chan, bunun HIV'e ve cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı savaşta büyük bir zafer olduğunu da belirterek, AIDS'in olmadığı bir nesle doğru atılan adımın çok büyük olduğunu söyledi.

Bebeklerin doğumda ya da emzirme sırasında HIV virüsünü kapabileceği bilinirken, Küba'nın geliştirdiği ilaçla virüsün bulaşma riskinin yüzde 1'in altına indiği bildiriliyor. Küba'nın benzer şekilde frengi virüsünü de engellediği söyleniyor.

Birleşmiş Milletler AIDS kuruluşu UNAIDS'in yöneticilerinden Michel Sidibe de bu başarıyı kutlayarak, Küba'nın zaferinin AIDS'i bitirmenin mümkün olduğunu gösterdiğini belirtti.
 
30 Haziran 2015
 
 

Turkey, Jordan discuss moves to seize territory in Syria

By Thomas Gaist
1 July 2015
Turkish and Jordanian military forces, including tens of thousands of ground troops, are preparing to invade Syria, with the aim of establishing militarized buffer zones in the northern and southern areas of the country, according to media reports Tuesday.
The Jordanian-occupied area would include large areas of Syria's southern Deraa and Suweida provinces, as well as Deraa city. The Turkish zone would be established along Syria's northern border. It was explicitly authorized by Turkish President Reccep Tayyip Erdogan in the name of blocking the formation of a Kurdish state in the area, "no matter what it costs."
The possible Jordanian operation was reported by the Financial Times and other media outlets, but there was no official declaration or actual movement of troops across the border. US officials denied that Washington had approved either a Jordanian or a Turkish ground intervention.
Turkish media reports said that Erdogan had chaired a national security meeting on Monday that approved the deployment of 18,000 Turkish troops to secure territory along the Turkish-Syrian border.
The Turkish move would be a direct response to the recent victory of US-backed Syrian Kurdish militia forces, the YCP, which captured the border town of Tal Abyad. The political party which directs the YCP, the PYD, is affiliated to the PKK in Turkey, which has conducted a prolonged guerrilla war against the government seeking the establishment of a separate Kurdish state.
Capture of Tal Abyad by the YCP creates the possibility of forming a contiguous Kurdish-ruled area in northern and northeastern Syria, stretching from Kobane, the focus of fighting between Kurdish forces and ISIS last winter, through Tal Abyad to the predominately Kurdish-populated province of Hazakah.
The Turkish government regards such a region in Syria, linked to the autonomous northern Iraqi region of Kurdistan, as the next step in the formation of an independent Kurdish state claiming territory in Turkey and Iran as well. Some 30 million Kurds live as minorities in the four countries.
A Turkish intervention in northern Syria would give the lie to US government claims that the main concern of American imperialism and its allies is the growth of ISIS and Islamic terrorism. The Turkish government has tacitly aided ISIS by facilitating the entry of Islamic radicals through its territory into Syria. After the fall of Tal Abyad, the pro-government Turkish newspaper Sabah ran a headline that declared bluntly, “The [Kurdish] PYD is more dangerous than ISIS.”
The reported Jordanian intervention would have as its purpose the establishment of a “buffer zone” in the southern Syrian provinces of Suweida and Deraa, where the government of Syrian President Bashar al-Assad is fighting the only significant rebel force not linked either to ISIS or the al-Nusra Front, the al-Qaeda affiliate in Syria.
Any Jordanian intervention in Syria would require US approval, given the close links between Jordan's military and the Pentagon. The Financial Times reported that the intervention would include both regular Jordanian troops and Syrians being trained by the CIA in camps in Jordan. The CIA operation is the largest operation currently mounted by the agency, accounting for $1 billion out of its $15 billion budget, according to press reports of congressional hearings in Washington.
State Department spokesman Mark Toner would not confirm the reports of plans for intervention in Syria by either Turkey or Jordan. He said at a press conference Monday that there was “no solid evidence” of operations to create buffer zones. However, he did indicate the real target of such actions, saying that intervention would mean that regional powers no longer believed the Assad government could survive.
“The moment you set up a humanitarian safe zone you’re opening the door to conversations about splitting Syria into different entities,” he said. “We’d essentially be opening the door to the dissolution of the Syrian nation-state. Of course, a lot of people say that’s already a done deal.”
The real purpose of the new "security" and "humanitarian" areas will be to serve as staging areas for expanded military operations throughout Syria, directed at the overthrow of Assad.
The new military interventions are being launched in flagrant violation of Syrian sovereignty, without even the fig leaf of a UN resolution.
Such moves would represent a watershed escalation of the war in Syria, which has already claimed some 250,000 dead and displaced 12 million people since being instigated by US imperialism and its regional allies some four years ago.
Having failed to remove Assad using proxy militia forces alone, Washington is now contemplating the direct invasion of Syria by outside military forces for the purpose of carving out a large area of the country to be subsequently occupied by US and NATO troops.
Plans for a new imperialist division of Syria and the broader Middle East have been brewing within the US ruling elite for decades.
The US elites seized on the dissolution of the Soviet Union to realize their longstanding plans to reimpose colonial forms of rule across Africa, Asia and the Middle East.
Within the past week, leading officials from the US Defense Department, the military brass and the State Department have stated that Washington plans to restore "stability" to Iraq and Syria by overseeing the creation of new mini-states ruled by tribal and sectarian forces.
Congressional testimony by Secretary of Defense Ashton Carter and General Martin Dempsey, the chairman of the Joint Chiefs of Staff, in mid-June, indicated that the US was now basing its strategy on the assumption that "Iraq as a unified state" would likely no longer exist.
Washington is moving to bypass the central government in Baghdad and recruit Sunni tribal militias to serve as US proxies in a future political order, according to Dempsey's testimony.
Last week, Deputy Secretary of State Anthony Blinken made clear that the break-up of Iraq is only one aspect of a broader US agenda to reorganize the politics of the entire Middle East
"The greater Middle East is witnessing a period of tectonic change that has brought the entire regional order to the brink of collapse," Blinken said in comments to the Center for a New American Security (CNAS) last week.
Under conditions of "historic transitions" in the region, the US must embrace "decentralization of power" and "political accommodation" with sub-national actors, Blinken argued.
Underscoring that the US-led redivision and partition of the region is being pursued as part of a pressure campaign aiming to exert pressure upon and ultimately shatter Washington's two main rivals, Blinken's comment came moments after the second-ranking State Department official accused China and Russia of seeking to "unilaterally and coercively change the status quo" in eastern Ukraine and the South China Sea.
In a brief published Tuesday, "Deconstructing Syria: A new strategy for America's most hopeless war," the Brookings Institution detailed the application of this neocolonial strategy in Syria.
The report's publication coincided with the publication of media reports announcing the planned establishment of the new "safe zones" in Syria by the Turkish and Jordanian militaries.
The Brookings report argued that a "comprehensive, national-level solution" is no longer possible, and called for the carving out of "autonomous zones."
"The only realistic path forward may be a plan that in effect deconstructs Syria," the report argued. The US and its allies should seek "to create pockets with more viable security and governance within Syria."
"The strategy could develop further in a type of 'ink-spot' campaign that eventually sought to join the various local initiatives into a broader and more integrated effort," the report explained.
This "confederal Syria" would be composed of "highly autonomous zones," the report said, and would be supported militarily by the deployment of US-NATO forces into the newly carved-out occupation areas, including deployment of "multilateral support teams, grounded in special forces detachments and air-defense capabilities."
"Past collaboration with extremist elements of the insurgency would not itself be viewed as a scarlet letter," the Brookings report argued, making clear the extremist militant groups which have served as US proxy forces against the Assad government will not be excluded from the new partition of Syria.



 

Friday, 26 June 2015

Photos of Resistance, Solidarity, Immigration and Hope from Kobanê

  Murat Bay -On September 25, Kurdish people and revolutionists from Turkey came to Pirsus (Suruç) from Istanbul, and kept guard in Eğrice (Bêdhê) which is a village just at the Turkey-Syria border. On September 26, in order to support Kobanê people and act with solidarity, they passed through the mined territory and entered into Kobanê that is surrounded by IS (Islamic State) groups who augmented their attacks towards this city. The people who wanted to return to Turkey after their visit in Kobanê, found the Turkish police and military against them. The police did not accept the people to enter into Turkey from the point they had passed to Syria, and told them that they have to walk to the border gate at Yumurtalık Village which is 20 kilometers away. Hence the people started their walk. The police attacked them with gase bombs when they were in the mined territory, and furthermore, when the people arrived at military control point  in Yumurtalık Village they again came across with police attack. The photographs of the reporter of sendika.org, Murat Bay tell us what happened in Pirsus (Suruç) and Kobanê.
We finally arrived at  Pirsus (Suruç) after passing through many police control points from Istanbul to Pirsus (Suruç). The people in Pirsus welcomed us with enthusiasm.
İstanbul'dan başlayıp Pirsus (Suruç) ilçe girişine kadar süren polis kontrolleri ardından ilçe merkezine ulaştık. Pirsus halkı bizleri coşkuyla karşıladı.
IMG_5520
IMG_5525
IMG_5554
We took our way to Eğrice (Bêdhê) Village at the Turkey-Syria border. Those we left behind started to dance the “halay”…
Sınır bölgesinde ki Bêdhê köyüne doğru yola koyulduk. Ardımızda kalan konvoyu bekleyenler halaya durdu...
The people of Kurdistan and Turkey are walking together with the slogan “Bijî berxwedana Kobanê”.
Kürdistan ve Türkiye halkları hep bir ağızdan ''Bijî berxwedana Kobanê'' sloganıyla yürüyor.
On the large territory that lies along with the border, there are three watch points. Protestors are walking their watch points.
Sınır hattı boyunca uzanan geniş bir alanda, nöbet noktaları 3 farklı bölgeye ayrılmış durumda. Eylemciler nöbet yerlerine yürüyor.
We watch the villages across us where our relatives live.
5
For the basic needs we were organized quickly. We have kept the values that we have learned in Gezi alive…
Temel ihtiyaçlarımız için hemen organize olduk. Gezide öğrendiğimiz ne varsa Kürdistan'da yaşıyor, yaşatıyorduk...
In this dry lands that the sun has baked for months, the wind narrowed our field of vision, and the dust that stuck our throats made it diffucult to breath. We did not leave our watch points.
7
Military territories where it is claimed that the soldiers have shoot-to-kill order if somebody gets closer.
Yaklaşıldığı takdirde vur emrinin olduğu iddia edilen askeri bölgeler.
For a short period of time I returned to Pirsus town center. Although all the AFAD (Turkish Disaster and Emergency Management Precidency) tents are almost empty, most of the refugees have settled down in the center of the town.


Kısa bir süre için Pirsus ilçe merkezine döndüm. Afad'ın çadırları neredeyse boş olmasına rağmen sığınmacıların çoğu ilçe merkezine yerleşmişti.
IMG_5670
Most of the refugees are guested in the local people’s houses by the help of Pirsus municipality. And the rest of them are settled in large places in the town such as municipality cultural center or wedding saloons. Food and health needs are provided by voluntary organizations.
Sığınmacıların çoğu Pirsus belediyesinin yardımıyla yöre halkının evlerinde misafir ediliyor. Geri kalanlar ise belediye kültür merkezi ya da düğün salonları gibi geniş alanlara yerleştirilmiş durumda. Gıda ve sağlık ihtiyaçları gönüllü kuruluşlar tarafında karşılanıyor.
IMG_5735
IMG_5733
IMG_5732
IMG_5754
Pirsus Municipality’s food service at the cultural center. And Kobanê people watching the war on the screen minute-by-minute.
IMG_5721
Night watch. It became cold suddenly, tea at the wood fire and dead silence. We listen the noises of the clashes coming from a few kilometers away. Shootings from field guns and other heavy weapons had continued till the morning. 
Gece nöbeti. Hava bir anda soğudu, odun ateşinde kaçak çay ve ölüm sessizliği. Kulaklarımız birkaç kilometre öteden gelen çatışma seslerinde. Ağır silahlar ve top atışları sabaha kadar sürdü.
IS tank destroyed by YPG guerillas. Slogans start again “Bijî berxwedana Kobanê”.
YPG gerillalarının imha ettiği DAİŞ (IŞİD) tankı. Sloganlar yeniden yükseliyor ''Bijî berxwedana YPG''
When we got closer to the border, we met with Kurdish yellings of Kobanê refugee mothers. When I saw mothers with their hands lie up to the sky, I remembered Roboski and Reyhanli. Kurdish yellings are heard “Erdogan destroyed our villages, our houses, he fired our hearts, he made us refugees…”
IMG_6195
IMG_5899
When we heard that the people are in a bad situation at the border, we moved towards the border quickly. Now there is anger in the eyes of those who watched Kobanê being attacked by IS all night. It was not possible to keep them within bounds, all of a sudden the borders are destroyed. Passing the Turkey-Syrian border…
Sınırdaki yurttaşların zor durumda olduğu haberi ile apar topar sınıra doğru hareket ettik. Gece boyunca tank ve top atışları altındaki Kobanê'yi izleyen gözlerde artık öfke vardı. Halkın öfkesi sınır tanımadı ve bir anda sınırlar ayaklar altında kaldı... Sınırdan geçiş.
The masses are walking to Kobanê passing through the mined territory. Kobanê people provide security for us.
Kitle sınırı aşıp mayınlı araziden Kobanê'ye yürüyor. Kobanê halkı mayınlı arazide yol güvenliğimizi sağlıyor.
Kobanê people welcomed us with a great enthusiasm. We experienced that great feeling of being welcomed by the people with open arms. Children, old people… It was telling us about the existence of hope and resistance survived in the middle of a cruel war. 
IMG_5985
IMG_5998
IMG_6003
IMG_6077
IMG_6172
IMG_6215
IMG_6229
IMG_6217
The “halay” of solidarity of peoples.
Halkların kardeşlik halayı...
YPG guerillas who greet us in the entrance of Kobanê.
13
IMG_6034
IMG_6042
IMG_6084
The mother embraces the YPG guerilla who figts with one hand against IS. She smells the guerilla as if he is her real son. 
Tek eliyle Daiş çetelerine karşı savaşan YPG savaşçısını göğsüne basan bir ana. Evladını koklar gibi kokluyor savaşçıyı.
Kobanê city center became a demonstratin area, a resistance square. All shops open their doors and they say that everything is free for us.
Kobanê şehir merkezi bir anda miting alanına, direniş meydanına dönüştü. Bütün marketler kapılarını ardına kadar açıp, her şeyin bizler için ücretsiz olduğunu söylüyorlardı.
YPG guerillas who have fighted day and nigt with a great effort against IS groups that attack violently. 
IMG_6050
IMG_6072
IMG_6078
IMG_6081
IMG_6090
IMG_6123
IMG_6139
IMG_6094
IMG_6152
IMG_6225
IMG_6235
The children of war… My eyes catch the “little prens” picture on the shirt of a child. She is carrying a kalashnikov, but her eyes are shining, she is still a child. Maybe in the same age with Berkin. She carries much more than her life in her shoulders. She is brave and confident. I return and look at her again, she is still a child…
IMG_6062
IMG_6095
IMG_6189
IMG_6210
In the way back, we are now refugees. While walking in the middle of mined territory, despite the Turkish soldiers attacking by throwing tear gases beyond the border, we felt lucky that nobody has stepped over a mine. However, another attack was waiting for us at the Yumurtalık border gate, where we walked for kilometers under the noises of tank and field gun shootings in order to reach.
dönüş
dönüş1
dönüş2
dönüş3
dönüş4
Although we think that we have left all the things we have lived behind, the immigration is still continuing. People live all these torment and cruelty again and again everyday.
IMG_0247
IMG_5869
IMG_6197
IMG_6250
IMG_6243
IMG_6283
IMG_6284
IMG_6287
IMG_6288
kapak
Sendika.Org/Murat Bay